1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. 100 Yıl Önce “Menar Tefsiri”nde İnsan, Hak ve Özgürlük Kavramları
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

100 Yıl Önce “Menar Tefsiri”nde İnsan, Hak ve Özgürlük Kavramları

05 Mart 2015 Perşembe 18:34A+A-

Muhammed Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un derslerini derleyerek 1905 tarihine kadar kaleme aldığı ve sonrasında da kendinin devam ettiği tefsirin adı el-Menar’dır. Reşid Rıza, son dönem direniş, ıslah ve inşa hareketlerinin ilk ve temel tefsiri olan el-Menar’ın takdim yazısında, kendisinin basiret gözünü açan el-Urvetu’l-Vuska dergisinin benimsediği esaslar olduğunu belirtir ve bu esasları şöyle özetler:

“1. Yüce Allah’ın evrende ve toplumsal alandaki değişmez yasalarını (sünnetullah) tespit edip bunları açıklamak; toplumların yükselmesi ve gerilemesi, güçlü olması ve zayıf düşmesi gibi konulara bu çerçevede açıklık getirmek.

2. İslâm’ın bütüncüllüğünü ortaya koymak; buna göre İslâm dini aynı zamanda yöneten ve hükmeden bir dindir, dünya ve âhiret saadetini bir araya getirmiştir. Bunun gereği olarak da o; ruhanî, toplumsal, medenî, askerî kısaca hayatın her alanı ile ilgili bir dindir. Üstün savaş gücüne sahip olunmasını emretmesi, insanları zorla dine sokmak için değil adalet üzerine kurulu şer’î yapılanmayı korumak, bütün insanlığın hidayeti için çalışmak, İslâm ümmetinin izzet ve şerefini korumak içindir.

3. Müslümanlar arasında ırk-soy esasına dayalı bir ayrılık olamaz; bütün Müslümanlar kardeştir ve hiçbir nesep, dil ya da hükümetin onları ayırması kabul edilemez.

Bu esaslara göre yazılan makaleler şarkın iki bilge âlimini, iki İslâm müceddid ve ıslahatçısını bana sevdirmişti. Bunlar Seyyid Cemaleddin el-Afgani ile Mısırlı Şeyh Muhammed Abduh idi. Bunlar, İngilizlerin 1299/1882 sonlarında Mısır’ı işgal etmelerinin akabinde 1301/1884 yılında Paris’te el-Urvetu’l-Vuska gazetesini kuran kimselerdi. Bu değerli makalelerin yazarı ikincisi (Abduh) idi; ancak gazetenin asıl fikir öncülüğünü yapan, idare eden ve yönlendiren birincisi (Afgan) idi. Bu alanlarda o, Abduh’un gerçek anlamda üstadı ve mürebbisi idi.

Hak ve özgürlük kavramları etrafında şekillenen insan hakları denilen fıtri adalet arayışı ve olgusu, Rönesans Dönemi Avrupası’nda evrendeki ve toplumdaki doğrunun, gerçeğin ve hakkın ne olduğunu araştıran doğal hukuk etütlerinin bir sonucunda belirginlik kazanmıştı.

Yaratıcımızdan indirilen vahiy ise; evrendeki, nefsimizdeki ve toplumdaki ölçü ve temel dengeyi yakalamamız için bizlere Yaratıcımız katından indirilmiş mutlak ilimdir. İnsanlığımızı gerçekleştirmemizin, zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı yanlışa düşmeden gidermemizin yolu ise, sınırlı ve yaratılmış akılların ürettikleri ile değil; aklımızı yaratan ve yarattıklarının ihtiyacını en iyi şekilde bilen Rabbimizin ilettiği ölçüleri kavramamız, tedebbür, tefekkür, tezekkür, teakkul ve tefekkuh etmemizle olacağını Yüce Allah inzal ettiği Kitab-ı Kerim’inde sürekli hatırlatmaktaydı. Rabbimiz, indirdiği vahyi ilmin doğruyu, gerçeği ve hakkı kavramada “asıl rehber” olduğunu beyan ediyordu. Urvetu’l-Vuska gazetesi ve hareketi de, Kur’an nimetinden uzaklaşmış ümmeti uyandırmak, ıslah ve yeniden inşa etmek için evren, fıtrat ve toplum yasalarını, insanları zorlamadan ve asabiyeye kilitlenmeden “mutlak ilim”i ifade eden indirilmiş dini kavrayarak, görülen-görülmeyen yaratılmış olan tüm vakıa ile irtibatını kurmaya çalışıp, “sahih yorumlar”a yönelmeyi, bu tür araştırma ve çalışmalarda öncülük oluşturmayı amaçlıyordu.

Urvetu’l-Vuska editörünün ve baş yazarının dünyadaki sorunlarımıza yaklaşımda belirttikleri beş ana kuralları vardı:

1. Kur’an’a ve Muhammedi Sünnet’e yeniden dönmek,

2. İçtihad kapısını açık tutmak,

3. Din anlayışımızı bid’at ve hurafelerden arındırmak,

4. İçte, istibdat’ı giderip şura yönetimine yönelmek,

5. Dışta, sömürgecilere karşı direnmek ve dayanışmak.

 

El-Menar’da İNSAN KONUSU

El-Menar tefsiri de baştan sona yukarıdaki ilkeler çerçevesinde kaleme alınmıştır. Ve eğer bu bütünlük içinde Menar’da “hak, özgürlük ve sorumluluk” bağlamında ne gibi konular işlendi diyecek olursak; önce insanın temel ve zorunlu ihtiyaçları ile birlikte kulluk görevi için gerekli olan tartışmanın insanın ne olduğu sorusuyla başladığını görmemiz gerekir.

Muhammed Abduh ve Reşid Rıza insanın ne olduğunu onun yaratılışını ele alarak izah etmeye başlarlar. Bu bağlamda da ilk ele aldıkları ayet-i kerime Nisa Sûresi’nin giriş ayetidir: Ey insanlar! Sizi bir nefisten yaratan ve ondan zevcini/eşini yaratan; bu ikisinden de çok sayıda erkek ve kadın yayan Rabbinizden sakının…” Rıza, konunun tefsirinde şu vurgularda bulunur:

 “ ‘Ey insanlar!’ Bu, belli bir topluluğu hedef almayan genel bir hitaptır. Celaleyn tefsirinde yapıldığı gibi, bu hitabı Mekkelilere tahsis etmenin bir anlamı yoktur. Üstelik bu sûre, -bir ayeti hariç- Medenîdir ve o bir ayetin de Mekkî mi, Medenî mi olduğu hakkında ihtilaf vardır. Buradaki ‘İnsanlar’ lafzı, ‘beşer’ olanlar hakkında kullanılan bir cins isimdir. ‘Nâs’ (insanlar) kelimesinin aslının ‘unâs’ olduğunu, başına ‘elif’ ve ‘lâm’ harfleri gelince hemzesinin hazfedildiğini söyleyenler olmuştur…

Üstad Abduh dedi ki: Buradaki “bir nefis”ten maksat Âdem değildir. Ayet nassı ile de, zahiri ile de buna delâlet etmez… Buradaki “bir nefis”ten maksadın Hz. Âdem olmadığının karinesi, ayette “Bu ikisinden de çok sayıda erkek ve kadın yayan…” denilmesi, kadınların ve erkeklerin nekre (belirsiz) olarak zikredilmesidir. Çünkü eğer öyle olsaydı “Erkeklerin ve kadınların hepsini o ikisinden yaydı.” demesi münasip olurdu. Bütün insanları hedef alan bir hitapta, onların hepsi tarafından bilinen belli bir nefis olmadığı halde nasıl olur da belli bir nefisten söz edilebilir! Bazı insanlar ne Âdem’i, ne Eşi’ni biliyor ne de onları duymuşlar. Mesela Nuh’un soyundan gelenler arasında meşhur olan bu nesep anlayışı İbranilerden alınmadır. İnsanlık için Hz. Âdem’e varan bir tarih belirleyenler ve bunun için yakın bir zaman dilimi tespit edenler onlardır. Çinliler, insanlık için başka bir atayı kabul ediyorlar ve onun için, İbranilerin benimsediklerine göre daha uzak bir zaman öngörüyorlar. Geçmiş insanlara ait tarihî kalıntılar üzerinde yapılan araştırmalar ve ilmî çalışmalarda, İbranilerin kabul ettikleri tarihe aykırı hususlar var. Biz Müslümanlar Yahudilerin tarihini -onlar bunu Hz. Musa’ya nispet etmiş olsalar da- tasdik etmekle mükellef değiliz. Çünkü onun Tevrat’ta mevcut bir bilgi olduğuna ve Hz. Musa’nın tebliğ ettiği şekliyle orada kaldığına dair her hangi bir vesikamız yok.

Üstad Abduh dedi ki: Biz, Peygamberimizden nakledilen bir vahye dayanmadıkça duyularla ve akılla algılananların ötesinde bir şeyi hüccet kabul etmeyiz. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi ondan gelen vahiy ne ise o noktada durur, buna bir ilave veya bundan bir eksiltme yapmayız. Allah bu ayette, insanları kendisinden yarattığı nefsi müphem bırakmış ve belirsiz (nekre) olarak zikretmiştir; öyleyse biz de onu müphem halde bırakalım. Eğer Batılı araştırmacıların dediği gibi insanlığa ait her ırk grubunun ayrı bir atası olduğu görüşü sübut bulursa bu, bizim Kitab’ımıza aykırı olarak sübut bulmuş bir görüş olmaz. Ama onların kitabı Tevrat’ta bu hususta açık ifade bulunduğu için bu durum, onların kitabına aykırı bir tespit olur. Nitekim o araştırmacıları, Tevrat’ın Allah’tan ve onun vahyi olduğu hususunda eleştirel yaklaşıma sevk eden hususlardan biri de budur.

Başka ayetlerde insanlara “Ey Âdemoğulları!” diye hitap edilmesi bu dediklerimize ters değildir ve bu durum, bütün insanlığın onun oğulları olduğu hususunda kesin bir ifade sayılmaz. Çünkü ayetlerin indiği dönemde bunlara muhatap olanların, Hz. Âdem’in evlatları olmaları bu hitabın yerinde olması için yeterlidir. Bakara Sûresi’nin başlarında Hz. Âdem olayının tefsiri esnasında geçtiği gibi yeryüzünde ondan önce aynı cinsin başka bir türü vardı ve onlar orada fesat çıkarmış, kan dökmüşlerdi…

Üstad Muhammed Abduh’un bu konuda iki görüşü var:

1. Hz. Âdem, bütün insanlığın atası olsa da olmasa da bu ayetin zahiri, buradaki “bir nefis”ten maksadın Hz. Âdem olmasına iki sebeple ters düşer. Bir taraftan ilmî ve tarihî araştırmalar bununla çelişmektedir, diğer taraftan da o “bir nefis”ten ve eşinden yayılanlar ayette nekre (belirsiz) olarak zikredilmiştir. Fakat bu iki sebepten birincisine karşı, yapılan araştırmaların henüz kesinlik kazanmadığı; ikincisine karşı da, buradaki nekreliğin onlardan doğrudan doğan kişiler bakımından olduğu, “Ayette bir nevi ‘O ikisinden çok sayıda erkek ve kadın yaydı ve onlardan da diğer insanları yarattı.’ denilmektedir.” şeklinde karşı görüş ileri sürülebilir.

2. Bütün beşerin, Hz. Âdem’in zürriyeti olduğuna dair usuli manada kesin bir nass yoktur. Burada “beşer”den maksat; dik duran, derisi (beşeresi) açıkta olan ve kendisine “insan” denilen konuşan canlıdır. Bu görüşe göre bazı araştırmacıların ve onlara inanan kişilerin “Beşerin birden çok atası vardır ve her grubun asılları o atalara ulaşır.” şeklindeki görüşleri Kur’ân ile çatışmamış olur.

Üstad Abduh’un görüşü, bu konudaki şüpheleri reddediyor. Fakat Hz. Âdem’in, bütün beşeriyetin atası olduğuna inananların bu inançlarına da mani olmuyor. Çünkü o, ‘Kur’ân bu inancı kabul etmiyor.’ demiyor. Onun yaptığı, Kur’ân’ın böyle bir düşünceyi tevil ihtimali olmayacak bir şekilde kesin tarzda ortaya koymadığını söylemekten ibarettir. Bu durumu açıkça ifade ettik. Çünkü bazı insanlar Üstad’ın dersinde, onun; Kur’ân bu inancı yani Hz. Âdem’in bütün beşeriyetin atası olduğu inancını reddettiğini söylediği şeklinde bir anlayışa kapıldılar. Hâlbuki o böyle bir şeyi ne sarahaten söyledi ne de böyle bir imada bulundu. Onun yaptığı açıklama şundan ibarettir: Gerek fen alanında ve gerekse insanlık tarihinden kalan eserler, onların âdetleri ve canlılar üzerinde araştırma yapanların söyledikleri gibi beşeriyetin birden çok aslının olduğu ve Hz. Âdem’in yeryüzündeki eski ve yeni bütün insanların atası olmadığı ispat edildiği takdirde bu, Kur’ân’a ters olmaz, onunla çelişmez. Böyle bir gerçekle karşı karşıya olan kişinin Kur’ân’a inanmış bir Müslüman olması mümkündür. Hatta o şöyle de diyebilir: Eğer Kur’ân Hz. Muhammed’in kendisine ait olsaydı onda büyük ölçüde bu konuda Ehl-i Kitab arasında yaygınlık kazanmış inancı teyit eden bir nass bulunabilirdi. Fakat o, Allah tarafından indirildiği için bu konuda önceleri Yahudilerin kendi kitaplarına aykırı olduğu iddiasıyla karşı çıkamayacakları, daha sonra da araştırmacıların, kendi ispat ettikleri sonuca aykırı kabul ederek karşı çıkamayacakları bir ifade kullanmıştır…

Bunun Kur’ân ifadesiyle kesinlik kazanmış bir mesele olduğunu söyleyenlerin; beşeriyetin, birden çok aslının olduğu güvenilir delillerle ispat edildiği takdirde buna inanan birisi hakkında ne diyeceklerini keşke bilebilsem! Acaba böyle birisi, elde ettiği kesin bilgisini terk etmesi mümkün olmadığı halde Müslüman olmak isterse; -Kur’ân’ın, Allah kelamı olduğuna ve onda, bu bilgisine aykırı bir şey olmadığına kesinlikle inanmasına rağmen- onun imanının sahih olmadığını, Müslümanlığının kabul edilemeyeceğini mi söyleyecekler?

Çeşitli rivayetler ve peşinen kabullenilen geleneksel bilgiler bir tarafa bırakılırsa, “nefs” sözcüğünden akla gelen ilk şey, onun mahiyet veya hakikat olduğu; insanın onunla diğer varlıklardan farklı ve üstün bir varlık olduğudur. Yani ‘O sizi bir cinsten ve bir hakikatten yarattı.’ Bu bakımdan o hakikatin, Müslümanların çoğunluğunun ve Ehl-i Kitab’ın kabul ettiği gibi Âdem’le başlaması veya Sufiyye ve Şia’nın bir kısmının dediği gibi başka biriyle başlaması ve onların nesillerinin kesilmesi yahut bazı araştırmacıların dediği gibi bunun, birden çok asılla başlaması ve çeşitli grupların onlardan yayılması yahut da zamanımızda ihtilaf konusu olduğu gibi bu asılların veya aslın, bazı canlılardan tekâmül etmesi veya müstakil olarak yaratılması arasında bir fark yoktur.

Allah Mü’minûn Sûresi’nde ‘İnsanı çamurdan bir özden (sülaleden) yarattık.’ (23/12) buyuruyor. İnsanın nasıl yaratıldığı hakkındaki ayetlerin tamamının ne ifade ettiğini bu ayetin veya Hicr Sûresi’nin tefsiri esnasında açıklayacağız.

Her şeye ve her görüşe göre de bütün insanların aynı nefisten olmaları doğrudur ve o nefis de insanlıktır. İnsanlar bu sayede insan olurlar ve bu insaniyet de, insanlara karşı iyiliğe ve hayra, onlardan eziyeti uzaklaştırmaya çağıran kimselere uygun düşer. İnsanlar arasındaki birleştirici ortak vasıf işte bu insaniliktir. Bundan dolayı onlar, insanın aslı hakkında farklı düşüncelere sahip olsalar da bütün cinsler ve sınıflar hakkında “Onlar, insanlık bakımından bizim kardeşimizdir.” derler ve atalarının Âdem, maymun veya başka bir şey olduğuna inansalar bile insanlığı, bu birliğin esas sebebi, beşeriyet arasındaki merhametin ve kaynaşmanın sâiki sayarlar. İşte burada insanlara ‘bir nefis’ten olduklarının hatırlatılmasındaki maksat da budur. Çünkü bu ifade, yetim hakları ve akrabalık hukukuna dair söylenecek şeylerden önce bir giriş mahiyetinde kullanılmaktadır. Yoksa yaratılışı ve var edilişin nasıl olduğunu ayrıntılı bir şekilde anlatmak için söylenmiş müstakil bir söz değildir. Çünkü bunun anlatılması dinin ana gayeleri arasında yer almamaktadır.

Tefsir’de Bakara Sûresi’nde Yüce Allah’ın meleklerin ilminin ve amelinin sınırlı olduğu, ama insanın ise böyle olmadığı ve  yaratmış olduğu bu özelliği sayesinde insanın halifeliğe meleklerden daha layık olduğu hususuna dikkatler yöneltildikten sonra,  “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti.” Ayeti işlenmektedir. Bu ayetle de Allah, Adem’in nefsinde bütün eşyanın bilgisini herhangi bir sınırlamaya ve ayrıma gitmeksizin koyduğu belirtilmektedir. “Ağacın yasaklanması”nı ise Muhammed Abduh şöyle yorumlamaktadır:

 

Ağacın yasaklanması demek, kötülüğün bilgisinin ilham edilmesi, fıtratın kötülüğün çirkinliğini ve ondan kaçınmanın vâcibliğini göstermesi demektir. Bu iki ilham insanın yaratılış merhalelerinden ikincisinde olur. Bu ikinci merhale temyiz merhalesi olup, Beled Sûresi’nde sözü edilen bu merhaledir. Nitekim Yüce Allah ilgili sûrede ‘Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) gösterdik.’ (90/10) buyurmaktadır.

 

‘Şeytan’ın vesvesesi ve Adem’le, Eşi’nin ayaklarını kaydırması’ demek, beşer ruhuna bitişen ve o ruhta kötülüğün sesini güçlendiren habis ruhun vazifesi demektir… ‘Cennetten çıkmak’ ise, insanın fıtrî i’tidalden çıkmakla belâ ve meşakkatle karşılaşmasının misal yoluyla anlatımıdır…

‘Adem’in bir takım kelimeleri alması ve tevbe etmesi’ bozulmamış fıtratın, kötü fiillerin ardından gelen cezalardan ibret alması ve sıkıntı ile karşılaştığında Yüce Allah’a dönüp, zor bir durumla karşılaştığında O’na iltica etmesidir…

Burada insanın iki yol arasında muhakeme edilmesi ve tevbe etmesi ile yaratılış fıtratında var olan bilkuvve olumlu istidat arasındaki  bağ üzerinde de durulmalıdır. Yüce Allah’ın “Kıyamet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şâhit tuttu (ve dedik ki): Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (7/172) ayetiyle insanların fıtratına, akıllarına, kendine iman, kendini birleme (tevhid) ve şükretme duygularıyla bir hidayet yolu bahşetmiş veya yerleştirmiştir.  Tefsir’de bu bağlamla önceki bir cümlenin sonrakine atfı üzerinde durulur. Çünkü bir önceki 169. ayette Yüce Allah, Kitab’ını miras alan bozuk bir neslin zanlarını “Peki, Kitab’ta Allah hakkında hak’tan başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı?” sorusuyla reddeder. Yani Allah’ın Kitab’ından başka hak aranılmaması üzerinde durulur. Tefsir’de “fıtri şahidlik” âyetiyle ilgili şu vurgular önemlidir:

 

Âyette geçen ‘ez-zuhûr’ kelimesi, ‘zahr’ kelimesinin çoğuludur. Manası, insan vücudunun omurgasıdır. Bu da bünyeyi ayakta tutan ve hayatta kalmasının odak noktası olan ve sinir sistemini ayakta tutan unsurdur. Bu nedenle ‘zahr’ kelimesiyle insanın vücudunu ifade etmek yanlış olmaz. Aynı âyette geçen ‘ez-zürriyyetü’ kelimesine gelince; gerek erkek, gerek dişi insanın sülâlesi demektir…

Âyetin manasına gelince; Ey Resul! Özel olarak İsrailoğullarından ‘vahiy mîsakı (sözü)’ alındığının zikredilmesi ardından -genel olarak- bütün insanlıktan ‘akıl ve fıtrat mîsakı (sözü)’ aldığını hatırla! Hani Yüce Allah, Âdemoğlundan batın/iç zürriyetini (dölünü-neslini) aldı ve onları İslâm fıtratı üzere yarattı. Onların ruhlarına iman duygusunu yerleştirdi. Onların akıllarında zorunlu olarak bulunan kavrama duyusuna ‘Her fiilin mutlaka bir faili olduğu, her hâdisin (sonradan olma) mutlaka bir muhdisinin (var eden) bulunduğu, sebep-sonuç, illet-ma’lûl kanunu üzere kurulmuş mümkün olan (vâcibü’l-vücûd olmayan) bütün âlemlerin üzerinde, bütün kâinattan daha yüce bir otoritenin olduğu, O’nun hem ilk ve hem son olduğu, ibadete sadece O’nun lâyık olduğu’ duygusunu yerleştirdi. Biz, bu meseleyi daha önce geniş geniş açıkladık. Bu, Yüce Allah’ın ‘Onları kendilerine şâhit tuttu (ve dedik ki): ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da) ‘Evet (buna) şâhit olduk’ dediler.’  sözünün manasıdır. Yani Yüce Allah, bu ard arda gelen zürriyetten her birini -içgüdüsüne ve aklî yeteneğine bahşettiği yetenekle- kendilerine şahit tuttu. Vahiy ve telkin konuşmasıyla irade ve tekvin diliyle ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sordu. Onlar da -aynı şekilde- sözle değil, yeteneğin dili ve lisânu’l-hâl ile ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin. Sen, bizim ibadetimize layık olan biricik Rabbimizsin” dediler. Bu ifade, Yüce Allah’ın gökyüzünün yaratılışını zikrettikten sonraki şu ifadesi kabilindendir: ‘Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin.’ dedi. Her ikisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler.’ (41/11) Bu çeşit ifade ve beyana belâgat âlimleri örfünde ‘temsil’ derler. Bu, belâgat üslupları içinde en üstün olanıdır. Kur’ân’da ve beliğ konuşan kimselerin ifadelerinde örnekleri çoktur.

Yüce Allah, onları kendilerine şâhit tutmasının sebebini ve illetini beyan edip şöyle buyurdu:

‘Kıyamet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye...’ Yani biz bunu, kıyamet günü mazeret beyan etmemeniz veya O’na şirk koşmamanız halinde ‘Biz Rablığın tevhidinden ve onun gerekli kıldığı sadece Rabb’a ibadet etmek şeklindeki ilâhî tevhidden habersizdik’ diyerek bize karşı delil getirmemeniz için yaptık. Bu ibareden maksat, Yüce Allah’ın ‘bilmiyorduk’ şeklindeki mazeretleri kabul etmeyeceğidir.

 

Reşid Rıza, bilme ile hak ölçüsü konusunda  Üstadı Muhammed Abduh’un kelami yaklaşımlarını şöyle nihayetlendirir:

Üstadımız Tevhid Risalesi’nde ‘Risalete İhtiyaç’ bölümünde beyan eder ki; beşer aklı, tek başına ameller için sınırlar koyamaz. Şehvet duygularına ket vuracak, heva ve hevesin gidişine dur diyecek sınırı insan aklının bir başına koyması mümkün değildir. Tam tersine bunun için ilahi bir teşri şarttır. Fakat çağımızda,

insan aklı ve fikri o derece gelişmiştir ki, tarihte bu dereceye yaklaşıldığı görülmemiştir. Bu çağın âlimleri ve bilge kişileri, çekişmeleri ve sürtüşmeleri -içinden çıkılmaz hale gelmeden- bir noktada durdurmak için birtakım hukuk normları ve kanunlar koymuşlardır. Öte yandan, görüyoruz ki; dünyadaki kötülüğün ve bedbahtlığın, habisliğin, riyanın, savaşların ve fitnelerin kaynağı bu devletlerde bilgi düzeyi en yüksek olanlardadır. Oysa ilahî dinin hidayetinden başka hiçbir hidayet yoktur. İlahi dinin hidayeti ise öyle bir hidayettir ki; nefisler sırf Allah’a ibadet etmek için ona boyun eğerler.

Üstad der ki: Buraya kadar saydığımız merhalelerden daha üstün bir merhale daha vardır. O da kemâl mertebesinin sonudur. Bundan kastımız ilahî din ve semavî vahiy merhalesidir ki, insanî hidayet bununla kemale erer. Bunun beyanı yüce Allah’ın şu âyetlerinde ifadesini bulmaktadır.

Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de herkim hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.’

‘İnkâr edip, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalırlar.’ (2/38-39)

 

El-Menar’da HAK KONUSU

Tefsir’de diğer ayetlerin çözümlemesinde de “zaten başıboş bırakılmayacağı” belirtilen insana (75/36),   dosdoğru yolu (1/6-7) ve delilleri/burhanı (4/174) gösteren, Resulullah’ın davetiyle “Hayat veren çağrı” olan (8/24) ve “karanlıktan aydınlığa çıkartacak” olan Kur’an’ın verildiği (14/1) belirtilip; bu ilahi rehbere göre emaneti yüklenen insanın tefekkür etme kapasitesini kullanarak -ki bu konuda birçok ayeti kerimede insan teşvik edilir- hayatın anlamı ve ilişkileriyle ilgili problemlerini çözmesi gerekliliği üzerinde durulur. Bu problemlerden birisi de “hak”kın ne olduğu, hayatımızda belirleyici olup olmadığı; ve “iki yol” arasında (90/10) veya kendisine (doğru) yol gösterildikten sonra “şükredici mi nankör mü” olacağı (76/3) imtihanında “özgürlük/hürriyet” kavramının ne olup-olmadığı konuları da oldukça önemlidir.

Kur’an kavramlarından en önemli  ve zengin anlamlar taşıyanlardan birisi de “Hak” kavramıdır. Sözlükteki mastar olarak anlamı, varlığı sabit olma, varlığı gerçek olan/hakikat, doğruluk, adalet, hüküm anlamlarına gelir. Zıddı ise “Batıl”dır. Kıtab-ı Kerim’de “Hak” sıfatı öncelikle mutlak olarak Allah için kullanılır (18/44). Allah’tan insanlığa hidayet olarak indirilen âyetlere de “Hak” denilmesinin (6/4-5)  tefsirinde Reşid Rıza  şu açıklamayı yapar:

“ ‘Hak’, sözlükte ‘muvafakat ve mutabakat’ veya ‘kendi başına sabit ve gerçek olan şey’ demektir. Hak, küllî/bütünsel bir kavram olup onun birçok cüzü/parçası vardır. Bu kelime, bir yerde mut­lak olarak kullanıldığı zaman bundan ‘lâfzî veya manevî karineler/deliller’ manası anlaşılır. Kur’ân’da, mutlak lügat manasında kullanılmıştır. Bunun yanında Allah Teâlâ, Kur’ân’a ve dine ‘hak’ demiştir. ‘Din’ kelimesinin “hak” kelimesine muzaf/tamlanan olarak zikri, izafet-i beyânîdir. Meselâ şu ayetlerdeki kulla­nım böyledir: ‘O, Rasûl’ünü hidayet ve hak din ile gönderendir.’  (9/32) ; ‘Ve hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.’ (9/29).

Hak kelimesi, bundan başka manalarda da kullanılır; bu manala­rın ne olduğu, her birinin geçtiği yerdeki ifadenin akışından belli olur. Bizce doğru olanı, burada “hak” kelimesinin, Kur’ân’da beyan edilen din manasın­da olduğudur. Katâde’nin burada ve bunun gibi Kaf Sûresi’nde “hak” keli­mesini, ‘Kur’ân’ şeklinde tefsir ettiği rivayet olunmaktadır. Mana itibarıyla bununla bir önceki anlam arasında fark yoktur. Çünkü onların, hakkında Kur’ân’ın indiği dini yalanlamaları demek, bu dini beyan etmek üzere inen Kitab’ı/Vahy’i yalan saymaları demektir. Fakat kelimenin yorumu, bu ayetle öncesi arasındaki uyumun açıklanması, bu ayetin fâ-i sebebiye (nedensellik ‘fa’sı) ile bir öncesi üzerine atfedilmesinin izahı için doğru olanı şöyle demek­tir.: Onların, i’câzı ile Allah katından geldiğini ve nazil olduğu kimsenin de peygamber olduğunu gösteren, manaları ile de tevhid ve ahiret alâmetlerine işaret eden Kur’ân ayetlerinden yüz çevirmeleri, Kur’ân’ın beyan etmek için nazil olduğu hakkı yalanlamalarına sebep olmuştur. İşte ‘hak’, Allah’ın dini olan bu manalardan ibarettir. Burada geçen ‘hak’ kelimesi, ‘Kur’ân’ olarak tefsir edilirse mana, ‘Onlar, Kur’ân’daki bütün ayetlerden yüz çeviriyorlardı ve bu, onların Kur’ân’ı yalanlamalarına sebepti.’ şeklinde olur. Bu durumda kendisinden yüz çevrilenle, yalan sayılan aynı şey olmuş olur.

Rıza, Bakara Sûresi’ndeki “Doğrusu biz seni Hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” (2/119) âyetinin tefsirinde Muhammed Abduh’un şu açıklamasını aktarır:

Bu makamda ve noktada ‘Hak’ denince bu, itikadı ilgilendiren ilimlerle diğer ilimleri de kapsar. Çünkü Allah diyor ki: Biz seni, Vâkıaya, gerçeğe mutabık olan, uygun düşen ve Hak olan akidelerle, sahih olan şeriatlarla gönderdik. Ki bu, insanı hem dünya ve hem ahiret mutluluğuna kavuşturur. Kaldı ki hak’ka uyanları da biz her iki saadetle ‘müjdeleyici ve’ ona tutunmayan, onun yolunda gitmeyenleri de dünyada mutsuzluk ve ahirette de rezil olmakla ‘uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.’‘Hak’ mağlup edilmediği gibi güç ve kuvvet bakımından da onunla yarışılmaz. Kim onu mağlup etmek isterse kendisi yenilgiye uğrar. Kim onu yenmek isterse başarısızlığa uğrar. Kim onu yüzüstü bırakmaya çalışırsa, kendisi yüzüstü ortada kalır.

Maide Sûresi’ndeki “Sana Kitab’ı hak ile iç içe, kendinden önceki kitap(lar)ı tasdik edici ve onlar üzerinde hâkim bir halde inderdik…” (5/48) âyetiyle ilgili açıklamadan da şu alıntıyı yapalım:

Ayetteki ‘bi’l-hak...’ (hak ile, hak ile iç içe) şu anlamdadır: Onu sana hak ile karışmış, onun tarafından teyit edilen, onu ihtiva eden ve onayla­yan, önünden de arkasından da kendisine batıl gelemeyen bir halde; ‘İlahî Kitab’ tabirinin kapsamına giren kendinden önceki Tevrat, İncil gibi kitap­ları tasdik eden yani bunların Allah tarafından gönderildiğini, onları getiren peygamberlerin bunları kafalarından uydurmadıklarını tasdik edici ifadeler taşıyan bir durumda indirdik.

Tefsir bütünlüğü içinde “Hak” kavramının diğer anlamlarda da kullanıldığı konusuyla ilgili diğer ayetlerin tefsirinde de önemli açıklamalar yapılmıştır. “Adaleti hak ile yerine getiren ümmet” bahsinde şu açıklamalar önemlidir:

“ ‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir ümmet bulunur.’ Bu cümle, daha önce geçen ‘Andolsun, Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.’ (7/179)  cümlesi üzerine matuftur. Bu ikisi de ‘Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur.’ (7/178)  âyetindeki icmali tafsil etmekte ve açmaktadır. Yüce Allah, girdiği ayrıntıya saptırdığı kimselerin durumlarını açıklamakla başlamaktadır. Bunlar, kalplerini, gözlerini ve kulaklarını âyetleri derinden derine anlamak için kullanmakta ihmalkâr davranan kimselerdir ve sayıları çoktur. Fakat Allah Teâlâ buna

rağmen onlar için ‘ümmet’ kelimesini kullanmamaktadır. Çünkü onların sapıklıkta ortak bir paydaları yoktur. Zira bâtıl çoktur ve yolları farklı farklıdır. Yüce Allah, bunun ardından burada hidayet yolunu gösterdiği kimselerin halini zikretti. Buna göre onlar ‘ümmet’ tir, yani birçok halklardan ve kabilelerden oluşan büyük bir topluluktur. Daima hakka iletirler ve –başkasını değil- adaleti hak ile yerine getirirler. Dolayısıyla onların gittikleri yol birdir, çünkü hak birdir ve birden çok değildir. İşte bunlar, Muhammmed’in (s) ümmetidir.

Rabbimiz bize“hakkı” getirdiğini ama “çoğunluğun haktan hoşlanmadığını” belirtmektedir (43/78). Rabbimizin dualarını kabul ettiği kadınların ve erkeklerin birbirinden olduğunu ve “çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çakarmayacağı”nı bildirdiği ayetin tefsirinde (3/195) de, hak’kın ikamesini ve müdafaasını üstlenecek insanlardan vahyi örnekler verilirken şu ifadeler kullanılmaktadır:

Çünkü hak ile batıl her zaman birbiriyle savaş halindedirler. Bu itibarla her zaman ve her yerde her iki tarafın da taraftarları, partileri, destekleyen­leri vardır. Hakkın yardımcılarının ve taraftarlarının görevi ve kendilerine farz olan husus, zayıflık göstermemeleri, dağılıp parçalanmamaları, güçleri­ni yitirmemeleri, hezimete uğramamalarıdır. Aksine hakkın taraftarlarına ve yardımcılarına düşen görev davalarında sebat göstermeleri ve sabırla olay­lara karşı göğüs germeleridir. Böyle olmalılar ki, Allah’ın, hakkın kelimesi yücelsin ve batılın kelimesi de aşağılansın, güç ve önem kazanmasın.

El Menar Tefsiri’nde “Hak” kavramının diğer kullanımlarına da açıklamalar getirilmiştir. Mesela Bakara Sûresi’nin 228. âyeti açıklanırkan kadın ve erkek haklarından bahsedilmiş; evlenmede hakkı korumak konusunda “tek eş tavsiyesi” (4/3) üzerinde veya bu ayet inmeden önce iki veya daha fazla eşle evlenenlerin kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremiyecekleri belirtilip “bari birisine kapılıp” diğerlerini askıda bırakmamak ve  arayı düzelterek günahtan sakınmak (4/129) konusu hatırlatılmış; ticaret teşvik edilmiş ama mallar üzerindeki haklar (4/29) ve diğer haklar konusu farklı ayetlerin tefsirlerinde ele alınmıştır.

 

 

El-Menar’da ÖZGÜRLÜK KONUSU

Özgürlük kavramı Müslümanların kültürü içinde genellikle  “irade hürriyeti” ve “köle ve cariyelerin veya tutsakların hürriyeti” bağlamında kullanılmıştır. “Islah” kavramı da kimliği ve fıtratı kirlenen veya fıtrat ve vahyi ölçülerden uzaklaşmış, yabancılaşmış kişi ve toplumların, iradeli tercihleriyle yeniden öze, asla, fıtrat ve vahye yöneldikleri köklü değişimin adı olmuştur. Bu bilinç ile kulluk bilinci, aslında kullara kulluk etmeyecek ve kulluğu sadece Allah’a has kılacak bir adanmışlığı veya  fıtri özgürlüğü yaşama kararlılığı anlamına da gelmektedir. Ki bu bağlamda Allah’ın bir insana kitabı, hükmü ve peygamberliği vermesi, sonra da onun insanlara ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun’  demesi olamaz…” (3/79) âyetinin tefsirinde de Abduh ve Rıza tarafından Allah’a ulaşmada vesile edinme tarzında olsun veya iradesiz bir  itaat veya tercihli kölelik şeklinde olsun kullara kulluk yapmanın, Allah’a isyan ve şirk koşmak olduğu açıklanmıştır. Çünkü bu iki müellefimize göre de “İbadetinde Allah’tan başkasına yönelen kişi ona yöneldiği miktarda onun kuludur.”

“Dinde zorlamak yoktur…” (2/256) âyet ve tefsiri ise gerçek inanç ve düşünce özgürlüğünün, ilk vahiyden bu yana insanlığa lütuf olarak Rabbimiz tarafından sunulduğunu ortaya koyulmaktadır. Zira “Onun peygamberlerinden hiçbirisini birbirinden ayırt etmeyeceğiz...” (2/285) hükmünün tefsirinde Üstâd Abduh’a “O resulün kavmi ister çok ister az olsun. O resule indirilen hükümler ister çok olsun, ister az olsun. İster önce gönderilsin ister sonra gönderilsin. Mü’minler, resullerin elçilikte ve yaşamada eşit olduklarına inanırlar.” demektedir.

Pek çok İslâm düşmanı -içlerinde kendilerinin İslâm taraftarları olduğunu sananlar da vardır- dinin kılıç ve kaba kuvvet zoruyla yayıldığı iddiasındadırlar. Onlara göre İslâm, beraberinde kuvvet ile birlikte insanlara arz ediliyor, kabul edenler kurtuluyor, reddedenlerin hakkından ise kılıç geliyordu. Acaba Mekke’de Rasûlullah’ın (s) gizli gizli namaz kıldığı o yıllarda, müşriklerin, Müslümanlara bin bir çeşit işkence uyguladıkları ve dinlerinden çevirmeye zorladıkları o uğursuz günlerde gerçekten kılıç mı iş görüyor ve insanları zorla dine sokuyordu. Müslümanlar o kadar zor günler yaşamaktaydılar ki Rasûlullah ve ashabı kendi öz yurtlarını bırakarak Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Böylesi bir dönemde dinin kuvvet zoru ile yayıldığını söylemek mümkün müdür? Yoksa bu zorlamanın Medine döneminde İslâm güçlendikten sonra mı olduğunu söylerler?

Nadîroğulları Gazvesi Hicrî dördüncü yılın Rebîü’l-evvel ayında olmuştu. Hatta Buharî, onun, Hicrî üçüncü yılın Şevvâl ayında meydana geldiği konusunda ihtilaf bulunmayan Uhud Savaşı’ndan önce olduğunu söylüyor ki, o dönemde Mekke kâfirleri hâlâ Müslümanlara karşı savaş halindeydiler. Nadîroğulları Rasûlullah’a (s) vermiş oldukları ahdi bozmuşlar, ona karşı hile yapmışlar ve iki kez suikast girişiminde bulunmuşlardı. O sırada onlar, Medine civar mahallelerinde yaşamaktaydılar. Bu durumda onları, oradan sürmekten başka çare yoktu. Ve neticede kuşatılmışlar ve sürülmüşlerdi. Böylece istemeyerek yurtlarını terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı. İşte onlar yenik halde Medine’yi terk ederken, Rasûlullah, yanlarında bulunan ve vaktiyle Yahudileştirilmiş olan Ensar çocuklarının zorla İslâm’a döndürülmelerine ve onlarla Medine’den çıkmalarına mani olunmasına izin vermemiştir. Bazı Müslümanların, zor kullanarak insanları İslâm’a sokma düşüncesini akıllarından geçirdikleri ilk gün işte o gündür ve aynı gün, “Dinde zorlama yoktur” ilkesinin de indiği gün olmuştur.

“Dinde Zorlama Yoktur” ilkesiyle ilgili Muhammed Abduh şöyle demiştir: İnsanları zor kullanarak kendi dinlerine sokma düşüncesi bazı din müntesiplerinde özellikle de Hıristiyanlarda mevcut idi. Aslında bu mesele din ile ilgili olmaktan daha çok siyasetle ilgilidir. Çünkü iman, dinin temeli, özü ve esasıdır. İmanın esası da, kişinin kendi özünü Allah’a teslim etmesidir. Bu itibarla zorlama ve dıştan gelen baskı ile bunun olması mümkün değildir. Bu ancak beyan ve burhan yoluyla olur. O yüzden Allah Teâlâ, dinde zorlamanın olmadığını beyandan sonra “Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır.” buyurmuştur. Bunun anlamı şudur: Bu dinde rüşd, hidayet, kurtuluş, aydınlatılmış doğru yolda yürüme apaçık ortaya konulmuştur; buna muhalif davranan diğer toplumlar ve fırkalar ise sapıklık ve taşkınlık üzeredirler.

Avrupa’nın oluşumunda Avrupa entelektüelleri, doğal hukuk ve insan hakları bağlamında aradıkları özgürlük konusunda “liberty”, “freedom” veya “emancipation”  kavramları ile aynı şeyi kastedmemişler ve özellikle liberal veya hiçci-ölçüsüz serbesti arayışlarıyla, insan haklarına dayanan fikri, siyasi veya ibadi özgürlük arayışlarını çoğu zaman birbirine karıştırmışlardır. Yüz yıl öncesinde bile Batı’da özgürlükler alanında kavramsal tanımlar daha oluşmamış olmasına rağmen, insan aklını mutlaklaştıran yaklaşımların düşeceği zillete el-Menar’ın değişik bölümlerinde değinilmiştir.

El-Menar’ın 13. cildinde Yunus Sûresi’nin 1. ve 2. âyetlerinin tefsirinde hürriyet/özgürlük konusuna kölelik-cariyelik bağlamında değinilmiştir:

Güçlülerin zayıfları köleleştirmesi toplumlar içinde eski bir uygulamadır. Hatta bu durum, karınca gibi toplu ve yardımlaşma esasına göre yaşayan haşerat arasında bile bilinir. Onlardan bir topluluk bir başka toplulukla savaşıp galip geldiğinde, savaştan sağ çıkanları esir alıp köleleştirirler. Onlar galiplerin hizmetinde yuva yapmak, erzak toplamak, depolamak ve benzeri işlerde çalışırlar.

Mısır, Hint, Babil, Fars, Yunan, Roma, Arap ve diğer eski medenîyet sahibi ülkeler köle edinirler ve onları en ağır işlerde çalıştırırlar ve onlara son derece sert ve zâlimane davranırlardı. Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri de köleliği meşru saymıştır. Batıda kölelik Miladi 18. yüzyılın sonlarında Amerika

Birleşik Devletleri köleleri hür bırakıncaya dek kanuni olarak devam etti. Amerika’yı, 19. yüzyıl sonlarında bütün dünyada köle edinme yollarını yasaklamak sûretiyle İngiltere takip etti. Fakat onlar bunu sırf insanlığın hayrına olsun veya insanlar arasında eşitlik sağlansın gayesiyle yapmadılar. Zira Amerika hala zorba Avrupa beyaz ırkını Amerika’nın asıl yerli ırkı olan Kızılderililere üstün tutmakta ve yerlilere, bütün Frenk ülkelerinin diğer fakir ülkelere reva gördükleri köleliğe yakın bir uygulamayı reva görmektedir.

Aynı şekilde İngiltere de Hintlileri hakir görmekte ve onları aşağılamaktadır. Fakat günümüzdeki Hint silkinişi onların zorbalıklarını azaltmış, öldürücü baskılarını hafifletmiştir.

İslam ortaya çıkıp her türlü karanlığı dağıtan nurları parlayınca toplumların bozdukları şeylerden düzelttiği hususlardan birisi de köleye yapılan zulüm ve baskıyı ortadan kaldırmak oldu. Kısa sürede köleliği ortadan kaldırmak için hükümler koydu. Şayet köleliği birden kaldırma cihetine gitseydi,

toplumsal düzen açısından bu iki cihetten mümkün olamazdı:

Köle sahibi efendilerin menfaatleri açısından.

Köle olarak çalıştırılanların geçimi açısından.

Amerika Birleşik Devletleri kölelerini azat edince bir kısım köleler rızık aramak için gurbete çıktılar, bulamayınca eski efendilerine gelip eskisi gibi tekrar onların hizmetine girme talebinde bulundular. Aynı durum Mısır siyahları arasında da cereyan etti. Bazı İngiliz yöneticiler, bağımsız olarak ve kendilerine yeterli olacak bir işte çalışarak geçimlerini sağlamalarını denediler fakat mümkün olmadı. Tekrar eski kölelik hizmetlerine dönmek için izin istemeye mecbur kaldılar. Kanunlar efendilere bu köleleri satma ve onların ticaretini yapmayı yasaklasa da vakıa buydu.

Köleyi Hürleştirmede İslam’ın Rehberliği ve İlgili Hükümler:

Allah köleliği ortadan kaldırmak için iki yol belirledi:

İleride yeni köle edinmeme.

Karşılıklı zarara sebep olmayacak şekilde kademeli olarak eski köleleri hürriyete kavuşturma.

Birinci yol: İslamiyet, güçlülerin zayıfları köleleştirmesi tarzındaki bütün uygulamaları yasaklamıştır. Harpteki köle ve cariyelerin durumu müstesna. Harbin şartlarıyla ilgili açıklama daha önce geçmişti. Bunlar; kötülükleri def, maslahatları celp, tecavüzü men, adalet ve merhamete riayetti. Bu şartlar herhangi bir kanun ve sisteme sahip olmayan Arap müşrikleri şöyle dursun, Medenî ülkeler ve milliyetçiler nezdinde bile dikkate alınmıyordu. Harpteki köleliği istisna etmekten kastım; İslam bu türlü köleler hakkında diğer ülkelerin her yaptığına misilleme olarak aynı şeylerin yapılmasına izin vermiyor anlamında değildir. Bilakis İslam, Müslüman yetkililere meşru harp esirlerini karşılıksız veya fidye karşılığında salıverme konusunda serbest bırakarak uygulama veya terk işinde beşeriyetin maslahatını gözetmelerini emretmiştir.

Bizde ve düşmanın elinde esir varsa o takdirde fidye ya mali ya da esir değişimi şeklinde olur. Harp kaideleri bölümünde naklettiğimiz şu ayet bunu göstermektedir: “Bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp ağırlıkları bırakılıp savaş bitince onları ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığı salıverin.”278 Biz esirler konusunda onları karşılıksız olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmakta muhayyer bırakıldığımıza göre, bunu İslam’da yeni köle edinmenin iptali hususunda şeri bir asıl saymak mümkündür. Zira muhayyerlik bu iki şey arasındadır. Buna göre köle edinme demek olan üçüncü şık caiz olmamış olur. Bu durum, bütün ülkeler nezdinde uygulanan bir prensip olma ve karşı çıkılmama durumunda söz konusudur. Aksi halde en büyük zarar ve fesat, düşmanların bizim esirlerimizi köleleştirmesi, bizim ise, onlardan daha adil ve daha merhametli olmamızdan ötürü onların esirlerini serbest bırakmamızdır. Fakat ayet, belirtilen iki şık konusunda açık şekilde hasr ifade etmediği gibi, köleleştirmeme asıl prensibini de engellemez. Buna göre köleleştirmenin yasaklanması hususunda bu ayetin delaleti genel olup, kesin değildir. Meselenin hükmü idarecilerin içtihadına bırakılmıştır. Şayet esirlerin tutulmalarında fayda görürlerse tutarlar. Eğer karşılıksız serbest bırakmayı -ki bu, ihtiyari bir vazgeçmedir- veya fidye karşılığı salıvermeyi terk ederlerse, bu şekilde yaparlar.

İkinci yol: Mevcut köleleri hürriyete kavuşturmak için İslamiyet’in farz ve nafile olarak koyduğu esaslar ki, bunlar dört çeşittir…

(Kur’ani Hayat / Mart 2015)

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum