1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Yeni Anayasa Tartışmaları ve Müslümanların Gerçekliği
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Yeni Anayasa Tartışmaları ve Müslümanların Gerçekliği

06 Aralık 2011 Salı 17:10A+A-

Anayasa, toplumsal mutabakatı ifade eden modern bir konu ve modern bir sözleşme iddiasıdır.  Muhammed Hamidullah 1215 yılında oluşturulan ve İngiliz tebâ için bir toplumsal sözleşmeyi ifade eden Magna Carta’nın ilk anayasa örneği olduğuna itiraz eder. Ona göre Hz. Muhammed Dönemi’nde yazılan Medine Vesikası, anayasaya örneklik olarak ilkliği ifade etmektedir. Ama bu tür köken tartışmalarına rağmen anayasa, modernitenin 18. ve 19. yüzyıllarda gündemleştirdiği toplumsal-siyasal mutabakat metni olarak bilinmektedir. Anayasalar, 15. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan Batılı paradigmanın temel bir açılımı olan ulus devletlerin esas teşkilat yasalarıdır. İlk örnekleri ise 1787’de ABD’de 1791’de Fransa’da gerçekleşmiştir.

Örfi hukukla yönetilen Osmanlı Devleti’nin 1808 yılında imzaladığı Sened-i İttifak anlaşması yönetimle müslüman eşraf ve ağalar arasında, 1839 Tanzimat Fermanı ise İngiltere’nin baskısı ile müslim ve gayr-ı müslim tebânın eşit vatandaşlığı hakkında gündeme gelmiş, meşrutiyet yönetiminin yolunu açan Kanunu Esasi ise 1876 yılında ilan edilmiştir. Osmanlıda son dönemlerde gündeme gelen  esas teşkilat hukukuyla ilgili tüm tartışmalar halktan kopuk şekilde devlet ricali ve kalem erbabı arasında gerçekleşmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de halkın anayasa tartışmalarına dahli olmamıştır. 24 maddelik 20 Ocak 1921 tarihli ilk TC Anayasası ise kendini İslam’a nispet etse bile hakimiyetin “millet”e ait olduğunu vurgulayarak, yeni oluşturulacak Türk ulusunun ilk meşruiyet zeminini ifade etmiştir. Zaten 23 Nisan 1920’de açılan I. Meclis’in asıl aktörleri Meclis-i Mebusan’ın İttihatçı totaliter veya liberal eğilimli üyeleri, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mudafa-ı Hukuk Cemiyetleri olarak örgütlenen bazı çete temsilcileri, bir de İttihad Terakki’nin temellerini oluşturduğu bir Türk ulusu yaratma projesinin Müslümanlara maliyetini  kavrayamayacak düzeyde reel siyasetten kopuk livalardan seçilmiş samimi halk önderleri ve hocalarıdır.

Türkiye gündeminde tartışılmakta olan mevcut anayasa Türk toplumu ile ilgilidir. “Türk” olarak nitelenen bu toplum ise, İttihad Terakki’den ve 1914 Ermeni Tehciri’ndan, ayrıca 1923-24 Rum Mübadelesi’nden bu yana gerek Orta Asya mitolojilerine dayandırılsın, gerek Ön Asya (Anatolia) mitolojilerine dayandırılsın ırk ekseninde kurgulanmıştır. Dolayısıyla yeni yapılacak anayasa etnik ve inançsal farklılıkları kucaklayacak yeni bir ulus tanımına mı yoksa ırk ve ulus ötesi toplumsal bir pozisyona mı yol açacağı konusu merak uyandırmaktadır. Ama yeni anayasa yapma teklifinde bulunan aktörler bu konuda bazı kapalı imalar dışında hiçbir açıklama yapmamaktadırlar.

Anayasa tartışmalarının sınırı mevcut parlamenter dağılımına göre biçimlenmektedir. Ontolojik olarak kurgulanıp üretilen toplum yapısı üzerinden, sadece insan hakları ve demokrasi bağlamında bazı iyileştirmeler yapılacağı gündeme gelmektedir. Gündemde olan Yeni Anayasa tasarımı, mevcut haliyle yalnız statüko içinde bazı hak ve özgürlükleri güçlendirme hedefini ifade etmekte; Türklük, laiklik, muasırlaşma/batılılaşma, ulusal tapınçlar gibi konulara el atmayı gündemleştirmemektedir.

Toplumsal bir vakıanın tartışılmasında düşünce ve inanç özgürlüklerinin sınırının böylesi dikenli tellerle çevrildiği bir ortamda, Müslümanların bu sürece temkinli /mesafeli yaklaşmalarını da makul karşılamak gerekmektedir. Ama Muhammedi Sünnet örnekliği ile bakıldığında, kuşatıldığımız bir sistemde ve tebâsı konumuna düşürüldüğümüz bir toplumda, yeniden var olma mücadelesi yürüten Müslümanların çevre şartlarına ilgisiz kalmaları da Kitabi değildir. Bu konuda temkinli olmak ayrı, mesafeli olmak ayrı, ilgisiz olmak ayrı tutumlardır.

Ötekilerin mücadelesinde sevinilecek taraf bulan Müslümanların halini yansıtan Rum Sûresi’ndeki ilk ayetler kümesi ve Habeşistan hicretinde gayr-ı İslami yönetsel şartlar içinde kendi özgünlüklerine alan bulan veya açan sahabenin  tavrı, bu konularda temkinli, mesafeli veya ilgisiz duruş ile ilgili tutumları aydınlatıcı örneklerdir. Mekke cahili yapısında Rasulullah’ın (s) sistem içi bazı uygun araçları kimliğini gizlemeden, ayetlerin üzerine örtmeden ve müdahane etmeden değerlendirme, uygun olmayanlardan beri durma örnekliği de üzerinde fıkhedilmesi ve tertil fıkhına konu olması gereken bir mevzudur.

Müslümanların toplumsal tutumlarını akidevi perspektiflerinden, ayrıca tarih ve toplum değerlendirmelerinden ayrı değerlendiremeyiz. Bu konuda mevcut anayasa tartışmaları karşısında temkini elden bırakıp sistemin restorasyonuna eklemlenenlerin de, eklemlenmemek adına bu tartışmaya ilgisiz kalanların ve konuyla ilgili ilkeli yaklaşımları suçlayanların da yorumlarını akaidleştirdiklerini görüyoruz. Saltanat sistemleri karşısında tevhid ve adalet ekolünün çıkışını kavrayamayanların; veya Ehl-i Sünnet akaid kitaplarındaki “Zalim sultana itaat”i  akaidleştiren metodolojik yaklaşımı dışlayamayanların; veyahut çoğu kez vahyi ölçülerle çatışan “Daru’l Harp Fıkhı”nı aşamayanların uzlaşmacı veya tam tersi dışlayıcı-radikal-tekfirci  metodik yaklaşımları ilmi ve usûli tabandan yoksundur.

Anayasa tartışmalarında en uzlaşmacı yaklaşımdan en radikal tutuma kadar Müslümanların ciddi bir usûl netliğine ve açıklığına, paylaşılabilir vahiy eksenli tarih ve toplum tefekkürüne ihtiyaçları vardır.  Bu konulardaki zaaflarını aşamayanların ahkam kesmesi, Bektaşinin “salat” hakkında hüküm vermesi gibidir. Sünnetullah’a ve Muhammedi Sünnet’e uymayan gizli mücadele anlayışı ile, şehitliği yaşamın içinde örneklendirme konusunda bilgi ve örneklik yoksunluğu ile, metodik açılımları içtihadi olmaktan çıkartıp metodik yorumları tartışılmaz ve akidevi ilan etme totalitarizmi ile bu konularda tutarlı bir yaklaşımın sergileneceğinden bahsedemeyiz.

Muhkem nassları ve mütevatir Sünnet’i dikkate almayan İslami yorumlar “ibahiye”yi ifade ederler. Bizimle ilgili vahiy dışı bir anayasa yapımı konusunda tutumunu ilgisizlik şeklinde kuran yorumlar da, anayasa konusunda vahiy dışı dayatmaları onaylayan yorumlar da ibahiyeden farklı değildir. İşte Müslümanların temkinliliği de bu süreçte gündemleşmelidir.

Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumda “ma’rufu emr münkeri men” konusunda gereğince uyarıcı ve örnek olacak bir yeterlilik ve modelleşme imkanına henüz kavuşamamışlardır. İslami şahsiyetlerimiz ise henüz dağılmış ümmet yapısı içinden ayağa kalkacak fikirde ve amelde vahiy ve fıtratla bulaşacak Kur’an nüveleri, Kur’an nesli olmaya çalışmaktadırlar. Kendini İslam’a ait hisseden büyük yığınlar ise tebliğ, ıslah ve tecdid açısından büyük bir muhataplaşma imkanını ifade etmektedir; ama vahyin şahitliği bilincinden ve birikiminden oldukça uzaklaşmış durumdadırlar. İradelerinin farkında olan Müslümanlar bilirler ki, henüz ulus toplumların tebası olmaktan kurtulamadık. İnançlarımızın, hukukumuzun özgür olmadığı ulus toplumlarda adeta tutsak durumundayız. Hem bu tutsaklıktan kurtulmak hem de kendimizi vahiy ekseninde yeniden var edebilmek, oluşturabilmek için müdahanesiz ortamlara ihtiyaç duymaktayız. Ulus topluma ait olan anayasa yapımındaki ilgileri de, daha büyük bir zulüm karşısında, Rum’un galip gelmesi meselesiyle irtibatlı olarak tartışılabiliriz.

Temkinli olmak, Rum’un daha büyük bir zulmü def edeceği ama kendisinin de tevhid ehli olmadığı ile alakalıdır. Siyer’deki Habeşistan hicreti ile ilgili fıkhımızı da bu bağlamda ele almalıyız. Dolayısıyla yeniden biçimlendirilecek TC Anayasası’na ilgimiz onun Habeşistan şartlarını hatırlatıcı düzeyde özgürlükçü olup olmamasıyla ilgilidir. Bu konuda Hz. Yusuf’un vahiy dışı sistemdeki yönetimle ilgili örneklemi değerlendirilmelidir. Veya bu bağlamdaki anayasa tartışmalarına,  Kâfirun Sûresi’ndeki bağlamdan, Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri ekseninden bakabilmeliyiz.  Yeni yapılacak anayasa hepimizi ilgilendirdiği için zulmün olabildiğince giderilmesi, inanç ve düşünce özgürlüklerinin kısıtlanmaması doğrultusundaki basınç bizim için de bir imkandır. Ancak temkinliliğimiz, kısmi özgürlük alanlarını büyütmek adına, pozitivist Atatürkçü ilkeleri, laikliği, seküler ulusçuluğu yeniden meşrulaştırma dayatmalarına teslim olmamak adınadır.

Mesafeli olmamız da, Türk ulus sisteminin insan hakları ve özgürlükleri genişletilirken, laik-seküler değerleri olağanlaştırma hamlesi karşısında temkinliliğimizden doğan tutumla ilgilidir. Ayrıca özgürlükçü veya liberal TC vatandaşları olarak değil, Müslümanlar olarak “millet” gibi kavramları Kur’ani anlamlarından uzaklaştırarak; veya “laik”lik gibi Batılı paradigmaya ait vahiy dışı kavramlara sahte bir nötürlük veya yeşil elbise giydirerek yapılan aldatmacalara karşı da vahyi özgünlüğümüzü koruyarak cevap vermemiz gerekmektedir. Ayrıca Türk ulusu kavramından vaz geçip Osmanlı ulusçuluğu veya Amerikan ulusçuluğu gibi etnik-ırkçı yarışmalara son veren yaklaşımı olumlu görürüz; ama ulusçuluğu fıtrata ve vahye aykırı ontolojik bir tuğyan olarak görmeye ve onu aşmak için çalışmaya da devam ederiz.

Bilinçlenme sürecindeki Müslümanlar için anayasa yapımına ilgisizliğin nedenlerini de özetlemek gerekir. Bunun nedeni asosyalite olabilir. Apolitikliği aşamamak olabilir. Ütopik gelecek tasavvurlarıyla günü oyalamayla ilgili olabilir. Tertil fıkhı üretmek konusunda usulü yetersizlik söz konusu olabilir. Yorumlarını genel geçer nasslar düzeyinde görme yanlışlığı hatta bazı kere de müstağniliği ile de izah edilebilir.

İslami Anayasa mı Özgürlük Ortamı mı?

Müslümanların yapılmakta olan anayasanın kendi renklerini taşımalarını talep etmeleri saçma ve şaz bir durumdur. Çünkü tarafsızlık ilkesi iddiasıyla bu anayasa vahyi ölçüyü dışarıda bırakmaktadır. Ayrıca anayasanın İslamiliği ile ilgili konuşabilmek için ne Müslümanlar yaşadığımız toplumda vahiy eksenli toplumsal bir dönüşümün adayı ve şahitleri olduklarını sergileyebilmişlerdir; ne de mevcut toplum içinde üniversitelerden medyaya kadar tevhidi eksende kendi ağırlıklarını hissettirebilecekleri gündemler oluşturabilmektedirler. Kendini İslam’a nispet eden Müslüman yığınlar ise aidiyetlerini İslam-Osmanlı medeniyeti eksininde ve bu eksenin değerleriyle ifade etmeye çalışmaktadırlar ki bu da ölmüş bir İslami yorumdan yani ölmüş bir medeniyetten türbe kültüne benzer şekilde medet umma halidir.

Oysa bize lazım olan, Rasulullah’ın (s) Mekke’de himaye, eman, ilaf ve panayır müesseseleriyle; Sasani’lere, Yemen’e değil de Habeşistan’a veya Taif’e değil de Yesrib’e hicret etmekte gözettiği gibi daha müsait imkanlardan veya özgürlük alanlarından yararlanmaktır. Çünkü öncelikle yapmamız gereken ibadet, öncelikle dağılmış ümmet yapısı içinden inançta, düşüncede ve amelde yeniden ıslah ve inşa faaliyetlerini yükseltecek vahyi talimden geçmiş, istişari merkezli, şahitliği üstlenmiş, belki ufak ama nitelikli Kur’an nüveleri olabilmemizdir. Ancak bu nüvelerin tutarlılığı, yeterliliği ve niteliği oranında yaygın bir tebliğ, kitleleşme ve gerçekçi mücadele sürecinden, yani sünnetullahı yakalamaktan bahsedebiliriz.

TC Anayasası’nı ideolojik renklerden ve Kemalist tabulardan uzaklaştırmaya çalışmamız, yeni yapılacak olan anayasaya kimliksel eklemlenme içinde olmamız değil, zulme ve küfre “La” dememizle alakalı bir durumdur. Bu konuda resmi ideolojiyi ne kadar geriletirsek, kitle psikolojisini yönlendirmek o kadar mesafe alıyoruz demektir. Örneğin Nisan 2010’da TBMM’de gündeme gelen kısmi anayasa değişikliği teklifine İslam düşmanlığı yapmaması , resmi ideoloji ve Kemalizm dayatmaması şartıyla destek verileceğini açıklayan 20 Nisan 2010 tarihli İslami kuruluşlar bildirisi oldukça önemliydi. Ama bu bildiriyi, tevhidi değerleri mücessime gibi selefi bir şekilcilikle ele alan ve yorumunu nasslaştıran bazı İslami öbekler “İslami Kuruluşlardan Tağuti Anayasaya Destek Çağrısı” gibi kabul edilemez ve konuyu çarpıtan yüzeysellikle değerlendirdi.

Anayasal baskıların ve yasakların kalkmasını istemekle, Kureyş müşriklerinin kervanına üç deveyle iştirak etmek veya Ebu Talib’ten himaye istemek arasındaki illiyet bağını kuramayan sığlık ve şekilsel anoloji taraftarı kişilerin mantığı vahim bir durumdur. Ama bu mantığı değil de, taşınan dini kaygıları tölere etmek gerekmektedir. Çünkü çoğu kez farklılaşmamızın zeminini oluşturan sığlık, çökmüş ümmet yapısının insicamsızlığı ve güvensizliğinden beslenmektedir. Bu tarihi enkaz  ise bizim mirasımızdır. Bu mirasla didişmek yerine, onu ıslah etmek için sahih bir yapılanma ve gelecek için bir diyalog ve istişare dili üretmeye çalışmak gerekmektedir. Anayasa konusundaki tartışmalarda tekfirci veya ibahi yaklaşımların aceleciliğine rağmen, bu insanlarımızı kuşatmaktan ve uyarmaktan vazgeçmemeliyiz. Çünkü ıslah projesi ve diyalog uygulamasını ilk defa kendi atıl bileşenlerimizin üzerinde oluşturmamız öncelikli görevimizdir. İlk defa yakınlarımıza yönelmek gerekmektedir.

Yapılacak olan ulusal veya en iyi ihtimalle ulus ötesi bir toplumun anayasasıdır. Bir Muhammedi ümmet anayasası değildir. Ulusa veya ulusal konfedaralizme dayanan bir anayasa Batılı paradigmaya veya onun toplumsal şemalarına ait bir anayasadır. Bu nedenle de ideolojik kimliğini ne kadar sınırlandırırsa sınırlandırsın modernitenin veya post-modernitenin değerlerinden ayrı düşünülemez. Biz Müslümanlar için asıl üzücü olan ise ulusal veya ulusal konfedaralizmle ilgili seküler toplum yapılarının içindeki çaresizliğimiz ve tutsaklığımızdır. Kendimizi yeniden ıslah ve inşa süreciyle toparlamadan, var olan seküler temelli toplumsal yapılar içindeki anayasal tartışmalara rengimizi vermek hedefi yanlış bir yaklaşımdır. Bize kendi inşa sürecimizle ilgili düşen görev ise, bu tür anayasaların ne kadar inanç ve düşünce özgürlüğüne yer verip vermediğini Kâfirun Sûresi ve Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri çerçevesinde değerlendirmek ve muhataplarımızı daha adil ve fıtri olana zorlamaktır. Kâfirun Sûresi’ndeki ötekilerle ilgili mesaj, boykot ilan etmek veya ötekinin yaptığına ilgisiz kalmakla alakalı değil, mücadele içinde hukukumuzu oluşturmakla ilgiliydi. Öteki karşısında hukukunu dillendirip oluşturma çabası göstermeyenlere düşen ise sadece münzevi bir inziva veya şartlara teslimiyet ya da yorumların söylemsel koğuculuğu ve gevezeliğidir.

Anayasalar, Batı’nın oluşum süreci içinde ulus toplumları oluşturan seküler toplumsal üst sözleşmelerdir. İslam ümmeti ise uluslar gibi seküler temelli değil, vahiy ve şahitlik temelli bir toplumsal yapıdır. Bizler Kur’an, tevhid ve adalet temelli İslami ümmet yapısından 5-6 asırdan bu yana uzaklaşmış ve I. Dünya Harbi’nden sonra da ulus toplumlara devşirilmiş Müslümanlarız. Ümmetin yetimleri-öksüzleri pozisyonundayız. Müslümanların her türlü Batılılaşma akımına karşı Müslüman kalabilmek için direnmeleri önemlidir. Ama bu direniş vahiy temelli bir ıslah projesi ile taçlanmıyorsa elde edilen kazanımlar sadece İslami uyanış olarak veya zaaflı da olsa İslam’a aidiyette ısrar şeklinde ele alınabilir. Bu nedenle de Pakistan’da, İran’da gerçekleştirilen anayasalar her ne kadar kendilerini İslam’la irtibatlandırsalar da Pakistan ulusuna, İran ulusuna ve Şia mezhebine ait anayasalar olarak kalmıştır.

İslam ümmetini cihanşumul bir canlılık olarak yeniden var etmedikçe bir “İslam iktidarı”ndan veya “Halife” kavramından bahsetmek ya ütopik ya da kandırıcı bir yaklaşımdır. Kaldıki halifelik de iktidar formu da farklı içtihadlara açık bir konudur. Bugün tüm İslam coğrafyasında İslam ümmetinin mirası, ulus toplumlara bölünmüştür. Ayrıca ulus toplumlara vaziyet eden yönetimler Kemalizm gibi, Baasçılık gibi, Cumhuriyetçilik gibi, Krallık gibi diktatörlük yapılanmalarıdır. Islah ve ihya süreçleriyle henüz dirilemeyen bir ümmete anayasa oluşturmak, olmayan bir İslam toplumuna iktidar veya halife stratejisi sunmak gibi bir hayalciliktir. Bu tür düşünceler bugün için vakıasızdır, ayağını basacağı zeminden yoksundur.

Önce kendini İslam’a ait kabul eden İslam dünyasındaki sayısı milyarı aşan kitleyi, yakınlarımızdan başlamak üzere vahiyle uyaracak ve tevhidi yaşama şahitliğini oluşturacak istişari temelli ve yeterli Kur’an ve tebliğ nüveleri olmamız gerekmektedir. Bunun için de donanımlı İslami şahsiyetlerin İslami mücadele içinde yetişmelerine, diyaloglarına ve birlikte iş yapabilme becerilerine zorunluluğumuz vardır. 19. yüzyıldan devraldığımız ıslah ve ihya sürecinin başarısı ise, anarşizmin etkisinde kalan bazı Müslümanların aradığı baskı ve zulüm ortamlarında değil, tüm rasullerin hayatlarında gördüğümüz gibi hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı mekanlarda gelişebilir. İçinde yaşadığımız cahili sistemi mücadelemiz için daha imkanlı kılabilecek ilkeli mücadele ve girişimleri de bu bağlamda ele almak gerekir. 17 Aralık 2010’dan bu yana ön plana çıkan Ortadoğu İntifadası da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu intifada süreci Müslümanlar için bir İslami dönüşüm veya inkılab değildir; ama köklü bir toplumsal ve zihni dönüşümü hazırlamak için şartların elverişli hale getirilmesi, bazı sıkıntılar ve engeller olsa da Yesrib gibi özgürlük ortamlarının geliştirilmesi anlamına gelmektedir.

Toplumsal mutabakatla ilgili bir yoruma dayanan anayasa  algımızı Kur’an’la aynılaştırmak; metod ve şeriatla ilgili yorumlarımızı akaid temelli olduğu savıyla tevhid olarak sunmak; mâsiyet ve zulüm taşıyan yönetim biçimlerini savunan akaid kitaplarından ve iç hastalıklardan hicret edemeden ve ümmeti yeniden inşa etmeden iktidar olmaya kalkmak; hayali iktidarlar için hayali anayasalar ve pragmatik/şaz yöntemler üretmek  gibi yanlışlar hep yapıldı. Bizler bu yanlışlara iyi niyetli olarak yaklaşacak olursak, ancak onları tevhidi kimliğimizin oluşumundaki çocukluk yıllarıyla irtibatlandırabiliriz. Ayrıca hala çocukluk yıllarına terk edilmesi gereken argümanlarla günümüz Müslümanlarının gündemini tartışmaya kalkışan yaklaşımlarla da didişmek yerine, onlara çocukluk çağlarımıza yönelttiğimiz nasihat üslubuyla yaklaşmamız gerekmektedir.

Özcesi, Türkiye’deki anayasa tartışmalarının, dolaylı da olsa bizlerin yeniden ümmet olması ve itikadımızın muktedir kılınması önceliğimizle alakası vardır. Bu, hayatı vahiyle biçimlendirmek ve ümmet olmak çabalarımıza uygun ortam arayışı edinmekle alakalı bir tartışmadır. Bu tartışmada inancımızı, kimliğimizi ve insanlığımızı vesayet altında tutan sistemin zincirlerinin gevşetilmesi çabası önemlidir. Ama başörtüsü mücadelemiz, 1 Mart Tezkeresi gibi kazanımlarımız için ittifaklarımızı, ittihad olarak algılamayacağımızın; kimliğimizi gizlemeyeceğimizin; kazanımlar için açık şirk ve haram olan maddeleri onaylamayacağımızın da bilincinde olunmalıdır.  Önemli olan bizimle ilgili tartışma ve tasarımlar karşısında cahili oyunu izleyen veya bu oyuna küsen değil, boykot edenler olsa da devam edecek olan oyunun senaryosunu gücümüz oranında denetleyen veya yönlendirmeye çalışan pozisyonda olabilmektir. Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların talim ettiği “tertil fıkhı”nın yönelttiği de bu doğrultudur diye düşünüyoruz.

Bu makale İslami Yorum dergisinde yayınlanmıştır.

YAZIYA YORUM KAT

21 Yorum