1. YAZARLAR

  2. Sait Alioğlu

  3. Alevilik Üzerine “Geçmiş Dönemlere” Ait ‘Bazı’ Mülahazalar…
Sait Alioğlu

Sait Alioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Alevilik Üzerine “Geçmiş Dönemlere” Ait ‘Bazı’ Mülahazalar…

01 Ekim 2012 Pazartesi 05:30A+A-

Alevilik, İslam dışı mı, Değil mi?

CHP’nin Alevi kökenli Tunceli/Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün, geçenlerde “Alevilik İslam dışı bir dindir, ibadet yeri de cemevi!”dir, yollu bir ifade irat etmişti. Aslında maksadın husûle gelmesi açısından hiç de yabana atılmayacak bir söylemle karşı karşıyaydık, işin aslına bakılıp meselenin künhüne vakıf olunduğunda!

Bunun gibi, Alevilikle ilgili, Aleviliğin ne olup olmadığı konularında, yetkili ya da ‘yetkisiz’ birçok Alevinin bu konularda beyanatı medya organlarında yer alıyor ve üzerinde de bir tartışmayı elzem kılıyordu, konuya Alevilik açısından bakıldığında…

Gerek geçmişten bu yana ve gerekse de bugün içerisinde, ister Alevi olsun ya da olmasın birçok kişinin, araştırmacının ilgisini çeken konuların başında Aleviliğin, yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘ne’ olup olmadığı mevzuu önemli yer tutmuştur. Alevilik en başta bir İslam mezhebi mi, İslam’dan beslene gelen bir meşrep mi veyahut ta onun dışında oluşmuş farklı bir dinsel, ya da meşrebi yapı mı?

Aleviliğin ne’den ve ne’lerden etkilenip şimdiki yapısına büründüğü ve hangi temelleri baz aldığının en önemli delili bizce, ‘dindar’ Alevilerin İslam’a yönelirken, kat ettikleri mesafe ve onu nelerle bağdaştırıp bağdaştırmadıkları meselesidir bize göre; “Alevilik, en genelde Şamanizm’in, Zerdüştlük’ün, Budizm’in, Hıristiyanlık’ın veya farklı pagan inançların taşıyıcısı olan Farisi, Kürdi, Türki, Rumi vd. gayrimüslim halkların Müslümanlaşma süreçlerinde yeterince terk edemedikleri eski inanış ve alışkanlıklarıyla yeni dini telakkileri bağdaştırma, yorumlama ve bu eklektisizmi yaşama biçiminin adı olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Alevilik, İslam’ın açık ve lafzi hükümlerinin belirlediği ana akımdan ziyade, İslam’ı ifade eden temel esaslardan kopuk veya bu esasları Batıni yaklaşımlarla yorumlayan (heterodoks) bir tanımı ifade etmektedir.”(Hamza Türkmen, Açılım Politikaları –Kemalizm ve Müslümanlar, s.89, Ekin Yay. İST.)

Bu ifadelerden yola çıktığımızda bizlerin Alevilik ile ilgili kendi görüşümüzden ziyade Aleviler bu türden ve dışarıdan yapılan –İslami ya da laiklik bazında- tanıma katılıyorlar mı, katılmıyorlar mı, inançları, düşünceleri ve eylemleriyle bu tanıma uyuyorlar mı, uymuyorlar mı meselesi önem kazanmaktadır. Bizim kendimize ait bir görüşümüz elbette vardır, ama burada muhatap çevrenin, ya da çevrelerin dile getirecekleri sözleri ve söylemleri, aslında işin mahiyetini de ortaya koyacaktır!

Şimdi, Alevilik İslam’dan ayrı bir cüz, ayrı bir din mi, yoksa İslam içi bir mezhep, meşrep veya kültürel durum mu?

Haksöz dergisi yazarı Hamza Türkmen, Alevilikle ilgili “Hangi Alevilik?”soru başlığı altında; Aleviliği İslam kültürü içerisinde değerlendiren Kemalist Cem Vakfı, tabanı olmayan ve tabela teşkilatı olarak kurulan birçok Alevi derneğinden bahsetse de başta Diyanet İşleri Başkanlığı(DİB) olmak üzere Alevi olmayan hiç kimse ve kuruluşun kendilerini tanımlamasını istememektedir.” Diye bir Tespitte bulunmaktadır.(a.g.e s.97)

Hamza Türkmen, Alevilerin iç ihtilafları ve bölünmüşlüğü karşısında Alevi sorununu çözmek ve bu konuda bu kimliğin kendini ifade etme özgürlüğünü elde etmesini desteklemek için bile Alevilik tanımının tartışılması gerekmektedir.” Diyerek, konunun önemini bir o kadar da karmaşıklığına vurgu yapmaktadır.(age, s.97)

Gerek Alevilerin kendileri olmak üzere, Alevilik dışında duran geniş Müslüman kitle, gerek Alevilere ‘özürcü’ bir mantıkla yaklaşan bazı Müslüman tipler ve oluşumlar ve gerekse de Aleviliğin İslam içi ve İslam dışı, aynı zamanda da ontolojisinin mahiyetine bakmadan, o kitle üzerinden kendi sol vesayetini kabul ettirip sürdürme telaşı içerisinde olan laik ulusalcı kesimler açısından baktığımızda; bu topraklarda modernleşme sonrası oluşan, fıtri ve aynı zamanda da Müslümanlara ait birtakım hakların gaspına yol açan sorunlarla ilgili bir özeleştiri ve empati vs. ciddi anlamda yapılmamıştı.

Birtakım lokal ve aynı zamanda da akim kalan bazı çabalara rağmen ne muhafazakâr, ne millici kesimden olmak üzere, Alevilik gibi konuların rantını yemekle meşgul sol/sosyalist kesim açısından da başta Kürt açılımı olmak üzere, Roman ve konumuz açısından söylersek Aleviliğin ve müntesiplerinin var olan kadim sorunlarını çözmede, bugüne kadar ne bir iktidar ve ne de sivil güçler tarafından bir çaba ortaya konmadı.

Hatta sosyal demokrat kimlikli partisinde, yoğunluklu olarak Alevilere yer veren müteveffa Bülent Ecevit, Alevilerin meşruiyet arayışlarına girip bir yol aradıklarında, onlara şöyle diyebilmişti: “Önce siz gidin kendi aranızda anlaşın, sonra bana gelin.”

Bizce, içeriğinden ziyade, bazı kasıtlı ve iktidar içre sıkıntılara rağmen, cesur bir adım olarak adı konmaya çalışılan açılımlar serisinden sayılan Alevi açılımı ile ilgili birçok ‘çalıştay’ yapıldı. Konunu uzmanları, çeşitli STK’lar ve muhatap çevre olan Alevilerin katılımıyla yüzlerce ve onlarca yıldır adeta genetikleşen sorunlar yumağına el atılmaya çalışıldı. Ama gerek Alevi kesim içerisinde mevcut iktidarın, biraz da konjönktür gereği, kalıcı hale gelen her yaptığı işi ve atmaya çalıştığı her adımı, kendileri açısından bir teslim alma/alınma ve çözülme olarak okuyan taraflarla birlikte, geleneksel refleksleriyle sanki bugüne kadar Alevi kitleyi güya korumayı kendisine bir hak telakki eden sair sol/sosyalist kesimlerler birlikte, geçmişte iktidarın nimetlerini tepe tepe, kullandıktan sonra iktidarı elden giden siyasi çevreler, bunlara ve politikalarına yanaşıp Ak Parti düşmanlığını, ne adına olursa olsun savunan bazı toplumsuz ve temelsiz İslamcı kesimlere rağmen, ister T.C. ve geleceği adına, ister mevcut iktidarın, varlığının üçüncü şahıslara hissettirmeye çalışıldığı bir ‘İslami hassasiyet’ veya başka bir şey için olsa bile açılımlara adım atıldığı gözden kaçmamaktadır!

Bu koronun esas sac ayağı ise baştan beri Kemalist oligarşik sistem içerisinden kendisine düşen görevi deruhte eden ve vesayeti baz alan askeri ve sivil bürokrasi vardı ve bu sac ayakları sonucunda, cumhuriyetin kuruluşunun da bir açıdan teminatı olan sorunlar bir çözüme kavuşturulmaktan ziyade ha bire kangrenleştirildi, durdu, onlarca yıldır…

Bu kangrenleştirme ameliyesine karşı, hangi kesimden olursa olsun birkaç namuslu aydın, kalem ve insandan başka da ses çıkaran olmamıştı bugüne kadar! Ama bir nevi uyku hali içerisinde, homurdanmalar, sızlanmalar, gizli isyanlar ise,  gırla gitmişti…

“Sistem içi gizli iktidarını kaybetmek istemeyen asker ve sivil bürokrasi de, CHP de Kürt-Türk, Alevi-Sünni çatışmasını kaşıyarak, irtica kampanyaları ile İslamofobi üretip laik ve Alevi kitlelerde korku psikolojisi yayarak, psikolojik harp taktikleriyle ayak sürtmeye çalışıyor. Ama Erdoğan hükümeti, Eski Başbakan Bülent Ecevit gibi, “Önce siz gidin kendi aranızda anlaşın, sonra bana gelin.” Ertelemeci yaklaşım sergilemiyor, kendini belden aşağıya bir söylemle bile eleştiren muhataplarıyla diyalog kurmaya, Alevi sorununu çözmeye çalıştığı…” belirtiliyor.(a.g.e. S.101)

Araştırmacı yazar Ramazan Yazçiçek, ‘Alevilik ve Türk Müslümanlığı’ başlığında “Alevilik/Bektâşilik: Kendine Rağmen Heterodksi’ adlı bölümde şunları söylemektedir; “Türk Müslümanlığı paradigmasının bir anlamda kendisine ihale edildiği Alevilik, kavramsal ve tarihsel yönüyle üzerinde durulması gerekli bir olgudur. Zira bu inanış veya kültür grubunun düşünsel zemini, gelişim serüveni irdelenmeden Türk Müslümanlığı talebini doğru anlamlandırmak mümkün gözükmemektedir. Alevilik/Bektâşilik olgusunu çoğu ideolojik veya zorlama bir tarzda İslâm inancı içerisinde meşru bir yere oturtma çabası, yanlış bir iz sürümün başlangıcı olabilir.” diyerek aslında meseleyi özetliyor.(Ramazan Yazçiçek; Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, s.111, Ekin Yay. İST.)

Konumları Gereği Günümüz Alevi Öbekleri ve Bazı Sünni Bakış Açılarının Özeti…

Kendi bütünlüğü içerisinde, Sünni kesime izafe etmek açısından Aleviliği İslam içi olarak görme eğilimine sahip birçok kişiyi, uzmanı ve ilgilisini görebiliriz. Bunları kabaca tasnif ettiğimizde; Kaynaklara cidden başvurmadan sözde Müslümanlar arası vahdet gerçekleştirmek için Aleviliği İslam’ın mezhep ve meşrep bazında esaslı bir yorumu olarak gören çevreler. Ki, bunların çoğu, ya Diyanet kurumu gibi, salt vatandaşlık hakları açısından olaya “Açılım” mevzuundan ‘iktidar ve devlet’ perspektifiyle yaklaşanlar ve bir de bir modernist İslami algı içerisinde olup en başta kendi adlarına alan genişletme düşüncesinde olanlar. Ör. Y. Nuri Öztürk vb.

Diğer kesim ise, yani Alevi kesim açısından, yine bir ‘iyi niyetle’ kendilerini İslam içinde görme istidadını sürdürmek isteyen ve Alevi kitle içerisinde birtakım dinsel ve sosyal makamları bulunan, bunları korumaya çalışan ve bu makamları vasıtasıyla da alanlarını genişletme, Alevilerin makul anlamda önderliğini üstlenme ve Diyanet(DİB) kurumu içerisinde reform yapılmasını isteyen çalışma ve çabalar içerisinde olanlar. Ör. Cem Vakfı vb…

Birde bunun yanında Aleviliği baştan beri İslam dışında görme eğilimini besleyen, kendileri de Alevi bir kökene sahip olup süreç içerisinde ise, aslında Aleviliğin de dayandığı metafizik bir çerçeveyi bilerek ‘es geçen’ ve Aleviliği de bu sayede(!) materyalizm ve sair ideolojik seküler, laik, sol/sosyalist bir çerçeveye dâhil etme uğraşısı veren ‘Alevici’ çevreler, kurumlar ve şahıslar. Ör. Pir Sultan Abdal Derneği, Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Ki,  bu çevreler DİB’in tamamen kaldırılmasından yanalar…

Bir üçüncü kesim ise; Aleviliği İslam’ın özü olarak gören, Müslüman mezhepler arasında kucaklaşmayı savunan ve kendi açılarından İslam’ın özü olarak gördükleri Aleviliği hem Sünnilere ve hem de Alevilere öğretme çabası içerisinde olanlar. Ör. Dünya Ehl-i Beyt Vakfı ve vakfın açmış olduğu Alibeyköy/İstanbul merkezli faaliyet gösteren Ehl-i Beyt Akademisi…

İster modernist eğilimli, ister gelenekçi eğilimli olsunlar, en azından sosyolojik planda Müslüman ve Sünni cenahta sayılan kişi ve kurumlara bakıp Alevilik ile ilgili bir değerlendirmede bulunduğumuzda, sağlıklı bir sonuç alabilecek isek, başta Sünniliğe, Şiiliğe ve sair diğer ekollere bakıp bunların hiç birinin ilim ve insaf ehli tarafından salt kendi başına İslam’ın, Kur’an’ın ve Sünnetin temsilcisi olarak değerlendirmediklerini görebiliriz. Ama maalesef, genel itibarıyla, sunmuş oldukları bilgi ve usûl, mezhepleşip kalıplaşmıştır. Bugün yer yer donuklaşan bir anlayış kendini dayatmaya devam etse de, biz,  söz konusu ekolleri, kendilerini dayandırma ihtiyacı hissettikleri kaynaklara hürmeten muhafaza ederek, maksadın hâsıl olması için her açıdan bir değerlendirme ve eleştiriye tabi tutmalıyız. Zaten yaklaşık yüz kusur yıldır gündemde tutmaya çalıştığımız “İslamcılık” formu, var olan bu ekolleri tasfiyeden ziyade, onları ıslah etmeye yönelik çaba göstermektedir. Mezheplerin dayandığı kaynaklar “esas” kaynaklardır, ama form değişikliği ise zaruridir. Fakat bu çabaya karşı, yönetilen gelenekçi ve muhafazakâr itirazlar, İslamcıların kimi karşı çıkışlarına rağmen, yine de taraftar bulmaktadır.

Aleviliğe gelince, bu olgu, apaçık bir dinselliğe mi, ya da Sünnilik, Şiilik, Haricilik ve benzeri İslam ve Şeriat içi bir yapıya mı tekabül eder, belli değildir ve kapalılığını da ‘ısrarla’ korumaktadır. Bu konuda asıl kararı biz vermesek bile oluşan milliyetçi –Şamanist ve Zerdüşti- mantık içerisinde bazı bilimsel verileri(!) baz almaya çalışan Türk, Kürt ve Zaza ulusalcılıkları, Alevilik üzerinde, kendilerine temel bulabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Ör. PKK ve Ergenekoncu laik ulusalcı ve bazı ‘sol’ çevreler…

Peki, Türk’ü Türk, Kürd’ü Kürt ve Zaza’yı da  Zaza yapan İslami değerler –mezhepler bazında bile olsa- neden ulusalcılar tarafından söz konusu toplulukların iyiliği adına, genel bir anlama teşmil edilmiyor da, adını zikrettiğimiz toplulukların İslam öncesi şirk halleri ve buna bağlı olarak da şirk dönemlerini kapsayan gayri İslami zamanlar dikkate alınıyor? Burada Batıcı ve batının, bir nevi amentüsü hükmünde olan kendine varlık gerekçesi olarak gördüğü sömürgeci mantığına ve fiili sömürüsüne, sosyal, siyasal, kültürel vb. açılardan seküler algıya uygun topluluklar oluşturma çabası dikkate değerdir. Eğer laik ulusalcılar dürüst olsalardı, kendi halklarının iyiliği için İslami değerlere vurgu yapar ve bu değerler üzerinden kotarılan nevi şahsına özgü bir ulusalcılık(!) üzere olurlardı! Ama bunun son tahlilde, ulusalcı ontolojik vakaya uygun olmadığı açıktır. Sebebi ise,  ulusalcılığın, Batının modern dönemlerde kotardığı “aydınlanmacı hayat anlayışına” bire bir uyan,  pozitivst, seküler/din dışı bir formu, batı dışı toplumların felahı(!) için salık veren oryantalist bir bakış açısını kapsamaktadır. Kısaca, ulusalcılık asla Doğunun kadim değerlerinden değil, Batının Doğuya biçmeye çalıştığı ve doğrudan beslediği teslimiyetçi ve müdahaneci/yağcı/yağdanlıkçı bir ruh halini yansıtır! Nitekim ekseriyeti Sünni kökenli olan Kürt ulusalcılarının Zerdüştlüğü milli bir din olarak gündeme getirmeleri ve sol tandaslı Türk, Kürt ve Zaza Alevi aydınlarının, bir baskı unsuru olarak, Alevilere Hıristiyan olmalarını tavsiye etmeleri, bizi bu konuda haklı çıkarmaktadır.

Ancak unutulan bir nokta var ki, o da tarihi süreç içerisinde Ön Asya mukimi bu halkların ezici çoğunluğunun, Kur’an’an sadır olan Şeriatı baş tacı yapmaları ve kendi hayatlarını ‘örgütlü’ olmasalar bile, Şeriat çerçevesinde sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bu çaba, her türlü inhirafa ve karşı saldırıya rağmen temelinde Kur’an’ın o silinmez izlerini bünyesinde barındırmaktadır. Bunun en esaslı temeli, yazılı bir kaynağa dayanıyor olması, geçmişini, bugününün ve geleceğinin teminatı olarak muhkem bir kıbleye sahip olması, ondan gıdalanmaya çalışan usûl ve farklı olarak da ahkâm yoksunu dedelerin, babaların, pirlerin tasarrufunda olmayışıdır…

Her ne kadar eskimiş olsalar ve külli bir eleştiriye tabi tutulsalar da Şeriat merkezli, itikadi ve siyasi yapılar olan Sünni, Şii benzeri oluşumlar, kendilerini esas kaynaklardan hareketle yeniledikleri sürece İslam’a olan aidiyetlerini devam ettireceklerdir. Ama maalesef temeli Orta Asya, Hindistan ve İran’ın kadim kültürlerine dayanan ve yüzlerce yıldır Anadolu’da varlığını sürdürmeye çalışan Alevilik için aynı şeyi, maalesef söyleyemiyoruz…

Bu, kendilerini, Aleviliğe nispet eden çevrelerin halen üstesinden gelemedikleri bir konudur. Bunun başlıca sebebi ise, Alevi kitlenin büyük oranda “din” ve en önemlisi de “ed-din” vasfından uzak bir din telakkisine sahip olmalarıdır. Kendini Şeriat üzere gören diğer yapılanmalara baktığımızda, Aleviliğin var olan bu sıkıntısı, ontolojik olarak karşımıza çıkar.

Kaldı ki, Aleviliği Orta Asya içlerinden, Horasan’dan vb. yerlerden kültürel olarak taşıyıp Anadolu’da din olarak sunmaya çalışan kanaat önderlerinin bile, yaşadıkları dönemde Kur’an ve Sünnetle irtibatları her zaman tartışmalı olmuştur. Eğer böyle olmamış olsaydı, Aleviler sadece kültürel bir topluluk olarak, kendi yaşamlarını sürdürür ve bunu da cari, yani yürürlükte olan herhangi bir fıkha dayandırırlardı. Bu durumda, genel olarak Türklerin Sünni/Hanefi veya Şii/Caferi; Kürtlerin ve kısmen de Zazaların Sünni/Şafii vb. oldukları gibi herhangi bir mezhebe mensup olmaları gerekirdi. Veya bu formların dışında da kalsa, Şeriatı baz alan, herhangi bir İslami formu ellerinde tutarlardı.

Ancak görüldüğü kadarıyla söz konusu kanaat önderlerinin uygulamaları, ya Orta Asya’da bozuma uğrayan, ya da Anadolu kültürler mozaiğinde yeni şekiller alan ve çeşitli renklere bürünen bir çerçeveye oturmaktadır. Bunun en bariz örneği; Alevi/Türkmen, Kürt ve Zaza kesimlerde halen varlığını koruyup sürdüren “dede-baba” geleneğidir. Hakeza, inhırafa düşen ve kendini Sünniliğe nispet eden bazı toplulukların Kur’an dışı kutsallık anlayışları, Kur’an dışı ritüelleri ve hayata bakış açıları Aleviliği aratmayacak cinsten olup bir ıslah ve tecdidi, yani yenilenmeyi elzem kılmaktadır! Ör. Mevlevilik…

Bu anlayış büyük oranda Anadolu eksenli, kısmen de Orta Asya ve İran’ın ‘kadim’ kültüründen kaynaklanan geçmiş döneme ait din ve buna bağlı olarak da bir hayat algısını, yüz yıllardır süren Kur’an merkezli bir arınma hareketine rağmen, kendini tenvir edemeyen yanını ortaya koyar. Hal bu ki bu tehlike, Arap coğrafyası gibi bazı bölgelerde ‘asgari’ oranda seyretmekte olup ve devam eden ıslah çabaları sonucunda, hızla irtifa kaybetmektedir. Fakat maalesef Anadolu’da yüzyıllar öncesinde oluşan Kur’an dışı bir İslam anlayışı ve kırılması hayli zor olan önyargılar, Sünni’sinden Alevi’sine kadar koca bir toplumu esir almış durumdadır. Oysa bu yanlışlık, bu coğrafyanın kaderi biçiminde sistematize edilip peşin bir kabulle sahiplenilmemeliydi… 

Günümüze geldiğimizde, başta Sünni kesim açısından söylersek; elimizde el’an mevcut olan Kur’an’ın mesajını ve onun bir açılımı sayılabilecek Sünnet olgusuna rağmen, öteden beri bizde var olan yanlış din anlayışı sonucu hayatımız anlamını kaybetmekte, anlamsızlaşmakta, din adı altında algılayabildiğimiz bilgi kırıntılarıyla dindarlık yapılmakta ve İslam’ın ruhunun insanlığa bir mesaj vermesini, bile isteye olmasa da, zımnen engellemiş oluyoruz…

Bu algı ve telakkinin mutlaka değişmesi için de her tür yanlış anlayışın farkında olup sorgulanması ve akabinde de yargılanması ve kesin bir hükme tabi olması gerekir ki, hakikate ulaşalım! Alevilere gelince ise; Alevilik, bir kültürel durum mu, bir ekol mü, bir İslam mezhebi mi, ya da ‘yoksa’ baştan beri başlı başına bir din mi olup olmadığının bir cevabının, sahici bir biçimde oluşturulup öncelikte içe dönük olarak verilmesi gerekir. Bunca inhırafa, yani hurafe haline, ifsada ve saldırıya rağmen, bizim düsturumuz, yeniden arınma ve ıslah açısından “Ey iman edenler, iman ediniz!” kelâm-ı ilahisi olmalıdır!

Osmanlı Alevilikten neden ve niçin vazgeçti?

Anlaşıldığı kadarıyla Alevilik bağlamında yüzlerce yıldan buyana, Orta Asya, Hint alt kıtası ve İran havalisine ait İslam dışı inançların karşımı bir formla yüz yüzeyiz. Burada sorulması gereken esas soru şu olmalıdır; İslam şeriatının ve kültürünün ciddi olarak ele alındığı, uygulandığı, yaşana geldiği dönemlerde Alevilik vb. dışında hemen hemen, birçok inancın herhangi bir baskıya maruz kalmadan, dolayısıyla gizlenme ihtiyacı hissetmeden varlıklarını sürdürmelerine rağmen, niçin Alevilik vb. kendini veya kendilerini şehirli/medeni ilişkiler bağlamında korunaklı hissetmemiş, günümüze kadar efsane ve hurafe atmosferi içerisinde, kırsalda kalakalmıştır? Bu ciddi bir sorundur ve bu sonunun cevabı –aynı zamanda kaynağı- geçmişten tevarüs eden, kendi ontolojik/varlık sebebi bağlamında mündemiçtir.

Daha önce de değindiğimiz gibi, birçok tarihi kaynağın ve çağdaş bazı Osmanlı araştırmacılarının(ör. Ali Yaşar Ocak) bildirdiğine göre, Osmanlı hanedanı, tevarüsen bile olsa, başlangıçta Alevi meşrep bir yapıdaydı. Ancak devletleşmeyle birlikte, kendisini dayatan şehrin, kırsalla kesin bir farklılığı içeren, yepyeni bir hayat tarzı telkin etmesi, Alevi kitleler tarafından ciddi bir sorun olarak algılandığı için buna karşı çıkılmış ve bu karşı çıkış, tarihi süreç içerisinde peyderpey devam etmiştir.

Osmanlının şehirleşme düşüncesi ve her şeyden önce, fıkhi bir form şeklinde kendisine toplumsal planda yer bulması, hayatın her alanını kuşatıcı kesin bir özelliğe sahip olan İslam’ın geleceğiyle de yakından ilgiliydi. Zira, İslam başta temel kaynağı hükmünde olan Kur’an, Sünnet ve Şeriat bağlamında birer hukuki normlar olan –itikadi ve siyasi değil- fıkhi mezheplerin ortaya koymaya çalıştığı düsturlar ve yol göstermeler ve var olan sorunları çözme sadedinde sarfettiği çabalar neticesinde dört başı mamur bir fiziki çevreyi de içeriyor oluşundan dolayı Alevilik benzeri yapılardan farklılık içerir ve halen de içermeye devam etmektedir! Kaldı ki, insanlar, toplumlar ve fertler açısından, hayli daraltıcı olan kırsal hayat, birey olarak insanın dahi yakın ve uzak çevresiyle kurulması söz konusu olan ilişkiler, külli bir ilmi birikimi ve bir literatürü de beraberinde elzem/gerekli kılıyordu. Bunu da Aleviliğin sağlaması, gerek kendi dönemi ve gerekse de günümüz açısından pek mümkün görünmüyordu!

İşte, kırsalın kısır imkânları içerisinde ilim, irfan ve birer eğitim kurumu olan medreselerin ne yeri olabilirdi? Medresenin olmadığı takdirde, insanlar ne tür bir eğitim kurumsallığı bünyesinde ilim-irfan sahibi olabilirlerdi? Dolayısıyla, o günkü şartlar içerisinde gözlerini dönemin çağdaş dünyasına açan Osmanlı kurucu iradesinin (Osman Gazi, Orhan Gazi ve yakın çevresi)mutlaka, ama mutlaka bir sıçrama yapması gerekiyordu ve öyle de oldu!

Tarih boyunca, her dönemde tefsir, hadis, kelâm, akaid vd. İslami ilimler, Kur’an ve Sünnetten yola çıkılarak elde edilmişlerdir. Osmanlı yönetimi dönemin Sünni İslam âleminin telkinleri ve ikna faaliyetleri sonucunda oluşturdukları döneminin ilim adamlarından oluşturdukları bir ulema heyetini, merkezi Mısır/Kahire’de bulunan İslâm dünyasının en önemli eğitim kurumu olan El-Ezher’e göndermiş idiler.

Bundan amaç İslami bir eğitim formu elde etmekti. Osmanlı heyeti, âlim Seyyid Şerif Cürcani –ki, sonradan heterodoks bir algıya sahip olan Şeyh Bedreddin-i Simavi’nin medrese arkadaşı idi- ile yapılan görüşmeler ve inceleme fırsatı bulduğu eğitim formu neticesinde İznik’te ilk Osmanlı medresesinin temelleri atılmış oldu.

Böylece, Osmanlıda Kur’an ve Sünnette uygun ilmi bir gelenek başlamış oldu. Birde düşünün ki, Osmanlı heyetinin Mısır’a gittiği dönemde, form sunacak kişi, birtakım düşünceleri günümüzde, kendi aramızda bile tartışılıyor olsa da, İmam İbni Teymiye olsa idi, belki de durum, bambaşka olurdu, kim bilir…

Meseleyi, kendi döneminin şartlarında sadece birçok İslam beldesine fiziki anlamda uzak bir noktada olan Osmanlı açısından düşündüğümüzde, Osmanlı öncesi ve sonrasında da Anadolu’nun iç bölgelerinde vb. topraklarda –Ör. Kürdistan- Kur’an ve Sünnete uygun İslami eğitim veren ilim havzaları ve medreseler mevcuttu. Eyyubiler döneminde Diyarbekir, Silvan, Mardin ve Urfa gibi güney illerimizde ve Suriye ve Mısır’da “Eyyubi Medreseleri” adı altında faaliyet gösteren eğitim kurumları vardı. (bkz. www belgeler com/blg/gwi/eyyubiler)

Sosyolojik anlamda bile olsa, Anadolu’ya ayak basıp buralarda, diğer Müslüman kavimlerle –Kürtler vd.-Anadolu yarımadasının batı, kuzey ve orta bölümlerinin Müslümanlaşmasında ve buralarda ümmet bilincine dayalı bir devlet kuran Selçuklular, günümüzde var olan ‘resmi Sünni’ anlayıştan biraz farklı olarak, Orta Asya/Fergana ve Buhara merkezli bir anlayışla itikatta Mutezili, fıkıhta ise Hanefi bir profil çiziyorlardı.(Bkz. Mikail Bayram; Danişmend Oğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel Mirası, Kömen Yayınları)

Daha sonra ise Konya merkezde dâhil olmak üzere, Selçuklu Türkleri arasında Sünni bir mezhep olan Şafiiliğin de yaygın olduğunu görmekteyiz. Ör. Mevlana Hanefi mezhep, Ahi Evran(Nasreddin Hoca) çevresi ve Rum kökenli Celalüddin Karatay vs. fıkıhta Şafii, itikatta ise Eş’ari idiler.(Bkz. Mikail Bayram; ”Selçuklular Zamanında Konya’da Dini ve Fikri Hareketler”, NKM Yay. Konya, 2009)

Ki, o dönemde ve daha  sonraki dönemlerde, gerek Konya’da ve Anadolu’nun sair yerlerinde(Ör. Erzurum civarı) Maliki mezhebe mensup Müslümanların olduğunu tarihi kayıtlardan biliyoruz. Hatta İmam Malik(ra)’ın nesliden insanların bir dönemler Malatya merkezde yaşadıkları da sözlü rivayetlere dayalı olup halk arasında bilinmektedir, öteden beri…

Ki, bu yapının Anadolu açısından bir Alevi profili çizmesi pek mümkün değildi! Ki, o dönem bu topraklarda diğer Müslüman kavimlerin hangi mezhebi form içerisinde oldukları bir yana, konuyu sadece Selçuklu Türkleri(Anadolu Selçukluları) açısından değerlendirdiğimizde, tevhidi ilkelere dayanan, kaynağını Kur’ an’ın saf mesajından alan ve asla ‘din adına’ mistik hezeyanların toplumsal itibar görmediği bir vasatta ne Alevilikten ve ne de sair heterodoks anlayışlardan bahsedilemezdi!

Büyük bir ihtimalle, Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması ve Müslüman toplumun, onca İslami bilgi birikimi, literatür ve geriye miras olarak bıraktığı medeniyet algısına ve Anadolu’nun döneminin Moğol akınları, başlayan esaret dönemi ve bunlara mukabil ilk Haçlı saldırıları karşısında yenik duruma düşmeleri sonucu İslami birliğin dağılmaya yüz tutması ve akabinde de aşiretler bazında beyliklerin kurulması sonucunda yurt sathında peydah olan acaip durumlar, yıkılan İslami algı ve bunlara ek olarak, Orta Asya ve İran içlerinden peyderpey gelen ve büyük oranda da heterodoks Türkmen göçleri, beraberinde de tamiri bugün bile zorlaşan ve ne yazık ki, İslam’la karışık, onunla at başı giden ve çoğu kez de O’nu perdeleyici, daha doğrusu gölgede bırakıcı görevler deruhte eden bir manzaranın oluşumunu tetiklemişti…

Göçebeliğin tetiklediği Bir Eğitimsizlik ve Kalıcı Cehalet…

Bu göçler neticesinde, Anadolu topraklarına gelip yerleşenlerin büyük bir kısmı göçebeliğin sebep olduğu bir ilimsizlik içerisindeydiler. Dolayısıyla “dede”, “baba”, “pir” geleneği bu unsurlar içerisinde yaygınlık kazanmış ve aynı unsurların uzantıları eliyle nesilden nesile günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. O dönemi ele alan inceleme ve araştırmalar, bu konuda bizi ‘haklı’ çıkarmaktadır! Nitekim, “kaynak adam” olarak vasfedile gelen ve ‘Pir-i Türkistan’ olarak nam yapan Hoca Ahmed Yesevi, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk, Yunus Emre ve Mevlana gibi isimler; “Geyikli baba” benzeri Sünni ve Alevi olarak tanımlanan ve bizce yapıp ettiklerinde büyük oranda şirk unsurları bulunan şahsiyetler, mevcut Sünni forma ve bunca tevhidi arınmaya rağmen, hâlâ etkisini sürdürmektedir!

Moğollar Anadolu’yu işgal ettiklerinde Müslümanların elerinden zorla alınan kendi mülkleri, köylerdeki araziler, vakıf malları ve vakıf eserleri o dönem Anadolu’nun hemen her yerinde dolaşan ve mistik hezeyanlar içerisinde olan Cavlakilere(Kalenderi) ve Baraklara peşkeş çekilmişti.(Prof. Mikail Bayram, a.g.e) Aynı durum son kırk elli yıldır Suriye’de Baas rejimi tarafından Alevi/Nusayri azınlığın  Sünni çoğunluğa karşı mal mülk açısından palazlandırıldığı gibi…

Osmanlı’nın ilk dönemlerinde El-Ezher’den alınan form doğrultusunda baskın Alevi kimlikten, Sünni/Hanefiliğe doğru hızlı bir arınma söz konusu olmuştur. Süreç içerisinde, bu arınma çabalarına karşı duran Alevi meşrep Türkmenler, İran ‘da Şii Safevi devletinin kurucusu olan Şah İsmail’in himayesine sığınmışlardı. Aynı zaman diliminde İran’da bulunan Sünni –büyük oranda da Şafii- Kürt kitleleri de, Yavuz Sultan Selim’in teşvikleri ve belli oranda da yönlendirmesiyle –İdris-i Bitlisi katkısı- Anadolu’nun doğusuna, yani Kürdistan’a yerleştirildiler. Böylece nitelikli bir çoğunluğa sahip olarak, doğusu ve batısıyla Anadolu Sünni bir coğrafya haline geldi.

Neticede, tarihte ilk kez Türkler ve Kürtler Sünni bir form çerçevesinde homojen bir toplum oluşturdular. Yer yer, aynı şehir, köy ve kasabalarda aynı mahalleri paylaştılar, kaynaştılar, birbirleriyle evlilikler gerçekleştirdiler; yer yer de birbirlerinin topraklarına göç etme yoluyla birlikte yaşamayı denediler. Bunu, daha İstanbul’un fethi sırasında, öncesinde ve sonrasında da ve günümüzde de görmekteyiz. Gerçi bu birlikte yaşam, hem Osmanlı ve hem de cumhuriyet döneminde birçok yanlışlıklar sonucunda da oluşmuştu. Mecburi iskânlar, katliam ve tenkiller, örnek olarak verilebilirdi…

Bu Sünni Türk ve Kürt toplumunun İslam anlayışı gerek itikadi ve gerekse de fıkıh bağlamında, birbirinden az çok farklılık göstermiş olsa da, nihayetinde Kur’an’a, Sünnete ve İslam Şeriatına bağlılık söz konusu idi! Buna rağmen, istisnaları dışında, Alevi kitlede eksik olan yönün, literatürel kayıtsızlık, itikadi belirsizlik, fıkıhta yönsüzlük ve en önemlisi de, bunların özeti hükmündeki Şer-i Şerif’e, yani Şeriata  ilgisizlik ve genellikle de ‘İslam’ı bilmemek, kendi hayatını Ona göre düzenlememek ve batılın peşinden gitmek şeklinde okunması gereken bir cehaletten kaynaklanan karşı çıkışlardı. Hatırlayınız Uğur Mumcu’nun katli üzerinden sair sol/sosyalist/ilerici(!)laik cenahın, Uğur Mumcu’nun cenaze töreninde attıkları “Kahrolsun Şeriat!”narlarını… 

Gerçi geçmişten bu yana kendisini Alevi kitle içerisinde mütalaa eden “dindar” Alevilerin büyük çoğunluğu, daha doğrusu, ana kitle, tarihi süreçte, ulu orta “Kahrolsun Şeriat!” naraları atmamışlardır, ama kendilerini İslam dâhilinde görmek ve göstermek adına, “Hakikat, marifet, tarikat ve Şeriat” dörtlemesini her zaman dillendirdikleri de bir vakıadır! Burada, esas sorun, sayılan bu ilk üç ilkenin ne oranda Şeriata ve İslami literatüre uyup uymadığı meselesidir? Gerçi, Sünni forma bağlılıklarını her zaman deklare ede gelen sufi meşrep ezici bir kitlenin de bu türden klişelere ram olduklarını biliyoruz…  Bunların bir de ortak kişilerinin de varlığı söz konusudur. Ör. Hoca Ahmed Yesevi, Yunus Emre vb. Geçmişin, marazlı da olsa kendisini risalet sahibi bir şahsiyet olarak Hz. Muhammed(s)’e, Hz. Ali üzerinden Ehl-i Beyt’e vs. dayandıran bu kitlenin içerisinde, Batılılaşma ve akabinde de hem uluslaşma(Türk ulusçuluğu vb.) ve hem de seküler tandaslı bir laikliğe evrimle çabaları, Kemalist sistemin bu kitleyi ölümüne kendi gücüne inandırma ve onları Sünni toplumdan(Türk-Kürt) koruma(!) adına Kemalistleştirme çabaları ile birlikte, bugünden baktığımızda, düne nazaran, yine literatüre kayıtsızlık, ilgisizlik ve bir bulanıklık içerisinde olduklarını görürüz...

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum