1. YAZARLAR

  2. Nazife Şişman

  3. 8 Mart: Bir günlük antibiyotik tedavisi
Nazife Şişman

Nazife Şişman

Yazarın Tüm Yazıları >

8 Mart: Bir günlük antibiyotik tedavisi

08 Mart 2010 Pazartesi 03:33A+A-

Son birkaç yıldır her 8 Mart'ta kadınla ilgili konularda düşünsel ve gündelik hayat düzeyinde ilgilenen bir kadın olarak yazmak/yazmamak, düzenlenen etkinliklere, panel ve konferanslara katılıp/katılmamak arasında kararsızlıkla gidip gelir oldum.

Daha önceleri sipariş gündemlere kapılmamak ve eleştirel mesafemi korumak adına bu tür etkinliklerin tamamen dışında kalma tercihinde ısrarlıydım. Fakat son birkaç yıldır, hazır gündem varken konuşulması gerekenleri konuşmaktan fayda hasıl olacağı zannı galip geliyor. Neden derseniz, insanların seçici algıları hazır gündemlere ayarlı. Başka zamanlarda gözler kör, kulaklar sağır adeta. Kelimeye duyarlı arama motorları gibi sadece o belirli günlerde o kelimeleri seçebiliyor algıları.

8 Mart'ın, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasına yol açan fabrika işçisi kadınların eylemini ve eyleme polis müdahalesi sonucu çok sayıda kadının ölmüş olmasını elbette önemsiyorum (New York, 1857). Çünkü Sanayi Devrimi'nin iki olumsuz etkisi olmuştu kadınlar üzerinde. Birincisi, makinalaşmış fabrikalar ve ev ekonomisinin çöküşü ile birlikte evin özel dünyası ile işin kamusal dünyasının, daha önce hiç olmadığı kadar birbirinden ayrılmasıydı. Yani Weber'in iş ile aile arasındaki boşanma olarak nitelediği ayrım gerçekleşmişti. Bu boşanmanın sonucunda ev bir üretim birimi olmaktan çıkmış, dolayısıyla evdeki kadın da bir tüketici konumuna indirgenmişti. İkinci olarak ise fabrikalarda çalışmaya başlayan, yani işin kamusal dünyasına katılan kadınlara eşit davranmamıştı kapitalist sistem. "Eşit işe eşit ücret" şeklinde bir taleple kendisini gösteren ve bugün de belli oranda devam eden bir mücadeleye zemin hazırlamıştı, bu haksız uygulama. 8 Mart tarihi işte bu sebeple, yani kapitalizmin kadınlar üzerindeki ezici baskısına karşı direnci hatırlatması bakımından önemli.

Ama bir kumandaya basılmış gibi sadece belirli gündemlerle sınırlanma anlamında özel günleri, tüketici ve indirgeyici buluyorum. Şubat: Sevgililere hediye alınacak, böylece tüketim körüklenecek ve piyasa hareketlenecek. Mart: Belediyeler, özel kurumlar kadınlar için eğlenceler düzenleyecek, çiçekler hediye edecek kadınlara ve medyada kadın haklarıyla ilgili bir gündem parlayıp sönecek. Mayıs'ta annelere, Haziran'da babalara hediye alınacak ve böylece vazife icra edilmiş olacak... Böyle devam edip giden bir hazır gündem sarmalı, gerçek gündemimize ne kadar tekabül ediyor? Bunu düşünmeliyiz. Bu tür ele alış, bir taraftan sürmekte olan sorunları kompartmanlara ayırarak, "Tamam kadın meselesini Mart'ta konuştuk ve bitti" şeklinde bir geçiştirmeye yol açıyor. Diğer taraftan is meselenin marjinalleşmesine.

Kadınların Modern Hayata Girişi

Halbuki marjinal bir mesele olamayacak kadar merkezi bir önem arz ediyor kadınlar ve hayat arasındaki gerilimli ilişkinin konuşulması. Neden? Çünkü modern dönemde değişimin en fazla hissedildiği alanlardan biri oldu kadınların hayatı. Yukarıda bahsedilen köklü değişikliklere 20. yüzyılda başkaları ilave oldu. 20 yüzyıl, tabir caizse kadınların modern hayata girdikleri bir yüzyıl oldu. Modern teknoloji kadınlara da daha iyi sağlık ve uzun ömür nimetini getirdi. Bebek ölümleri azaldı. Kadınlar iyi eğitimler aldılar. Büyüyen kentler ve çoğalan tüketim malları yaşama tarzımızı değiştirdi. Ev işlerinde ve çocuk büyütmenin doğasında hızlı değişimler yaşandı. Bu faaliyetlere daha az zaman ayrıldığı için sosyal yaşama katılmaya daha fazla zaman kaldı. Daha çok kadın iş hayatına girdikçe, özel alan-kamusal alan ilişkisi değişime uğradı.

En büyük değişim özel alanda oldu: koca ile kadının eşit ortak oldukları ve erkeğin evin reisi olmadığı düşüncesi, ilk önce Amerikan ve İngiliz hukukunu ve daha sonra kıtanın hukuk sistemlerini etkiledi. Bugün hala tartışılsa da doğum kontrolüne ve kürtaja yönelik liberal tutumlar hukukileşti. Bunun sonuçlarından biri de doğurganlık oranlarının gerilemesiydi. 1980'lerden itibaren, doğurganlık oranındaki gerilemeye eşlik eden başka bir gelişme söz konusu artık: evlilik dışı doğan çocukların sayısındaki artış.

"Kadın Kimliği": Bir Proje Kimlik

Kadınların hayatı, son bir iki yüzyılda çok hızlı bir değişim gösterdi. Ama değişim, ekonomik alanla sınırlı kalmadığı gibi, haklar alanıyla da sınırlı kalmadı. Bizzat kadın imgesi dramatik bir değişim geçirdi. Tarihte hiç bir zaman son yıllarda olduğu kadar hızlı bir değişim yaşanmamıştır desek, abartmış olmayız. Belki de en önemli değişim, kadının bir toplumsal kategori olarak ortaya çıkışıydı. Elbette kadınlarla erkekler arasındaki fay hattını, bu türün ilk yaratılışına kadar götürmek mümkün. Ama bugün kişisel kimlik boyutlarının, yeni ve farklı biçimlerde önem taşıdığına dair genel bir duygu var. Ve cinsiyet, özel önem atfedilen bu kişisel boyutların en öne çıkanı. Bu sebeple kadınlar, kendilerini cins kimliği üzerinden tanımlarken, yani "kadın" olarak tanımlarken, daha önceki yüzyıllarda yaşayan hemcinslerinden daha farklı bir vurgu yapıyorlar cinsiyete.

Artık daha fazla kadın "Ben kimim?" sorusuna "Ben kadınım" cevabını veriyor. "Ben ezilmiş bir kadınım", hatta "Ben tarih boyunca ezilmiş kadın sınıfının bir üyesiyim" cevabını veriyor. Yani cinsiyet üzerinden bir kimlik tanımlaması ile karşı karşıyayız. Bu, geç modern dönemin ortaya çıkardığı bir durum.

Ortak "Kadınlık Durumu"?

Uzun bir süre kendisini muhafazakâr olarak adlandıran camia "Bunlar Batılı kadının problemi, bizimle ilgisi yok" diyerek kadınlar üzerinden değişimi, kasisler koyarak yavaşlatmayı denedi. Zaten modernleşme süreci boyunca yerli/yabancı, alafranga/alaturka, doğu/batı, modern/geleneksel gibi terkip ve konuma dair tartışmalar hep kadın üzerinden yapılmıştı. Modernleşmenin hızına karşı kasisler koymak, anlaşılabilir bir tavırdı.

Ama bugün artık "Bunlar bizim problemimiz değil" diyemiyoruz. Çünkü kapitalizm küreselleşti ve bu sebeple pek çok mesele ortak bir tecrübeye dönüştü. Geçim ekonomisinden üretim ekonomisine, ardından da tüketim ekonomisine geçiş, kadınların hayatında ciddi zorluklara yol açtı. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın kadınların hayatını ve bu hayatta yaşadığı güçlükleri birbirine benzer kılan bir süreç yaşıyoruz. Bu güçlüklerin izalesi, dünyanın her tarafındaki kadınların sorunu.

Peki, bunların izalesi nasıl mümkün olacak? Bu soruyla birlikte Batı'da geliştirilmiş tecrübe ve kavramlar tek çözümmüş gibi tedavüle girdi. Aynen liberalizmin "tarihin sonu" iddiası gibi... Fukuyama Amerikan liberalizmini insanlığın gelebileceği en iyi nokta olarak sunmuştu tarihin sonu tezi ile.

Benzer bir iddiayla feminizm de Batılı kadının tecrübesini ve geldiği noktayı, kadınlar için bir izlek olarak sundu. Kadınların gelip gelebileceği en iyi nokta olarak gördü Batılı kadının geldiği son noktayı. Bütün kadınların ortak bir kadınlık durumunu paylaştığını iddia etti. Hâlbuki kadınların, sınıfsal, etnik ve ırksal özelliklerinin hiçbir etki yaratmadığı; özdeş çıkarlara sahip açık ve tanımlanmış bir kategori oluşturduğu fikri, oldukça tartışmalıdır.

Bilindiği gibi çağdaş feminist hareket, kadınların bir siyasal ve sosyal grup, hatta bir sınıf olduğu fikrini benimsemişti. Gerçi siyah kadınlar ve Üçüncü Dünya kadınları buna karşı çıktılar. Çünkü bu, beyaz orta sınıf kadının hâkimiyeti manasına geliyordu. Ve bütün idealler şöyle bir çerçevede teşekkül ediyordu: Avrupalı kadının ilerlemiş/özgürleşmiş olduğu, dünyanın geri kalanındaki kadınların da aynı yolu izleyerek kurtulabilecekleri şeklinde bir yol belirleniyordu.

Oysa kadınlar bir cins olarak ortak özellikler gösterebilirler belki, ama dünyanın farklı yerlerinde, farklı şartlarda yaşayan kadınların ortak bir kadınlık durumunu paylaştığını söyleyemeyiz. Çünkü mesela Afrikalı bir kadın, yaşadığı sorunlar bakımından, Avrupalı bir kadındansa Afrikalı bir erkekle daha fazla ortak noktaya sahiptir.

Hindistanlı Spivak "Beyaz kadın, neden kahverengi kadını kahverengi erkekten kurtarmaya çalışıyor?" diye soruyor. Yani bütün ırkları, dinleri, sınıfları aşan bir "kadınlık" tanımı oldukça sorunlu. Amerikalı işkenceci asker Lyndy England da Irak işgalinin başladığı dönemde Amerika Dışişleri Bakanı olan Condolezza Rice da kadındı. Peki Iraklı kadınla, hangi açıdan "kadınlık" kategorisinde birleştirilebilirler? Sömürülen ve işgale uğrayan erkekler ve kadınlar olduğu gibi, sömüren ve işgalci erkekler ve kadınlar var.

Yoksulluk ve Şiddet "Kadın Sorunu" mu?

Artık dünyanın her tarafında yaşayan insanların ortak sorunlarından bahsediyoruz; küresel problematiklerden, nüfus, küresel ısınma, yoksulluk gibi küresel sorunlardan. Kapitalizmin küreselleşmesi, savaşlar, işsizlik, şiddet, eğitimde fırsat eşitsizliği, yoksulluk... vb. Aslında bunlardan bahsederken küresel sorunlardan bahsediyoruz. Bu sebeple, böylesine büyük sorunları, "kadın sorunu" perspetifine hapsederek çözmemiz mümkün değil.

Sosyal refah, işsizlik, yoksulluk... Bunlar kadın sorunu değildir. Bu sorunlardan en fazla muzdarip olanlar kadınlar bile olsa... Ve sadece kadın kadına konuşulup, kadın perspektifinden çözülmeleri mümkün değildir. Ya da şiddet, kadına yönelik şiddet en can yakıcı boyutlarda kendisini gösteriyor. Ama kalbi olmayan bir dünyada sadece kadınlar için hukuku devreye sokarak, genel bir problemi spesifik bir problemmiş gibi çözmeye çalışmak, abesle iştigal olur. Daha kuşatıcı bir yaklaşım benimsemek gerekir. Görüldüğü gibi kompartmanlara ayırarak ele almanın ve marjinalleştirmenin tek sorumlusu, söz konusu hazır dayatılmış gündemler değil. Bizzat kadınlar adına konuşanlar da pek çok sorunu "kadın sorunu" perspektifine hapsederek destek oluyor bu tür bir ele alışa.

"Kadın Yüzyılı"nda Yaşama ve Ölüme Dair

Tarihten, siyasetten kopuk bir yaklaşıma yol açan marjinalleştirmede, hazır gündemlerin etkisi kadar, olmakta olanları görme gayretinden uzak, hazır klişelere sığınmanın da etkisi var. Yukarıda değinilen "Bizim böyle bir sorunumuz yok" ya da "Bütün mesele, bir grup feminist kadının bir kaşık suda fırtına koparmasından ibaret" şeklindeki yaklaşım, çok kolay bir şekilde eleştirel mesafesini yitirmiş bir teslimiyete de evrilebiliyor.

Halbuki, 21. yüzyılın kadın yüzyılı olarak tanımlanması üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Biyoteknolojideki gelişmeler, Aydınlanma düşüncesinin doğa (beden) üzerindeki hakimiyet hayallerini çok ileri seviyelere götürdü. Kadın özgürlük hareketinin ta başından beri temel meselesi olan kadınların doğurganlıklarını kontrol etme hedeflerinin çok ötesinde, cinsler arası ilişkiyi kökten değiştirecek bir durum arz ediyor günümüzdeki durum. Sperm bankalarından, kiralık rahimlerden, klonlamadan, bionikler ve hybridlerden bahsedilen bir dönemi yaşıyoruz.

Biyoteknoloji, yaşamın ve ölümün sınırlarında geziyor. Yaşamı bedeni üzerinden sürdüren, ya da Tanrı'nın yaratıcı sıfatının kendisinde tezahür ettiği kadınlar da bu yeni teknolojilerin doğrudan muhatabı. İş örgütlenmesinin, seyyaliyeti ve uyum kabiliyetini öne çıkararak kadınsılaşmasının yanı sıra, erkek cinsine ihtiyaç duyulmayacak bir üreme projeksiyonu da 21. yüzyıla "kadın yüzyılı" denmesinin arka planındaki gelişmeler arasında.

Ve bu konularda "çözüm" aranırken ahlak ve değerlerin devreye girmemesi düşünülemez. Çünkü biyolojiden ve teknolojiden okuyamayız değerlerimizi. Böyle olunca Tanrı'nın kadınlara ve erkeklere bir yol çizdiği inancını muhafaza edenlerle etmeyenler arasında, "Hayat nedir?" sorusuna farklı cevaplar verenler arasında, bu konulara dair yaklaşım farklılıkları beklenen bir durumdur. Ama açık olan bir husus var: Bu konularda klişeler bize yol gösteremez. Her şeyi "kadın sorunu"na indirgeyen klişeler de, olmakta olana gözlerini kapatıp geçmişte bir yerlere sığınma kolaylığına teslimiyeti sergileyen klişeler de.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT