1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Hz. İbrahîm’in Putkırıcılığı, Haccı ve ‘Qurban’ı ve biz..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Hz. İbrahîm’in Putkırıcılığı, Haccı ve ‘Qurban’ı ve biz..

17 Kasım 2010 Çarşamba 18:32A+A-

[email protected]

-Bir bayram sohbeti-

Benim idrakimde ‘İbrâhim’ ismi, doğru şekliyle ne zaman ve nasıl şekillendi, tam olarak hatırlamıyorum..

Köyümüzde, ‘her köyün bir üşütüğü olur..’ anlayışınca, İbrahîm adında birisi vardı ve İbrahîm deyince, bende uyanan ilk algı, o İbrahîm etrafında, simâlarda beliren tebessüm hâleleri olurdu..

Bir de, dedemin arkadaşlarından olduğu söylenen ve çok yaşlı bir zat olan Molla Ahmed’in önünde diz çöküp, yüksek sesle tekrarlayarak ezberlediğimiz namaz sûre ve duaları içinde,  ‘Allahumme salli alâ Muhammed ve Âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîm  ve alâ Âl-i  İbrahîm’  ibaresindeki İbrahîm vardı, ama, o İbrâhim’in kim ve hele Âl-i İbrahîm’in (İbrâhimoğullarının, İbrahîm neslinin) ne demek olduğunu bilmezdim..

Bana İbrahîm’i, Ramazan Figanî Çelebi öğretti..

‘O da kim?’  diyebilirsiniz..

Ancak, henüz 13 yaşlarındayken, nasıl ezberlediğimi bilmediğim farsça bir beyt, İbrahîm ismi etrafında zihnimde ilk kez yeni ufakların açılmasına vesile olmuştu..

Bu beyt de, ilginç bir tarihî hadise dolayısiyle  yazılmıştı..

Macaristan’dan hristiyan bir aileden alınıp Osmanlı ordusunda / Yeniçeri Ocağı’nda  devşirme eğitimi görüp parlayan ve paşalığa kadar yükselen ve sonunda da, Sadrâzamlığa getirilen ve de Padişah’ın (Kanunî Süleyman’ın) damadı bile olan Makbûl İbrahîm Paşa, bir orduyla, kendi çocukluğunun geçtiği ve atalarının yurdu olan Budapeşte’ye kadar gider ve oraları daha bir itaat altına alır ve bu arada, orada bulunan heykellerden ikisini alıp İstanbul’a getirir ve bugün Sultan Ahmed Camiinin bulunduğu meydana diktirir.

Halk rahatsız olur.. Çünkü, bu gibi nesnelerin, genelde bir tapınma konusu haline getirilmesi, putlaştırılması sözkonusudur..

Halkın hoşnudsuzluğu bir beyt halinde dillerde dolaşmaya başlar..

‘Du İbrahîm âmed be deyr-i cihân,
(Dünya mâbedine iki İbrahîm geldi)
Yeki, but-şiken şod; yeki, but-nişân..
(Birisi, put-kıran oldu; diğeri, put-diken..)

Gazete vs. sosyal iletişim vasıtalarının olmadığı o dönemde, halkın hoşnudsuzluğu, şiirlerle dile getirilir ve şiir, âdetâ radyo dalgalarının hızıyla her tarafa yayılır..

Bu beytin kim tarafından yazıldığının derhal tesbit olunması için emirler verilir..

Şairler sorguya çekilir ve nihayet, bu beytteki uslûbun Ramazan Figanî Çelebî’ye aid olduğu ihtimali ağırlık kazanır..

Sorguya çekilen Çelebi, ‘evet’ der, ‘bir söz ki, bizden sâdır olmuştur, uğrunda kellemizi de veririz..

Ve nizâm-ı âlem /(dünyanın düzeninin korunması) dâvası adına Ramazan Figanî’nin kellesi uçurulur..

Bu trajik tarihî hikayeyi, ısıtılamıyan bir köy evinde, karlı bir kış gecesinde, gaz lambasının ölgün ışıkları altında okuduğumda, yüzlerce yıl öncesinde öldürülmüş bulunan Ramazan Figanî’nin açı kaderi için hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum..

Çünkü, doğru olduğuna inandığı bir tesbiti, çok net ve etkili bir şekilde dile getirmişti, şairimiz..

Evet, İbrahîm ismi bu iki zıd şahsiyeti de temsil ediyordu ve amma butşiken/ putkıran İbrahîm profili zihnimde derin izler bırakan bir şekilde almıştı, yerini..

*

Ve, Hz. İbrahîm’in, mâbede / tapınağa gidip, oradaki putların -birisi hariç- herbirisini elindeki baltayla parçaladığı ve sonra da o baltayı, en büyük putun boynuna astığı qıssasını dinlemiştim, Molla Ahmed’den.. 

Ahalî, bu durumu görünce, bunu kimin yaptığını öğrenmeye çalışmışlar ve İbrahîm ise, ‘anlaşılıyor ki, bu işi o büyük put yapmıştır, çünkü, işini bitirmiş ve sonra da baltasını boynuna asmış..’ demiş ve bunun üzerine, o putperestler, ‘o, cansız, ruhsuz bir şekilden ibarettir, o nasıl yapabilir?’ diye karşı çıkmışlar ve İbrahîm de bunun üzerine, ‘Mâdem ki, o akılsız, iradesiz, bir puttan ibarettir, o halde, niye tapıyorsunuz onlara?’  diyerek,  putperestlerin ne kadar tutarsız bir mantık çarpıklığı içinde içinde olduklarını anlatmıştı.. Hz.  İbrahîm’i ‘putkıranların pîri’ olarak niteleyen Molla Ahmed’in bu ‘qıssa’yı öyle bir anlatması vardı ki, o gözümüzün önünde, âdetâ İbrahîm’leşir ve biz de o peygamberî nefhâdan keyiflenirdik..

Bu Molla Ahmed,  ilk mekteb sıralarından beri ismi dilimizde pelesenk olan bir siyasî kişinin yüceltildiği şiirleri okunduğunu gördükçe celâllenir, hışımlanır; onun bu hoşnudsuzluğu da bizim körpe zihnimizde izler bırakırdı..

Sahi, ‘putkıranların pîri İbrahîm’in  o muhteşem eylemine, o muhteşem inkılabına yabancı olmayan bizim toplumumuzda da, nice yeni putlar dikilmedi mi?

Hattâ, başka putlara - putlaştırmalara karşı karşı en sert çıkışları sergilemiş kimseler bile, ellerine fırsat geçince veya kendi ayaklarının altından bir şeylerin kayıp gitmekte olduğunu  görünce, kendilerini, ‘inekleri tanrılaştıran hindular’ın durumuna düşürüp, kendi nefslerini putlaştırmıyorlar mı?

*

*Kırılan putların yerine yenileri koymadan..

Çok sonraları, Âsaf Hâlet Çelebi’nin karşılaştığım ‘İbrahîm’ şiiri ise, müthiş insanlık macerasından bir pencere daha açacaktı, ruhuma..

 ‘İbrahîm..
İçimdeki putları devir..
Elindeki baltayla..
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?

*

Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrahîm
Güneşi evime sokan kim?’

*
Evet, kim bu İbrahîm?

Vahy-i ilahî kaynaklı üç dinin (Mûsevîliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın) ortak peygamberi.. Ve o dinlerin asılları da İslam olduğundan, Hz. İbrahîm de bir müslüman..

Kendilerini İbrahîmî dinlerin müntesibleri olarak niteleyen insanlar, -müslümanlar da dâhil-İbrahîm’i sahi ne kadar anlayabiliyorlar ve onun eliyle verilen ilahî terbiyeden ne kadar nasiblenebiliyorlar ve nasiblenebiliyoruz?

*

‘Hacc’ ve ‘qurban’ günlerindeyiz..

Ya da, kendi toplumlarının inançlarından ve o inanç etrafında şekillenmiş kültürden nasibsiz ve de ‘qurban’ın Hacc’ın tamamlayıcı aslî cüz’ü olduğundan habersiz olan  -sözde aydın-’ların komikliklerini yansıtan cümlede olduğu gibi, ‘Bu yıl, hacc ve kurban yine aynı zamana denk geldi..’ !!!

*

Ama, nedir Hacc ve Qurban..

Bu konuları burada uzun uzun izaha, bilinenleri tekrara gerek yok..

Kurban Bayramı deyince, bazılarımızın kurban kesip et, Ramazan Bayramı deyince de bazılarımızın da şeker yemeyi anlaması, müslümanların içine düştüğü idrak ve kavrayış sathîliği açısından elbette ki hepimize sıkıntı vermesi gereken bir durum.. Bu, tabiatiyle, reçeli kavanozun dışından yalamaya kalkışmak gibi bir tablo çıkarıyor ortaya..

Ramazan Bayramı’nda, nefsimize şuûrlu olarak bir ay gem vurup ten kalesine baskın yapmayı ve bu ruh ve beden disiplininde başarılı olduktan sonra, onun neticesinde, zaferimizin sevincini yaşamayı düşünemiyorsak..

Ya da, kurbanı, ‘qurbe’t-en’lillah’ (Allah’a yakın olmak) niyeti için ve aziz bildiğimiz diğer bütün değerlerimizi ikinci plana atmak şuûru içinde değil de, ‘Hak için kurban, küp için kavurma’ deyimine uygun bir şekilde kesiyorsak; elbette ki, bu hepimize üzüntü ve sıkıntı vermesi gereken bir idrak zaafını ortaya koyar..

*

*Hacc, sembollerin ençok olduğu bir ibadettir..

İbadetlerimizin pek çoğu sembollerden, sembolik ifadelerden oluşur.. Böylece de hemen her zaman ve mekanda, etkisini sürdürür.. Hacc da, sembollerle en fazla yerine getirilen ibadetlerden birisi.. Hacc da, gerçekte, Hz. İbrahîm’in yaşadıklarını, yine o mekanlarda hatırlayıp tekrarlamak ve o ruhu nun nesillerden nesillere aktarılması vazifesini gören bir ibadet..

Sa’y ve Tavaf’lar, ‘Vaqfe’, ‘meş’ar’ ve  kurban kesme ve şeytan taşlamalar, evet bunların herbirisi, Hz. İbrâhîm’in hayatından geleceğe mânaları sembolik olarak yansıyan hareketler.. 

Eğer bu anlaşılmayınca.. Nice hacıların şeytan taşlama sütunu karşısında, şeytanı temsil ettiği kabul olunan o sütuna pis sözler sarfedişlerini, hattâ o sütuna doğru ellerindeki şemsiyeleri, ayaklarındaki sandalet veya ayakkabıları bile fırlatmak şeklindeki sığlığı hatırlayalım..

Ama, 20 yıl öncelerde kupkuru taş çölü olan Arafat ve çevresinin şimdilerde ağaçlandırılmış ve yemyeşil hale getirilmiş olması gibi güzellikleri de bu arada zikredelim.. Yapılan yollar, açılan onlarca tüneller, sıcak havayı serinletebilmek için, su zerreciklerinin  havadan yüzlerce fıskiye ile bütün Arafat Meydanı üzerine püskürtülmesi de aynı cümleden..

Ama, bu imkanlar bize, o yerlerde, Hz. İbrahîm ve takibçilerinin de bu hareketleri binlerce yıldır bugünkü rahatlıkla yerine getirdiğini zannettirmemelidir..

Kezâ, Mescid’ul Haraam’ın bir köşesinde yer alan Merve- Safa tepeleri arasındaki gidiş-gelişler de öyle.. Merve ve Safa tepeleri arasında Hz. Hâcer’in ‘su, su’  diye çırpınışlarını hatırlayanlar, o çetin şartları Merve ve Safa’nın bugünkü durumuna; üstü kapalı, serinletilmiş bir koridorda ve dümdüz bir mermer yol üzerinde yapılan ‘sa’y’e göre anlamaya  kalkışırlarsa, tabiatiyle pek çok şeyi hissedemiyeceklerdir..

*

Hacc, insanın yeryüzündeki geçmiş macerasının ve insanların dünyadaki beşerî ölçülerle değil, Yüce Yaratıcı’nın ‘hilkat’teki  hikmet ve hedeflerine uygun ölçülerle değerlendirilmesi gereken Mahşer’in bir provası..

İhram, bütün dünyevî imkan ve sıfatlardan, insanların itibar ettiği fâni değerlerden, kavmî, ırkî, rengî, cinsî, sosyal, ekonomik, bütün farklılıkları bir tarafa bırakıp, bir bez parçasından ibaret bir ten kafesi içindeki bir ruhu yüceltme arzusunu özetliyor.. Bütün unvanlardan, alkışlardan, beşerî itibar ve ölçülerden uzak ve onların kesinlikle terkedileceğini telkin eden bir örtü..

Hatırlayalım ki, önceleri bir gansgster olup cezaevinde müslüman olan merhûm Malcolm X (Mâlikeş-Şa’baz),  Amerika’daki beyaz ırkçılığı karşı, İslam’ı siyahların dini zannederken; lideri Elijah Mahomed’in izin vermemesine rağmen, Hacc’a gitmekte ısrar etmiş ve orada, her ırk, renk, cins, kavim, ülke ve sosyal kesimden insanların,  dünyevî bütün fânî ve sahte kazanımlarından sıyırılıp bir ‘ihram’a bürünerek yaptıkları Hacc ibadeti ile, İslam’ın ne muazzam bir cihanşumûl insanî hayat tarzı ve proğramı olduğunu idrak etmiş ve o şuûrla ülkesine döndüğünden mısa süre sonra, bu yeni kimliğinden korkanlarca katledilmişti..

Böyleyken, 5 veya 7 yıldızlı denilen otellerin Kabetullah’a nâzır odalarından, mustaz’afların, /hakları ellerinden alındığı için zayıf bırakılmış olanların sığınağı olan Kabe’yi konfor içinde temâşa etmekten sevab uman zengin görgüsüzlüğüne ne demeli?..

*

Mekke-i Mukerreme..  Umm’ul Qurrâ’ (şehirlerin anası)diye de bilinen kutlu belde..

Ve, Mekke ve çevresi, Arafat, Muzdelifue, Mina dahil,  harem-i emn-i ilahî..’

Oraya ulaşan herkes, Ev Sahibi’nin (Allah’u Tealâ’nın) özel misafiri hükmündedir ve nasıl ki, misafir, kendisini ev sahibinin korumasına tevdi ve emanet etmişse, burada da, Ev Sahibi’nden başka kimse bir takım sınırlar koyamaz.. (Ama, bugün, Allah’a vekalet etmek iddiası ile nice zâlim yönetimler buralarda, tahakküm ediyorlar..)

Halbuki, Hacc mekanları, aslında kılıcı kuvvetli olanların değil, yetkili bir merci eliyle ve gerçekten de sadece hizmet için vazifelendirilmiş kimselerin hizmet alanı olmalıydı, olmalıdır..  Meselâ, ‘dünya müslümanlarının ortak şûrası’ gibi bir kuruluş tarafından- vazifelendirilmiş kimseler eliyle yönetilmesi gereken bir mekan..

Bir ‘belde-t’ut-tayyîbe..’

*’Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da...’

Orada kimsenin kimseye veya Allah’a, diğerlerinden daha yakın olmak iddiası yok.. Orada herkesin durumunu, Ev Sahibi’nin ölçüleri belirliyor, insanlar misafirlerin değil..

Ve orası her müslümanın vatanıdır, onun için de orada seferî sayılmayız, namazlarımızı tam kılarız..

Hacc bize, başka türlü vatan anlayışlarını terketmemizi ve zihnimizde, vatan anlayışının İslamî ölçülere uygun bir şekle getirilmesini hatırlatıyor..

Muhammed İqbal’in  ‘Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm’u Şâm nist,/ Merz’u bûm’u mâ, be’cuz’ İslam nist’ / Bizim kalbimizde Hind, Anadolu veya Şâm (bugünkü Suriye, Irak ve Lübnan ve Fılistin) diyarlarının sevgisi yoktur.. Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ diye terennüm ettiği anlayış, yani..

Düşünebiliyor muyuz.. Henüz yüzyıl öncelerdeki, ediblerimizden niceleri bile, ‘vatan’ı, ‘merkezinde, Kâbetullah bulunan coğrafya’ gibi tariflerle anlatırlardı.. Evet, müslümanın vatanının sınırlarını nehirler, dağlar gibi coğrafî sınırlar veya telörgüler, mayın tarlaları gibi manialar değil, İslam’ın ahkâmının hâkim olup olmadığı gibi ölçüler belirliyordu..

Bugün ise, ‘vatan’ denilince, neredeyse herbirimizin zihninde yığınla kutsallaştırılmış ulusal coğrafyalar, ulusal sınırlar, ulusal bayraklar, ulusal marşlar, ulusal başkentler, ulusal ordular geliyor akla..

*

Ve  ‘Qurban’..

Bütün ilahî denlerde ‘kurban’ var..

Hattâ.. Merhûm Muhammed Hamidullah, hind beşerî dinlerinden brahmanlığı anlatırken, Seylan adasında, kutsal bilinen bir incir ağacının altına oturup, oğlunu Tanrı için fedâ etmek isteyen bir krala, son anda gönderilen bir koyun hikayesi bulunduğunu anlatıp, bunun bize neleri hatırlattığını sorar ve sonra da, Brahm ile, ‘İbrahim, İbraham, Abraham, Avram, Brahimî’ gibi telaffuzlar arasında bir ilginin olup almadığını düşünmemizi tavsiye ederdi..  Kezâ,  ‘We’t-tîn-i ve zeytunî..’ diye başlayan Tîn Sûresi’nde, Tîn (incir) ve Zeytun’e yemin edilmesinin, bildiğimiz meyveler üzerine olmayabileceğini; Zeytun ile Hz. İsâ’nın şeriatinin sembolü olarak kabul edilen Zeytun Dağı’na, ve Tîn ile de Hz. İbrahîm’in şeriatinin sembolü olan İncir’e bir işaret olup olmadığını düşünmemiz gerektiğini de hatırlatırdı..

Böyleyken, bugünlerde bazılarının, ‘kurban, şamanlıkta da vardı ve bize şamanlıktan geçme bir âdettir..’ şeklinde acaib yorumlarla ortaya çıkması  şaşırtıcı değil midir?

Kur’an-ı Kerîm’in sarih beyanına göre, kendilerine bir peygamber gönderilmeden hiç bir kavim helak edilmediğine göre, bütün eski kavimlere de peygamberler ve onların eliyle, vahyî bilgi ve emirler gelmişti.. Ama, nice toplumlar gibi, muhtemelen türkî kavimlerin de asırlarca önceki ataları olanların dini olan şamanlık da, bu gibi özü itibariyle ilahî olan  hükümlerden, câhillikle veya kasden çarpıtmalar yapmış olabilir..

*‘Kurban, bütün ilahî dinlerde olduğuna göre, bozulma asıl alınamaz.

Böyleyken, bütün ilahî dinlerde var olan ve insanlık tarihiyle yaşıt olan kurban ibadetini,  sadece şamanlıkla izaha kalkışmak ne kadar sağlıklıdır?  Gerçekleşen her bir niyet, atlatılan bir kaza, başarıyla verilen bir imtihan veya beklenen bir sağlıklı doğum gibi büyük müjdeler için insanların kurban adamasını bile, alay mevzuu yapan bazı ‘müslüman düşünür’ler, o adak kurbanların etini yiyemiyeceklerini, onların ancak fukaraya dağıtılması gerektiğini bilmezler mi? Bu gibi kimseler, sahi, bir sene boyunca boyunca hiçi et yememiş olmamış ne demek olduğunu biliyorlar mı? Kurban kesen komşularından kendilerine de bir parça et gelmediğinde, çocuklarının yanında daha bir mahcub duruma düşen ana-babaların acılarını yaşamışlar mıdır?

Kapitalist/ materyalist dünyanın öncü güçleri kurban bayramı’mızı hayvan boğazlama ve katliâmı olarak nitelediler diye, bizim de konuya öyle mi bakmamız gerekiyor?

Unutmayalım ki, yıllık et tüketimi açısından, kişi başına 90 kilonun üzerinde et düşen kapitalist/ materyalist toplumlar ve onların bizim toplumlarımızdaki uzantıları, et tüketimi açısından kişi başına yıllık ortalaması 15 ve hattâ 5 kiloyu bile bulmayan müslüman toplumlarını suçlar ve bize sahte bir hayvan sevgisi telkın etmeye çalışanken; içimizdekilerin de, senede bir kez yaşanan bir bayramı, ‘kan, kan her yerde, kan, bağırsak, deri..  Kana doymayan bir Tanrı tasavvuru olur mu?’ gibi, T. Fikretvarî  laflarla lekelemeleye çalışması, idraklerde olumlu bir etki uyandırıyor mu, sahi?

*

Elbette ki, kurban kesmekteki asıl hedef, Allah’a yakın olmak uğrunda ödenen bir bedel olarak, Allah’ın kullarına merhametle yaklaşmak ve O’na yakın olabilmek için, bütün sahte değerlerden uzaklaşmaktır.. Bunu herkesin aynı idrakle kavraması mümkün olamayabilir, ama, bundan dolayı, bir ibadetin özünü hafife almak, onu sulandırmaya veya buğulandırmaya çalışmak ne kadar makûldür?

Hz. İbrahîm’e, oğlunu kurban etmesi şeklindeki ilahî emrin bir rüyada gösterilmesindeki murâd-ı ilahî üzerine çeşitli izahlar yapılmıştır.. Allah’u Tealâ’nın muradının, Hz. İbrahîm’e oğlunu kestirmek olmadığı gibi, ve ona müsaade etmiyeceğinin de ilm-i ezelîsi ile ilahî tasarrufu altında olduğu da bu beyanlar cümlesindendir..  

Bu değerlendirmeye göre, Hz. İbrahîm de, rüyanın kendisine, sevgisi bir tutku halinde, bütün benliğini sürükleyen oğlu dolayısiyle gösterildiğini düşündü ve bunu bir ilahî ihtar olarak değerlendirdi ve bu tutkudan kurtulmak için onu fedâ ve ‘qurb-i ilahî’ için ‘qurban’  etmek istedi.. Hz. İbrahîm’e ve dolayısiyle bizlere, hiç bir sevginin, bizi Allah’dan uzak düşürmemesi, Allah’ın insandaki tahtı mesabesinde olan kalbimizde hiçbir şeyin O’nun yerine geçmemesi gerektiğini hatırlatmak için, o temsilî sahne sembolik olarak sunuldu..

Yani, herbirimiz, ‘İsmail’imiz her ne ise, onlardan Allah için vazgeçebilmeliyiz..

*

Put kırıcılığı da, Hacc’ı da, Qurban’ı da, atamız İbrahîm Khalîlullah’ın idrakiyle yapmak nasibine ulaşabilirsek, ne mutlu..

Kendisini bu mânada Âl-i İbrahîm (İbrahîm nesli) olarak bilenlerin ve bu idrake erişmeyi hedef edinenlerin bayramlarını tebrik ve bu yüksek anlayışın bereketine nail olmalarını niyaz ederek..

 

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum