1. YAZARLAR

  2. Oktay Altın

  3. Selefiliğin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi -1-

Selefiliğin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi -1-

Ağustos 2014A+A-

Doğu Bloğunun çökmesiyle “öteki”siz kalan Batı dünyası, tedrici bir şekilde İslam’ı bir tehlike ve tehdit unsuru olarak sunmaya başladı. 11 Eylül saldırılardan sonra siyasette, basın-yayında ve akademik merkezlerde İslam’la “terör” kavramı daha çok bir arada kullanılır oldu.

İslam dünyası potansiyel bir tehdit olarak sunulurken birileri şiddetin kaynağı olarak bizatihi İslam’ı hedef tahtasına oturttu. Saldırılarla ilişkilendirilenlerin kimliğinden hareketle de “Selefilik” özel bir ilgi gördü.

Suriye’de muhalif gruplarla çatışarak adından söz ettiren ve kendini Selefi olarak niteleyen Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)’in başta Musul olmak üzere Irak’ın önemli bir kısmını çok kısa sürede ele geçirmesi “Selefilik” konusunu yeniden gündemin zirvesine taşıdı.

İslam dünyasının önemli “akım”larından biri olan Selefilik, nevzuhur bir akım olmadığı gibi çok yaygın bir akım da değildir. Ancak bazı müntesiplerinin “şiddet” eylemleri bu akımı sürekli gündemde tutuyor. Lehinde ve aleyhinde çok şeyler yazılıyor, söyleniyor. Ancak çok az mevzu bu kadar uçlarda tartışılıyor. Hakkında söylenenlerin fazla ve oldukça çelişkili olması “Selefilik”in soğukkanlı tahlilini de gerekli kılıyor.

Tarihî derinliği, uzun süreç içerisinde geçirdiği değişimler, geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, birbirlerini kıyasıya eleştiren hatta birbirleriyle çatışan grupların kendilerini Selefiliğe nispet etmeleri, Selefilikle ilgili net yargılarda bulunmayı zorlaştırıyor.

Selefiliğin Doğuşu

Vahyin ilk muhatabı Müslümanlar, aynı dili konuşan ve benzer yaşam tarzına sahip insanlardı. Kültürel çeşitlilikten pek fazla söz edilemezdi. Hicri 1. asrın sonlarına gelindiğinde Müslümanlar, Horasan’dan İspanya’ya kadar birçok ülkeyi fethetmişler, çok çeşitli din ve kültürlerle karşılaşmışlardı. Fetihlerin hızlı bir şekilde devam etmesi daha ilk asırda Müslümanları, yönettikleri ülkelerde neredeyse azınlık durumuna düşürmüştü. Hz. Peygamber 23 yılda sayıları on binlerle ifade edilebilecek bir kitleye hitap edip ancak sayıları binlerle ifade edilebilecek bir kitleyi eğitmişken Emeviler döneminde Müslümanların sayısı milyonlara ulaşmıştı. Bu da dini anlama ve yaşamada “nitelik” sorununu beraberinde getirdi. Eski din ve düşüncelerini terk eden yeni muhatapların dilleri, kültürleri ve tarihî arka planları oldukça farklıydı. Bunlar Müslüman olurken daha önce hiç karşılaşılmamış sorunları İslam düşünce dünyasına taşıdılar.

Farklı din ve düşüncelere sahip insanlar, gerek benimsemek gerekse de eleştirmek için İslam’la ilgileniyorlardı. İslam’ın kaynakları, referansları bunlar için önemli değildi. Kendilerince İslam’da çelişkiler buluyorlar ve bunları Müslümanlarla tartışıyorlardı. Bu ortamda bazı fırkalar, muhatapları ikna etme adına muhataplarının yöntemlerini kullanmaya başladılar. “Ehl-i rey” diye adlandırılan bu gruplar, zamanla eleştirileri cevaplama kaygısını da aşarak ilmî tecessüs saikiyle farklı düşünce ve inanışlara ilgi duydular. Sahabe ve tabiinin meşgul olmadığı konuların tartışılması, tartışmalarda kullanılan farklı yöntemler, “ehl-i hadis” diye adlandırılan “rivayet” merkezli grupların tepkisine neden oldu. Bunlara göre yeni konularla ve yeni yöntemlerle ilgilenmek “bidat” idi.

Rey taraftarları genellikle mevali kökenliydiler ve hadis hususunda rakiplerince zayıf kabul ediliyorlardı. Reyciler genellikle İslam’ın doğum yeri Hicaz’dan uzak, iç içe problemlerin yaşandığı şehirlerde meseleleri çözmeye çalışıyorlardı. Bu nedenle ilgi alanları çeşitli olmakla birlikte “fıkıhçı” kimlikleri daha belirgindi. Ebu Hanife’nin Kufe’de başını çektiği reyciler, zalim yönetimleri eleştirdiler, hatta bazıları adil bir yönetim getirmek için bilfiil mücadele etti. Sınırsız sorunlara sınırlı ayet ve hadislerle çözüm bulunamayacağından hareketle meseleleri çözmede akla önemli bir alan açtılar.

Selefiye’nin kökeni kabul edilen ehl-i hadis ise İslam’ın ancak Kitab, Sünnet ve sahabe ve tabiunun sözleriyle anlaşılabileceğini; sorunların çözümünde mümkün mertebe rey ve akli istidlallerin kullanılmaması gerektiğini, zayıf bile olsa bir rivayetin reyden daha makbul olduğunu düşünen gruplardan oluşuyordu. Bunların da ilgi alanları çeşitli olmakla birlikte hadis rivayeti, tedvini, tasnifiyle ilgilenmeleri ve meselelerin çözümünde eksen olarak hadisleri kullanmalarından “hadisçi” kimlikleri tebarüz etti. Ehl-i hadis, Hicri 3. yüzyılda Malikiler, Şafiiler, Hanbeliler ve Zahirilerden oluşuyordu. Ebu Hanife rey ekolünün temsilcisi olmasına rağmen öğrencileri Hanefiliği ehl-i hadise yaklaştıracaktır. Zamanla karşılıklı etkileşimlerle birbirine yaklaşan bu mezhepler, Eş’ariler ve Maturidilerin de katılımıyla Ehl-i Sünnet’i oluşturacaktır. Sonraki dönemlerde Şafii, Maliki ve Hanefi âlimler kelamla ilgilenerek ehl-i hadisin kelam karşısındaki sert tutumunu yumuşatmışlardır. Ancak bu mezhepler içerisinde Hanbelilik, özellikle de Eş’arilik ve Maturidiliğe yönelttiği sert eleştiriler ve “Selef”e yaptığı özel vurgularla diğerlerinden farklı bir çizgide varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla Selefi çizginin devamını sağlayan daha çok Hanbelilerdir. XI. yüzyılda Ebu Yalâ el-Ferra örneğinde olduğu gibi Selefi akım içinde bulunup kelam metodunu kısmen benimseyen Selef metoduyla kelamı telif etmeye çalışan âlimlerin varlığını da zikretmek gerekir. Ancak bu yönelim başarılı olmadığı gibi bu âlimler, Selef yolundan ayrıldıkları eleştirilerine de maruz kalmışlardır. Selef metodunu temsil edenler Şam ve Bağdat’ta yoğunlaşmışlardı. Şam ekolü, Bağdat’a nazaran daha sert bir yaklaşım sergilemiş ve Selefi geleneğin geleceğinde daha belirleyici rol oynamıştır. 

İslam düşünce tarihinde “Selef” kelimesinin kullanımı oldukça eski olmasına karşın “Selefiliğin” bir yöntem ve düşünce akımı olarak sistematik hale dönüşmesi yeni bir olgudur. Bugün neredeyse müstakil bir mezhep gibi algılanan Selefilik, birkaç merhaleden geçerek ve birkaç tarihî şahsiyetin çabalarıyla bu görünüme kavuşmuştur. Selefi ulemanın bugün de kendilerinden sitayişle bahsettiği ve Selefiliğin oluşmasında köşe taşları kabul edilebilecek kişileri şöyle sıralayabiliriz:

a- İmam Şafii (H. 150-204)

İmam Şafii gençliğinde İmam Malik’in yanında dokuz yıl kadar kaldı ve ondan hadis dersleri aldı. Ehl-i Beyt’le ilgili görüşlerinden dolayı Bağdat’a götürülüp yargılandı. İkamet için tekrar Bağdat’a geldiğinde burada fazla kalmayıp Mısır’a döndü. Muhammed Ebu Zehra, Şafii’nin Bağdat’ta kalmamasının iki sebebi olduğunu söyler:

1- Harun Reşid’in oğlu Emin’in öldürülüp Me’mun’un iktidara gelmesiyle Bağdat’a İranlılar hâkim olmuştur. Kureyşli bir Arap olarak Şafii, İranlıların tahakkümü altında yaşamak istememiştir.

2- Me’mun kelamcı ve filozoflardandı. Bütün yardımcılarını da Mutezililerden seçmişti. Şafii, Mutezililerden ve yöntemlerinden nefret ederdi ve bunların cezalandırılmasını isterdi.

Şafii’nin yaşadığı dönemde Hariciler, Mutezile, İmamiye, Zeydiye başta olmak üzere onlarca fırka oluşmuş; bunlar kendi aralarında kıyasıya mücadele ediyordu. Basra’da bulunan Mutezili bir grup, mütevatir olmayan hadisleri kabul etmiyordu ve Şafii bunlarla mücadele ediyordu. “El-Umm” adlı kitabını da bunun için yazmıştır.

Aynı dönemde Yunan, Fars ve Hint dillerinden birçok tercüme yapılmış ve bunlarla birlikte birçok yeni düşünce İslam dünyasında tartışılmaya başlamıştı. Şafii bunlara da tepkiliydi. Sahabenin saf yolunun bulandırıldığını düşünüyordu.

Şafii, rivayetlere güvenin azaldığını hissettiği bu dönemde istibatta Kur’an ve sünnet hiyerarşisini bozmuş ve “sünnet”i Kur’an derecesine çıkarmıştır. Hatta Kur’an’ın sünneti neshini ancak başka bir sünnetin varlığında kabul ediyordu.

İmam Şafii, reyi, akli yaklaşımları eleştirmiş ve rivayetleri “hikmet” adıyla vahye eşdeğer hale getirmiştir. Böylece daha sonra oluşacak Selefiye’nin temellerini atmıştır. Bu yüzden takipçileri tarafından da “sünnetin koruyucusu” diye isimlendirilmiştir.

b- Ahmed bin Hanbel (H. 164-241)

Ahmed bin Hanbel uzun yıllar Bağdat’ta hadis okudu. Hadis rivayeti için uzun yolculuklara çıktı. Başta Muvatta olmak üzere birçok kitabı tetkik etti, “Müsned” adıyla hadis derledi.

Me’mun, iktidara geldiğinde Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmayanları sorgulamaya başlamıştı. Ahmed bin Hanbel ve üç arkadaşı bu görüşe karşı çıktıkları için tutuklandılar. İkisi işkencelere dayanamayıp görüşlerini değiştirdi. Diğeri Ahmed bin Hanbel’le Tarsus’a, Me’mun’un yanına gönderilirken yolda vefat etti. Yalnız kalan Ahmed bin Hanbel tüm baskılara rağmen görüşünü değiştirmedi. Abbasilerin resmi görüşü haline gelen “halku’l Kur’an” meselesi Me’mun’dan sonra Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde de devam etti. Yaklaşık 14 yıl gözaltında tutulan Ahmed bin Hanbel zaman zaman işkencelere uğradı. Ders vermesi, başkalarıyla görüşmesi yasaklandı. Bu süreç Mütevekkil’in iktidara gelmesine kadar devam etmiştir.

Muhammed Ebu Zehra’nın deyimiyle “Ahmed bin Hanbel sünnete sımsıkı bağlı kalmak uğruna her türlü işkenceyi umursamamış ve sünnetten ayrılmamıştır. Bütün mihnetlere rağmen selef-i salihinin yolunda devam etmiştir. Selef-i salihinin yoluna sarıldığı için en şiddetli işkencelere maruz kalmış fakat onların söylediklerini söylemiş, söylemediklerini de söylememiştir… Zühd ve takvası, böylesine selef-i salihinin yoluna bağlı kalışı sayesinde durmadan yükselmiş ve nihayet hakkıyla Bağdat’ın imamı olmuştur.”

Mücadelesi, Ahmed bin Hanbel’i ehl-i hadis içerisinde öne çıkarmış, hem kendi döneminde hem de sonraki kuşaklarda ona “Selefin yolunu sürdüren kimse” unvanını kazandırmıştır. Gerek düşünceleri gerekse de hayatıyla oluşacak “Selefilik”in temel taşlarından birisi olmuştur.

c- İbni Teymiyye (661/1263 - 728/1328)

Hanbeli mezhebine mensup ilim ehli bir ailenin ferdi olarak Harran’da dünyaya geldi. Ailesi Moğol tehlikesi nedeniyle Şam’a taşındı. Babası dâhil dönemin önemli âlimlerinden dersler aldı. Başta Buhari ve Müslim olmak üzere Kütübü’s-Sitte’yi ve Hanbeli fıkhını okudu, Arap dilinde şöhret kazandı. Babasının vefatından sonra Sükkeriyye Darülhadisinde ders vermeye başladı. Hayatı boyunca siyasetle ilgilendi. Zaman zaman yöneticilerden takdir gördü, zaman zaman hapsedildi, mağdur edildi.

Moğollara karşı halkı cihada teşvik etti ve bilfiil savaşlara katıldı. Kisrüvan Şiilerine karşı düzenlenen savaş sonrası bazı insanların bir kayayı ziyaret edip adakta bulunduklarını öğrenince öğrencileriyle birlikte gidip kayanın bulunduğu mekânı tahrip ettirdi.

İbn Teymiyye’nin yaşadığı dönem, Haçlı Seferlerinin olumsuz etkilerinin devam ettiği, İslam dünyasının Moğol saldırılarına maruz kaldığı bir dönemdi. Merkezî güçlü devletler, yerlerini beyliklere bırakmıştı. İç çatışmaların, fırkacılığın alıp başını gittiği, yöneticilerin kişisel çıkarları için kıyasıya mücadele ettiği kargaşa ortamıydı. Şam, Moğol baskınlarından kaçan ulemanın buluşma yeriydi. Her mezhebin, her tarikatın kendi medreseleri vardı. Bunlar arasında şiddetli münazaralar yaşanırdı.

Yaşanan sorunların temelinde İslam’dan uzaklaşmanın bulunduğuna inanan İbn Teymiyye, Kur’an ve sünnete vurgu yaptı. Başta Eş’arilik olmak üzere kelami mezhepleri, tasavvufi akımları, İmamiyye’yi şiddetle eleştirdi. Birçok reddiye yazdı. Defalarca hapsedildi. En son mezar ziyaretleri ve tevessülle ilgili yazdığı bir reddiyeden sonra tekrar hapsedildi, yazması engellendi. 1328 yılında hapishanede vefat etti.

İbn Teymiyye bilgi birikimiyle birçok muhalifinde bile saygı uyandırdı. Döneminin cari dinî ve felsefi akımlarını çok iyi biliyordu. Vaaz ve hitabetiyle geniş kitleleri etkilemişti. “Selef çizgisi”ni tavizsiz savunur, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker ilkesi çerçevesinde olumsuz gördüğü her şeyi şiddetle eleştirir, olumsuzluklarla bilfiil mücadele ederdi. Talak örneğinde olduğu gibi dört mezhep imamlarının içtihatlarına aykırı içtihatlarda bulunmuştur. Reyi reddeden bir geleneğin temsilcisi olarak kendi düşünce sisteminde “aklı” başarıyla kullanmıştır. Siyasetle iç içe olmasına rağmen resmi görev almamıştır. Eserleri ve başta İbn Kayyim el-Cevziyye olmak üzere yetiştirdiği öğrencileriyle kendinden sonrasını derinden etkilemiştir. Muhalifleri onu teşbih ve tecsime düşmekle hatta zındıklıkla suçlarken o, Selefiliği sistematize eden kişi olarak bugün bile etkisini sürdürmektedir.

d- Muhammed bin Abdilvehhab (1703-1787)

Arabistan’ın Necd bölgesinde dünyaya geldi. Babası bölge kadısıydı ve ders veriyordu. Muhammed bin Abdilvehhab, ilk öğrenimini babasından aldı. Daha sonra Mekke ve Medine’ye giderek öğrenimini sürdürdü. Basra, Şam, Bağdat’ta dinî ilimler, İsfahan’da meşşai ve işraki felsefe ile tasavvuf dersleri aldı. 1726’da tekrar Necd’e döndü. Burada yazdığı kitaplarıyla, mektuplarla görüşlerini yaymaya başladı. Türbeye çevrilen sahabe mezarlarını tevhide aykırı olduğu gerekçesiyle yıktırdı. Tepkiler üzerine Diriya’ya geçti ve Muhammed bin Suud ile 1744 yılında Diriya İttifakı diye bilenen anlaşmayı yaptı. Suud Emirliğiyle işbirliğine gitti. Görüşlerini uygulayabileceği fiilî bir alanla imkânlarından faydalanabileceği siyasi, askerî bir güce kavuştu.

Muhammed bin Abdilvehhab’ın yaşadığı dönemde Osmanlı ekonomik, siyasi ve askerî açıdan ciddi sorunlar yaşıyordu. Merkezî otorite zayıflamış, Arap Yarımadası Basra Körfezi üzerinden sömürgecilerin manipülasyonlarına açık hale gelmişti.

Sınırlı olan ekonomik kaynaklara ve suya sahip olmak için kabileler sürekli çatışıyordu. Emir ve disiplin altına girmeyi reddeden, serazat, eğitimsiz kabileler Abdilvehhab’ın söylemiyle yeni bir dinamizme kavuştu.

Eğitim düzeyinin geri, hayat koşulların zor olduğu Necd bölgesinde bazı sufi cereyanlar, dinî anlayışı yozlaştırmış, toplum içi ahlaki çöküntü iyice yaygınlaşmıştı. Kitabi kültürden uzak bazı bedevi kabileler İslam adına taşa, toprağa, mezarlara tapmaya başlamıştı. Görüntü neredeyse İslam öncesi putperest toplumu andırıyordu. Hâkim şartlar, Muhammed bin Abdilvehhab’ın çağrısının Yarımada’da kolayca karşılık bulmasını ve burada kalıcı olarak yerleşmesini beraberinde getirdi.

Hareket, Abdilvehhab’ın ölümünden sonra da devam etti. Suud hanedanı, Yarımada’nın büyük bölümünü ele geçirdi. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile oğulları Tosun Paşa ve İbrahim Paşa’nın 1810-1819 yılları arasındaki müdahaleleriyle I. Suud Devleti yıkıldı. Ancak Suud ailesinin desteklediği bu anlayış bugüne kadar varlığını sürdürdü. Abdilvehhab’ın düşünceleri bugün de Selefilik adıyla Arabistan’ın fiilî ve resmî mezhebi konumundadır.

Suudi Arabistan’ın kurulmasında etken rol üstlenen ve savaşçı kimliğiyle öne çıkan Vehhabilik/Selefilik, özellikle 70’lerden sonra “davet” üzerine yoğunlaşmaya başladı. Petrol fiyatlarının hızlı artışıyla ekonomik bir güç haline gelen Suudi Arabistan, bu anlayışın İslam dünyasında yaygınlaşması için imkânlarını seferber etti. Selef ulemanın kitapları çeşitli dillere çevrilerek dağıtıldı, birçok yere davetçiler gönderildi, İslam dünyasının birçok yerinden öğrenciler getirtilerek Suud üniversitelerinde okutuldu. Bunlar ülkelerine döndüklerinde Selefi anlayışın yaygınlaştırılması için çaba gösterdiler. Bugün Selefiliğin dünyanın birçok bölgesine ulaşmış olmasının temelinde Suudi Arabistan’ın bu çabalarının önemli rolü vardır.

Yazıda zikredilen isimleri Selefiliğin oluşumunda önemli dönüm noktaları olarak görmek gerekir. Bunların haricinde her dönemde birçok ismin bu akıma mensup olduğu ve bu düşünceye katkı yaptığı açıktır. Mesela XII. Yüzyılda Şam’da kelamcıları kıyasıya eleştiren, kelam kitaplarını okumanın caiz olmadığını söyleyen İbn Kudame bunlardandır. Yine Hindistan’da Şah Veliyullah Dehlevi’yi, Osmanlılarda Kadızadeliler hareketini bu bağlamda hatırlamak gerekir.

Selefiliğin tarihî gelişimine bakıldığında kriz dönemlerinde bu akımın daha tebarüz ettiği görülecektir. İslam toplumlarında görülen yozlaşmalar, trajediler ya da kaynaklara dönük şüphelerin oluştuğu dönemlerde İslam’ın iki ana kaynağına vurgu yapan, Selefin yöntemini hatırlatan ve İslam toplumunu korumaya çalışan bu söylem ilgi görmüştür. Ancak bazı müntesiplerinin emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l münker ilkesi gereğince kötülüklerle mücadele ederken şiddet kullanmaları, kendilerince doğru olmayan düşünceleri zorla yasaklamaya kalkmaları, toplumsal hayata fiilî müdahaleleri, diğer mezheplere müsamaha göstermemeleri ciddi tepkilere neden olmuştur. Günümüzde Selefiliğin ak-kara ikileminde tartışılmasının muhtemel nedenlerinden biri de budur.

Kimilerine göre İslam’ın en sahih yorumu, kimilerine göre biricik doğru yorumu, kimilerine göreyse İslam dünyasının yaşadığı en büyük “fitne”lerden biri olan Selefilik, İslam dünyasında bir olgudur. Dün olduğu gibi yarın da hakkında çok şey söylenecek, değerlendirmelere tabi tutulacaktır.

-------------------

KAYNAKÇA

Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınları.

Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları.

Hasan Onat, Sönmez Kutlu, İslam Mezhepleri Tarihi, Grafiker Yayınları.

Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi Mezhepler, Selçuk Yayınları. 

TDV İslam Ansiklopedisi, Selefilik, Şafii, İbn Teymiyye maddeleri.

Mustafa Öz, Ana Hatlarıyla İslam Mezhepleri Tarihi, Ensar Yayınları. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR