1. YAZARLAR

  2. Garip Turunç

  3. Zihinsiz değişimlere kurumsal direnç
Garip Turunç

Garip Turunç

Yazarın Tüm Yazıları >

Zihinsiz değişimlere kurumsal direnç

25 Aralık 2010 Cumartesi 00:26A+A-

Zihniyetimizin ima ettiği değişimleri olumlu yönde bir gelişme, ilerleme, çağdaşlaşma, modernleşme olarak algılarız.

Ama değişim, zihniyetimizin de değişmesini ima eder, onu zorlamaya başlar ve öngörülmeyen uyum zorlukları yaratmaya başlarsa, doğrudan bir tehdit olarak görmeye başlarız. Bu durumda hem değişimi engellemeye hem de dünyanın dışında kalmamak için değişimden yana görünmeye çalışırız. Bu kısır döngüden çıkmak için kendi zihniyetimize eleştirel bakabilmek, kendimizle hesaplaşabilmek gerekiyor.

Ancak toplumsal yapılar, liberallerin sandığı gibi, bireylerin tutum ve tercihleri üzerinde değil, o bireyleri kuşatan ve nihayette belirleyen kurumsal yapı ve kültürlerin zihniyetleri üzerinde şekilleniyor. Bunun anlamı bugün toplumsal meselelerimiz üzerinde tek tek bürokratların veya siyasilerin zihniyetlerinin değil, Türkiye'deki bürokratik ve siyasi kurumsal zihniyetin egemen olduğu. Kurumlar ise değişim karşısında kişilere nazaran daha dirençlidir; çünkü değişimi başlatmamak için kendini korumaya yönelik araçlar geliştirmiştir. Dolayısıyla güçlü zihniyet dönüşüm süreçlerinde kurumsal yapıların değişmesi önce büyük bir direnci, ardından bir savrulma ve çözülme dönemini ima eder. Sovyetler Birliği ile AB'ye girmeden önce Doğu Avrupa ülkelerinin son yılları bunun dramatik bir örneğiydi.

Türkiye'de durum biraz daha farklı olsa da birçok açıdan bu ülkeleri andırmakta. Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki otoriter tek parti rejiminden sonra, yerini askerî vesayet altında olan türden bir demokrasiye bıraktı. Ondan bu yana da Cumhuriyet, özgürlükçü ve çoğulcu nitelikte bir demokrasiyi yerleştirme mücadelesi veriyor. Bu mücadelede ne yazık ki en büyük engeller, temelleri Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında atılan ve yaklaşık yüz yıl sonra bugün canlılığını sürdüren (resmî ideoloji ya da Kemalizm olarak da anılan) bir zihniyetten kaynaklanmakta.

Zihniyet değişiminin söz konusu olduğu bu son dönemlerde, kendilerini 'siyaset üstü' olarak tanımlayan silahlı kuvvetler ve yargı gibi kurumlar, sadece kendilerini ayakta tutmaya değil, toplum üzerindeki etkilerini de korumaya çalışıyorlar ve bu nedenle de toplumsal alandaki her değişimi kendilerine yönelik kurumsal bir tehdit olarak algılıyorlar. Yavaş yavaş sorgulansa da, epey değişmeye yüz tutsa da, hâlâ her şeyi bildiğini zanneden, kibirli bir dil üreten; seçkin kalmak ya da seçkin olmak arzusuyla yanıp tutuşma halini besleyen siyasal kültürlerinden kurtulma zorluğu içindeler. Çünkü Osmanlı'nın imparatorluk dilinin yeni şartlarda yeniden üretilmesi ve Batı'nın, modernizmin, pozitivizmin, ulus-devlet ideolojisinin ithal edilmesiyle, tüm farklı kimlikleri devlet baskısıyla yok edilip toplumu adam etmek, ortak bir ulusal kimlik inşa etmek, "yeni insan" yaratmak için bitmez tükenmez bir inadın ve biat ettirme çabalarının olduğu bir coğrafyadayız.

Yapılan demokratik açılım ve anayasa hamleleri ile "yeni" olanlar var olsa da, aynı "yeniler"in içinde "eski" olanları da yaşatmaya çalışan, "tepeden inmecilik" mirası'nı taşıyan "statükocular" varlıklarını gösteriyorlar. Bunun son bir göstergesi, geçen ay Cumhuriyet Başsavcısı'nın üniversitelerde başörtüsü sorununu çözmek için yapılan görüşmeleri 'kamu hukuku alanında bir düzenlemeyi dinsel esaslara dayandırmak suretiyle laikliğe aykırı çabalar' olarak açıklaması. Başsavcı nasıl oluyor da, nelerin müzakere edilebileceğini söyleme yetkisini kendinde buluyor ve 'aksi halde...' diye açıklamasını bitirebiliyor? Başörtüsü sorununun nasıl çözüleceğine bu ülkede yaşayan yurttaşlar karar verir. "Karar vermek", bir tartışmanın sonucunda olabilecek bir şeydir; "tartışmak" diye bir etkinlik olacaksa, "tartışma özgürlüğü" de olmalıdır, "Laik ol, bu bir emirdir!" diktasıyla değil.

Değişime karşı aynı kurumsal direnç'i, bu son günlerde, terörle mücadele sürecinde yıllar yılı kendisini politika belirleyici olarak gören askerlerde de görüyoruz. Onlar da uzun bir zamandan sonra ilk kez böyle bir siyasetçi 'rol'le sahneye çıkıyorlar. Oysa, sivil-asker ilişkilerini normalleştirmeye yönelik yasal değişikliklerle, 'Ergenekon' üzerinden süregiden bir hukukî hesaplaşma ve son örneği YAŞ'ta görülen fiilî müdahalelerle, Türkiye'de siyaset üzerindeki askerî vesayetin 'nihayet' sona erdiği, bunların geçmişte kaldığının umudunu doğurmuştu. Genelkurmay'ın geçen haftaki açıklaması, Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde hiç kuşkusuz mutlaka ve bütünüyle gerçekleşmesi gereken bu umuda gölge düşürdü ve Türkiye'nin 'sivilleşmesi'nin öyle çok da kolay olmadığını bir daha gösterdi.

Askerler Cumhuriyet'i kendilerinin kurmuş oldukları öncülünden hareketle, ülkenin gerçek sahipleri olduğunu her geçen gün biraz daha güçlü duyuran bir bürokratik birim olduklarına; toplumun içinde her türlü insan olduğunu düşünerek, faaliyetlerini gizlilik içinde yürütmelerinin zorunluluğuna inanmaktalar. Hiç de sağlıklı sayılamayacak bu psikolojik durum, aile yapımızdan siyasî partilere ve bürokrasiye sirayet eden gizlilik/güvensizlik bir riyakârlığın da beslenmesine hizmet etmekte. Böylece dünyada benzeri olmayan bir ülkeye dönüşmekteyiz.

Genelkurmay BDP'nin "iki dil" talebiyle başlayan tartışmanın "Cumhuriyet'in temel kuruluş felsefesini kökten değiştireceği" endişesini dile getiriyor; "Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleri" olduğunu, TSK'nın "ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyet'i ve demokrasiyi koruma görevi"ni hatırlatıyor. Devletin ne olacağına yurttaşın karar verdiği değil, yurttaşın ne olması gerektiğine devletin karar verdiği bir siyaset kültürüyle yaşayageldiği için, 'bölünme'ye yol açar gerekçesini ortaya atarak, "tartışma"yı kesmenin meşru olduğuna inanıyor.

Bir ülkenin bütünlüğü o ülkenin sınırlarıyla belirlenir. Federal yapıya sahip olan Amerika, Kanada, İsviçre, İspanya bölünmüş ülkeler midir? Bu ülkelerde "çok dil" konuşulması, yapılarının üniter olmaması onları bölünmüş ülkeler haline getirmiyor. Biz üniter yapı ile ülke bütünlüğünü karıştırıyoruz. "Üniter" kavramının bir idari yapılanma biçimi olduğunu unutuyor bunu "toprak bütünlüğü" sanıyoruz. Çok dil konuşulursa, merkezi yönetim zayıflarsa üniter yönetim de zayıflar ve bundan da ülke parçalanır, bölünür gibi bir kaygımız var. Bu kaygı doğru değil. Cumhuriyet'imizin 87. yılını yaşıyoruz; artık günümüzde tarihsel algılar, siyasî ve ahlakî olarak savunulabilir değil. Bu ülkeyi kimse bölmek istemiyor, bu ülkeden kimse ayrılmak da istemiyor. Böyle talepler de yok zaten.

Genelkurmay, sadece halkın büyük çoğunluğunu değil Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ı, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'i de karşısına alıp, görev tanımıyla hiç uyuşmayan, demokratik hukuk devletiyle dalga geçercesine, "Türkiye'de 'Dilimiz'(!) konusunda yürütülen 'birtakım tartışmalar'la, 'Cumhuriyet'imizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı"nı iddia ediyor. "Kendi şoförü ile dövüşen araba" misali, böyle emredici yeni bir e-muhtıra'yı siteye koymanın ne gereği var? Biz zaten birçok ilimizde iki, hatta üç dilli bir hayat yaşıyoruz.

Mesela, "çok kültürlülük, farklılıkların bir aradalığı'' gibi tabirler bulunmadan önce, en doğal haliyle iç içe yaşayagelen, Türkiye mozaiğinin parçası olan, doğduğum ve içimde asla tükenmeyecek bir umut olarak tuttuğum (Antioch) Antakya'mız, dünyaya örnek olabilecek türden bir havza, bir barış vitrini. Burada farklı dinlerden insanlarımızın, toplumumuzun büyük çoğunluğundan farkı, "çok dilli" konuşmaları; Arap kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız Arapçayı ve Türkçeyi, Ermeni kökenli vatandaşlarımız hem Ermeniceyi hem de Türkçeyi konuşuyorlar. Aralarındaki iletişimde üç ayrı referans var. Bu üç ayrı referans, onların bu topraklarda yaşayan diğerlerden daha iyi hissedebilmelerini sağlıyor. Başkası gibi bu topraklara ait dillerden sadece birini bilen birine kıyasla çok daha fazla sermayeye sahipler. Onlar Türkiye'de yaşayan ve sadece Türkçeyi konuşandan daha zenginler.

Antakya'mız zengin. Diyarbakır'ımız zengin. İstanbul'umuz zengin... Türkiye'miz zengin. Geçmiş tarihimiz zengin. Sosyo-kültürel yapımız zengin. Dinlerimiz zengin. Dillerimiz zengin.

Bütün bu zenginliklere nasıl karşı çıkılabilir? Anlamak mümkün değil. Halkın araba direksiyonuna getirdiği şoförü dinleyelim ve bitsin artık bu kavga!

Değişim, toplum değişmek mecburiyetinde kaldığı için gerçekleşir. Doğanın yasası gibi, vakti geldiğinde bir ipek böceğinin kozasından çıkmasını engelleyemeyeceğiniz gibi, vakti geldiğinde bir toplumun yapı değiştirmesini de engelleyemezsiniz. Değişime direnen ve kendilerini "devrimci" zanneden "damardan muhafazakârlar"a veya "statükocular"a karşı, "Yeni Türkiye"nin siyasal cevabıdır.

Türkiye değişecek, değişiyor da. Burada tüm mağdurlar için eşzamanlı tam özgürlük sağlanacak, çağdaş, demokratik, yeni bir devlet ve yeni bir toplumsal "anlaşma" olacak. Özgürlükler dendiği vakit, laiklikten de asla taviz vermeden, tabii ki başörtüsüne özgürlük ve eğitim hakkı yerini alacak, "inanç özgürlüğünün" yanı sıra "inanmama özgürlüğü" de saygıyla karşılanacak. Zorunlu bir din dersi olacaksa bu hem Sünniler, hem Aleviler ve hem de diğer inanç grupları, tüm inanç değerlerini kapsayan ve onlara aynı yakınlıkta olan, üst bir dile sahip ortak bir din dersinin olmasını kabul edilecek. Kurumsal direncin kitlesel zemini kıracak olan 'anadilde eğitim hakkı' da gelecek bu ülkede.

Kendisi için yıllardır örmüş olduğu korunaklı kozağını yırtacak Türkiye, yırtıyor da. Çoğullaşan akıl, bu coğrafyada bin yıldır var olan Türk'üyle, Kürt'üyle, Arap'ıyla, Alevi'siyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, dindarı dinsiziyle, gayrimüslimleriyle bu memleketin insanlarının ortak derdinin "adam gibi" ve "kendi gibi", insan onuruna yakışır şekilde yaşamak istiyor çünkü.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT