1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Baas Lobiciliği ve Esed Savunuculuğu
Baas Lobiciliği ve Esed Savunuculuğu

Baas Lobiciliği ve Esed Savunuculuğu

Yasin Aktay, Suriye derslerine Baas lobisi üzerinden devam ederken Ardan Zentürk de Esedçi gazeteciliğe dikkat çekiyor.

21 Mayıs 2012 Pazartesi 17:04A+A-

HAKSÖZ-HABER

Bugünkü biri Yeni Şafak’ta diğeri Star gazetesinde yayınlanan iki yazı Türkiye’deki Baas lobiciliği yapan Beşşar Esed yanlılarının çirkin durumunu gözler önüne serdi.

YASİN AKTAY, Suriye derslerine “Baas lobisi”ne dikkat çekerek devam ediyor. Onca yaşanan gerçekliğe rağmen birilerinin, Suriye’de hiçbir şey yaşanmamış gibi nasıl kulis faaliyetleri yaptığını anlatıyor. Baas lobisi tarafından yayılan vesveselerin çürüklüğüne dikkat çekiyor.

ARDAN ZENTÜRK ise Ertuğrul Özkök’ün Suriye izlenimlerinden (!) hareketle gazetecilerin nasıl da diktatörlük rejimleri karşısında “tarafsızlık” adına kalemlerini faşizme buladıklarını gözler önüne seriyor. Zentürk, kendi gözlemleriyle “embedded” gazetecilere cevap veriyor.

İşte o iki yazı:

Türkiye'deki Baas lobisi

YASİN AKTAY / Yeni Şafak

Arap Baharı'nın rüzgarlarının Suriye'ye ilk ulaştığı dönemlerde konuyu tartışmak üzere katıldığım değişik çalışmalarda işin uzmanı olan birilerinden duyduğum farklı muhtemel gelişmeler arasında fazla şans vermediğim biri Türkiye'de faaliyete geçip etkili olacak güçlü Suriye-Baas lobisi idi. Böyle bir lobinin varlığının elbette farkındaydım ama bunun Türkiye'de kamuoyunu muhtemel belirleme gücünü fazla küçümsemiş olduğumu itiraf etmem gerekiyor.

Sonuçta Baas rejiminin protestolara karşı bu kadar kısa sürede ve bu çapta bir şiddetle mukavemet edeceğini de düşünmemiştik. Ama sözkonusu lobinin Baas rejimi ne yaparsa yapsın, her halükarda ona sahip çıkma konusunda gösterdiği maharet ve performans, doğrusu inanılır gibi değil.

Baksanıza neresinden bakarsanız ortada 14 bin ölüm, onbinlerce yaralı, yüzbinin üstünde tutuklu ve Ürdün, Lübnan ve Türkiye'ye sığınmak zorunda kalmış en az 140 bin mülteci var. Ancak, neredeyse bütün bu tablonun tek sorumlusunun ak sütten çıkmış masum bir rejime karşı ayaklanan terörist muhalifler olduğuna inandıracaklar.

Bazı kesimlerdeki AK Parti'ye karşı "ne olursa olsun muhalefet" duygusunun bu olayda tuhaf ittifaklar ortaya çıkardığını da ibretle seyrediyoruz. Kılıçdaroğlu'nun Erdoğan'ı Amerika'nın taşeronu olarak niteleyen sözleri İran'a ait Press TV'de aydınlatıcı bir haber olarak defalarca döndürülüyor. CHP'nin Baas rejimine olan yatkınlığı meçhul değildi ama biz bunu tek taraflı bir aşk zannediyorduk. Bu aşkın taa İran'dan bir karşılık bulması da Suriye olayının bize bir promosyonu oldu şimdi.

Baas lobisinin tipik çalışma tarzı vesvese yaymak. Vesvese, adı üstünde, hiç bir zaman geçerli ve karşılığı olan bir bilgiye, sağlıklı bin kıyasa veya argümana dayanmaz. Bir imgeyi akla düşürmesi yeterlidir.

Örneğin, Esed ve Baas rejiminin katliamlarına, işkencelerine dikkat çektikçe NATO'nun Afganistan'da yaptıkları hatırlatılıyor. Suriye'deki katliamlardan bahsedilince Suudi Arabistan-Katar, Bahreyn hatırlatmaları yapılır bir anda. Her biri "ne alaka?" dedirtecek şeyler, ama vesvese işte. Bu vesvesenin ciddiye alınması aslında vicdanın nasıl bir pazara çıktığının resmini veriyor sadece. "Kimden gelirse gelsin zulme karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana" olma ilkesinin suyu mu çıktı? NATO'nun Müslümanlara veya başka mazlumlara şu veya bu coğrafyada yaptığı zulümlere karşı olmak sanki çok mu zor?

Bir defa, daha önce de söyledik, Türkiye'nin derdi kimsenin rejimi falan değildi. Bölgede bir sürü değişik rejim var ama Türkiye'nin bu rejimleri değiştirmek gibi bir misyonu yok ve olamaz da. İşlerin Suriye'de bu raddeye nasıl gelmiş olduğunu asla unutmayalım. Türkiye'nin Suriye'ye tavsiye ettiğini Esed dinlemiş olsaydı işler bu raddeye gelmiş olmazdı ve Suriye'nin bu rejimi kendi halkıyla barışık olarak ve Türkiye ile de sağlanmış güçlü ilişkilerle devam ederdi. Nitekim Esed'in dinlemediği tavsiyeleri, o kadar yoğun bir mesai harcanmamış olduğu halde Ürdün dinledi ve Arap Baharının yıkıcı etkisini atlatmış oldu.

Arap Baharı ve Devrim süreçlerini çok iyi izleyen Ürdünlü akademisyen sosyolog Prof. Muhammed el-Havrani TRT Arapça'da Beyne't Turas ve'l Hadâthe programında Arap ülkelerinin bahar rüzgarlarına karşı sergilediği tutumu çok güzel karşılaştırarak anlatıyordu. Suriye rejiminin işleri bu noktaya getiren şiddet merkezli yaklaşım tarzına karşılık Ürdün yönetiminin tavrı bu açıdan çok dikkat çekici. Başlangıçta, hepimiz hatırlayalım, Ürdün yönetimi de Arap Baharı rüzgarlarının etkisiyle belki çok daha ağır protestolara sahne oldu. Ancak Ürdün polisi protestoculara hiç bir şekilde müdahale etmediği gibi güneşin altında kavrulan protestoculara su ve meyve suyu ikram etti. Üstelik Ürdün kralı bu protestoları duymazdan gelmeyerek onlara cevap olduğunu ilan ederek epeyce reforma gitti. Protestocuların yolsuzlukla suçladığı bir çok bakanlık görevlisi, istihbarat görevlileri tutuklandı. Sonuçta bugün Arap Baharı Ürdün'ü elbette etkilemiş oldu ama rejimin akıllı yaklaşımı sayesinde kendi mecrasını buldu.

Arap baharının domino etkisiyle Suudi Arabistan'ı da aynı şekilde etkileyeceği beklendi. Oysa Suudi Arabistan da Ürdün'den bile atak davranarak kendi halkı nezdindeki muhtemel hoşnutsuzlukları maaşları yükselterek ve bol bol para dağıtarak gidermeye çalıştı. Halihazırda Suudi Arabistan'da halkın rejime karşı güçlü bir hoşnutsuzluğuna dair bir işaret yok. Sonuçta Türkiye'yi tutarlı olmak adına rejimini beğenmediği her ülkeye karşı Suriye'ye karşı takındığı tutumu takınmaya davet edenlerin aklı gerçekten fazla karışık, hatta bir hoş.

Tekrar başa dönüp hatırlatalım ki, Suriye ile Türkiye'nin sorunu baştan beri rejimi değildi, sadece ve sadece vicdan sahibi hiç kimsenin seyirci kalamayacağı cinayetleriydi.

***

Beşar’ın savunucusu olmak

ARDAN ZENTÜRK / Star

Aslında, konu, Ahmet Kekeç’in uzmanlık alanına giriyor ama, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün Cumhuriyet’ten Mustafa Kemal Erdemol’un “Şam izlenimlerine” dayanarak kaleme aldığı yazıya (Uçağın motoru durunca neler işittik, Hürriyet, 18 Mayıs 2012) bir-kaç düzeltme yapmakta yarar var... Yazıda ileri sürülen görüşleri, bir ülke yönetiminin kendi topraklarındaki sivil insanlara karşı tank ve top kullanmasını ıskalayarak ciddiye alanlar olabilir!..

Ne yazık ki, yaşamdan ve ilkelerden kopuk “entelektüel şaşkınlıklar” bazen bir yazarı diktatörlerin kanlı dünyasına yandaşlığa savurabilir... Nitekim Özkök de yazısında, meslektaşın yazılarından yola çıkarak, Suriye halkının önemli bir bölümünün Beşar el-Esed rejimini desteklediğini, Suriye’den aktarılan katliam haberlerinin ise “aldatıcı bilgi” olabileceğini vurguluyor.

10 bin masum cenaze

Beşar el-Esed rejimi, özgürlük talebiyle sokağa inen insanlara karşı tank kullandı! Özgürlük taleplerinin yüksek olduğu kentlere karşı topçu saldırıları yaptı!

Şiddet kampanyası sırasında 10 binden fazla insan yaşamını kaybetti, insanlar evlerini terk etmek zorunda kaldı, Humus gibi kentler birer hayalet kente döndü, öldürülen insanların cesetleri askeri araçların arkasına bağlanarak kent sokaklarında ibret için sürüklendi, tecavüze uğrayan ve hamile kalan kadınlar çareyi Lübnan topraklarına bir şekilde geçerek kürtaj yaptırmak zorunda kaldı.

Bütün bunları oturduğum yerden, bazı gazetecilerin izlenimlerinden okumadım. Hatay sınırına iki kez gittim. Mülteciler ile konuştum, onların cep telefonlarındaki görüntüleri aldım, 24’teki OLAY YERİ programımda yayınladım. Öyle görüntüler vardı ki, içim elvermedi, ekrana getiremedim.

Durmadım, Lübnan’a gittim. Bu kez Suriye’den kaçmış insanlar ile bu belalı coğrafyada konuştum, görüntüler elde ettim. Hastaneleri doldurmuş, geride bıraktığı ailesinden haber alamamış yaralı siviller ile söyleşiler yaptım. Yine yayınladım.

Suriye’de yaşanılanların bir dönem Bosna-Hersek’te yaşanılanlardan hiç farkı olmadığı bütün anlatılanlardan belli oluyordu. Beşar el-Esed, bütün uyarılara kulak tıkamış ve babası Hafız el-Esed’in 1982 yılında 40 bin sivilin yaşamına mal olan Hama katliamını bu kez ülke çapında gerçekleştirmişti.

“Gerçek gazeteciler” bu gerçekleri, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun uçağında değil, “olay yeri”ne giderek öğrendi.

Özkök, yazısının sonunda “Anlayacağınız, bütün medya kuruluşlarının Ankara’dan veya Dışişleri Bakanı’nın uçağından gelen haberlerle yetinmeyip, Suriye’ye tarafsız muhabirlerini göndermelerinde yarar var. Milletvekillerine gelince? Bir gün sınır ötesine asker göndermek gündeme gelir ve el kaldırmak zorunda kalırlarsa, Suriye sokağından gelen ve ‘embedded’ olmayan bilgileri dinlemelerinde de yarar var” diyor.

Hazin!

Gazetecinin ilkesi

Diktatör karşısında tarafsızlık!

Bu tür bir anlayış, bizi, Türkiye’de 1993-2002 yılları arasında yaşanılmış, bol ekonomik krizli, büyük rüşvet ve banka soygunlu “örtülü faşizmin” şak-şakçılığına götüren beyin kimyasıdır.

Bir gazeteci, yalnız halka karşı sorumludur! Bir aydının görevi, nerede zulüm varsa, sergilemektir.

Diktatörün sınır tanımaz zulmünden korkmuş bir başkent halkının arasında gezinip, sonra da “Suriye halkının önemli bir bölümü Beşar’ı destekliyor” dediğinde ve bu lafı da “ciddiye aldığında” tarihin akışının hangi safında olduğunu da sorgulaman gerekir. Bırak Suriyeliyi, evinde broşür bulduğu Filistinli yazara işkence yapan böyle bir ülkede sen “sokaktaki adamın” sorduğun soruya doğru yanıt verdiğini düşünüyorsun. Bir gazeteci olarak!..

Asıl olan özgürlüktür

Diktatörlerin devrilmesi tabii ki kaos yaratıyor. Bütün yaşamını baskı altında yaşamış toplumlar, baskı ortadan kalktığında bazen bizim de hoşumuza gitmeyen serüvenlere sürüklenebiliyorlar. Bunun ne önemi var? Asıl olan özgürlüktür ve özgürlüğüne kavuşan halklar, kötü deneyimler yaşasalar da, mutlaka kendi barışçı rotalarını çizeceklerdir.

Halkın kendi kaderini şekillendirme hakkı, özgürlük ve eşitlik içinde yaşama talebi, bütün “küresel stratejiler” ve “devlet politikalarından” önemlidir. (İsrail, zayıf ve sürekli kendi halkını katleden bir Beşar el-Esed’i kendisi için daha iyi görebilir ama, namuslu İsrailli gazeteciler inanın, böyle düşünmüyorlar.)

Diktatörün zulmüne “embedded” (iliştirilmiş gazeteci bilgisi) diyor.

İnanılır gibi değil!

 

HABERE YORUM KAT

3 Yorum