1. YAZARLAR

  2. RIDVAN KAYA

  3. Sessizlik Halep’i Boğuyor!
RIDVAN KAYA

RIDVAN KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

Sessizlik Halep’i Boğuyor!

29 Kasım 2016 Salı 20:32A+A-

Halep’ten yürek yakan manzaralara şahit oluyoruz. Tüm dünyanın gözleri önünde kardeşlerimiz zalim ve zulüm kavramlarının sınırlarını aşan icraatlara maruz kalmaktalar. Buna karşın derin bir sessizlik hüküm sürmekte. Güç sahiplerinin bir kısmı katlederken, diğer kısmı ise ya görmezden gelmekte ya da içeriksiz kınamalarla, dikkat çekmelerle yetinmekteler.

Küresel bir ikiyüzlülük haline şahitlik ediyoruz. Her gün Halep’le ilgili yürek parçalayıcı haberler, görüntüler dolaşıyor. Peki sonuç? Halep ve tüm Suriye bu hale doğal bir felaketle gelmedi ki? Birileri bu vahşeti icra etti ve etmeye de devam ediyor. Ve açıktır ki, güç sahiplerinin şikayet etmeleri, dolaylı biçimde suç ortaklığından başka bir mana taşımaz.

Peki, bize düşen nedir? Biz ne yapmalı, bu ve benzeri zulümlere karşı nasıl tavır almalıyız?

Öncelikle sorunun güç yetirip yetirememe meselesi olmadığını bilmeliyiz. Elbette güç, yeterlilik, kapasite önemlidir, bilhassa bir mücadelenin kazanılabilmesi için belirleyicidir ama o mücadelenin kendisini ve onunla ilişki biçimimizi belirleyen şey güç değildir, bu tür sıfatlar değildir.

Nasıl bir mücadeleyi anlamlı kılan şey onun meşruiyeti ise, haklılığı ise; onunla irtibatımızı, ilişkimizi belirleyecek olan şey de imkanlarımızın, gücümüzün, kapasitemizin ne olduğundan öte tavrımızın haktan yana, adaletten yana olup olmadığıdır. Yani kazanmakla mükellef değiliz ama haktan, adaletten yana tavır almakla mükellefiz, sorumluyuz.

Ebu Davud ve Tırmizi eserlerinde Ebu Said el-Hudri’den rivayetle Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğunu aktarmışlardır: “En faziletli cihad, zalim bir idarecinin karşısında adaleti söylemektir.”

Hatırda tutulması gereken ölçü budur! Ne gariptir ki, bazıları Suriye meselesinde ısrarla kriteri, ölçüyü kazanıp kazanamama denklemi üzerine oturtmaya çalışıyorlar. Oysa bu meselenin ikincil yönü, tali bir unsurudur, asli boyutu değildir. Bu hususu öne çıkartanlar bir anlamda, “kazanma ihtimali olsa biz de destek olurduk ama beyhude gayret sarfediliyor; boşuna enerji ve imkan tüketmeye gerek yok!” demiş oluyorlar.

Oysa tam burada hakkın şahitliği dediğimiz şeyin ikamesinin ne kadar belirleyici olduğunu görmek durumundayız. Biz zulmü her yerde görüyoruz, her yerde zulümle muhatap oluyoruz. Tağutun reddinin Allah’a teslimiyet için şart olduğunu bilen müminlerin bu durumda tavrı nasıl olmalıdır? Zulme, küfre tavır almak için onu aşıp aşamama, güç yetirip yetirememe şeklinde bir kriter öne çıkartılabilir mi, böyle bir mantık uygulanabilir mi?

Örneğin Arakan’da Budist çeteler karşısında gücümüz ne ki? Mısır’da zindanları aşıp işkencelerle katledilen kardeşlerimize ulaşma imkanımız mı var? Siyonist çetenin görünür gelecekte Filistin’den defedilmesine dair bir emare görülüyor mu? Ama tüm bu ve benzeri hallere karşın adaletten yana olmanın, zulme karşı tavır almanın gerekliliğini biliyor ve elden geldiğince uygulamaya çalışıyoruz.

Suriye için de aynı kıstaslar, aynı ölçüler geçerlidir. Halep’i cehenneme çevirenlere karşı elimizden pek bir şey gelmeyebilir ama lanetlemekten de vazgeçecek halimiz yok!

Başka söze gerek var mı? Sistematik biçimde hastaneleri vurup, imha eden bir düşmanla karşı karşıyayız. Katliam eşiğini dünyanın umursamazlığı, vurdumduymazlığıyla orantılı biçimde giderek yükselten düşmanlar bunlar!  Boyun eğdirmeye, teslim almaya çalışıyorlar.

Buna karşı kardeşlerimizin gücü az, bizim de yapabileceklerimiz sınırlı olabilir. Ellerimiz bağlı olabilir ama hiç olmazsa dilimizle, yüreğimizle zalimlere tavır almayı becermeliyiz. Aksi durumda zilleti içselleştirme tehlikesiyle yüz yüze gelmemiz kaçınılmazdır. 

Ve ne acı ki, bunca yaşanmışlığa rağmen hala hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan “iç savaş”, “birbirlerini öldürüyorlar”, “iki taraf da Allahu Ekber diyor” ve benzeri saçmalıkları dillendirenleri görüyoruz.  Allahu Teala bunlara akıl-fikir versin ama önce herhalde bir nebze vicdan bahşetsin ki bu pespayelikten kurtulabilsinler!

Yazık ki, Müslüman olma iddiasındaki bir kısım insanın, çevrenin meselelere bakışını İslami ölçüler oluşturmuyor. Mezhebi, hizbi, siyasi bağlılıklar, daha doğrusu körlükler akı kara, karayı ak görmelerine yol açabiliyor. Oysa “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” buyuruyor Rabbül Alemin!

Yine tavrını, tutumunu iktidarın politikalarına göre belirlemiş, iktidarın tutumuna endekslemiş olanları görüyoruz üzülerek. Adeta yukarıdan talimat bekler haldeler konuşmak, gündemleştirmek için. Erdoğan susuyorsa onlar da susuyorlar, hatırlamıyorlar, zikretmiyorlar. İktidar gözünü tümüyle PYD’ye dikmiş gibi! Neredeyse Halep’in ismi dahi telaffuz edilmiyor. Yeni dostumuz, müttefikimiz Rusya’yı üzecek beyanatlardan dikkatle kaçınılıyor sanki!

Öte yandan haktan, hukuktan, özgürlükten en çok bahsedenlerin, sesleri en çok çıkanların utanmazlık yarışında da en önde gittiklerini görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde hararetlenen evlilik yaşı ve tecavüz tartışmalarına bakın mesela! Çocukları, gençleri koruma maskesiyle ortalığı velveleye verenlerin tavrındaki tutarsızlığa bakın! Ahlaksızlığı, edepsizliği her şartta savunanlar iş evlilik meselesine gelince bir anda sınırlar, kurallar, yasaklar çizme derdine düşüyorlar. Ne kadar samimi olduklarını anlamaksa hiç zor değil.

Sadece şöyle bir kıyas yapalım: Kurbanı tecavüzcüsüyle evlendirme çabalarının çirkinliğini, kabul edilemezliğini vurgulayanların neredeyse tamamı Suriye meselesine çözüm olarak Suriye halkını tecavüzcüsüyle evlendirmeyi öneriyor, Esed rejimiyle anlaşılsın, konu kapansın diyorlar!

İşte tüm bu adaletsizlikler, ahlaksızlıklar karşısında hakkı ve adaleti savunmak, kardeşlik hukukunun gereğini yapmak, zalimlerin ve kafirlerin boğmaya çalıştıkları sesi yükseltmek zorundayız. İsteyen görsün, isteyen görmesin, görmezden gelsin, gözünü kapatsın ya da çarpıtsın, bu yaşananlar karşısında asla dilsiz şeytanlar olmamalıyız.

Halep yüreğimizdir, kanımızdır ama son kertede mevzilerden bir mevzidir. Allah’ın arzında Allah’ın dinine şahitlik etmekle yükümlü kullarının mücadeleyi taşımakla yükümlü oldukları beldelerimizden bir beldedir. Zafer ise Rabbimizin elinde, takdirindedir!

Mücahitler burada tüm küfür odaklarına, zulüm güçlerine karşı bugüne dek destansı bir direniş verdiler. Güçler dengesindeki bunca orantısızlık karşısında belli alanlardan geri çekilmek zorunda kalmaları bizi üzse de bu durum mücadelenin haklılığına ve onuruna ilişkin asla bir şüphe nedeni olamaz, yılgınlığa da kesinlikle cevaz vermez.

Rabbimize hamd olsun ki, mücadele mücahitlerin kararlılığıyla ve sadece Rablerine teslimiyetleriyle sürmektedir, Allah’ın izniyle sürecektir de. Bugün için kazandığını zanneden, zafer naraları atan gafillerin ise kazandıklarının sadece sonsuz ahiret azabı olduğu açıktır. Allahu Teala’dan niyazımız onları her iki cihanda hüsrana uğrayanlardan kılmasıdır.

Ne bizler, ne de bizzat kanlarıyla, canlarıyla hakkın şahitliğini yapan mücahitler savaşın seyrinden sorumlu değiliz. Ama küfre ve zulme karşı tavır almakla, kardeşlerimiz için çaba sarfetmekle, elimizden geleni yapmakla, ekmeğimizi bölüşmekle ve hakkı haykırmakla mükellefiz. Zalimlere karşı başka zalimlerden medet umacak değiliz elbette, üzerimize düşeni yapacağız, yapmalıyız!

Ve Halep’in içinde bulunduğu zor durumdan daha acınası olan şey, hiç şüphesiz gözlerimizin önünde bunca zulüm yaşanırken, etrafına sessizlik duvarları ören Müslümanların tavrıdır. Oysa dilsiz şeytanlardan olmamak için bu duvarları mutlaka aşmalıyız!

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum