1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. İran Seçimleri ve de, Suriye- Amerika- Rusya, vs..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

İran Seçimleri ve de, Suriye- Amerika- Rusya, vs..

15 Haziran 2013 Cumartesi 21:20A+A-

[email protected]

İran’da 7. C.Başkanlığı için 14 Haziran Cuma günü yapılan seçimlerin sonuçları bu satırların yazıldığı 15 Haziran akşamına doğru henüz de netleşmemişti.

Ama, şu âna kadar yapılan açıklamalarda, -geçmiş yıllarda, nükleer teknoloji konusundaki uluslararası ihtilaflarda İran’ın başmüzakerecisi olan- ’hüccetülislam’ ünvanlı bir ’molla’ olan ve başlangıçta hiç de ihtimal verilmeyen Hasan Ruhanî, neredeyse seçilmiş bulunuyor.

Bu netice, açıktır ki, Ruhanî’nin değil, iki hafta önce, adaylığı reddedilen Refsencanî’ ile, 1997-2005 arasında C. Başkanlığı yapan Muhammed Khâtemî’nin ve 4 yıl önceki seçim sonrasından beri ev hapsinde tutulan Mîr Huseyn Mûsevî tarafdarlarının da Ruhanî’yi desteklemeleriyle ortaya çıkmıştır.

Kullanılan oyların üçte ikisinin sayıldığına dair resmî açıklamaya göre, Ruhanî’nin şu ânâ kadarki rakam itibariyle 17 milyon alarak, oyların yüzde 52’sini kendi hanesine yazdırdığı anlaşılıyor. Qalibaf ise, 5 milyon civarında.. Ötekiler ise, 3’er milyon civarında veya daha az.. Ama, oyların tamamı sayıldığında, yüzde 50 sınırının altında kalınması halinde, seçimler ikinci merhaleye kalacak ve 14 Haziran günü en yüksek oyu alan iki aday arasında iki hafta sonra tekrarlanacak yeni bir seçim yapılacaktır.

Eğer seçimler ikinci merhaleye kalırsa, o seçimin de şu andaki ilk rakamlara göre, Ruhanî ile halihazır durumda, ikinci sırada gözüken Tahran Belediye Başkanı Muhammed Bâqir Qalibaf arasında geçer ki, o zaman nasıl bir tablo çıkacağını kestirmek zordur.

Ne var ki, bu seçimde ikinci merhaleye gerek kalmıyacağı, neredeyse kesindir.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli nokta şu olsa gerek..

Bilindiği üzere, Hasan Ruhânî‚ ’reformcu’ olarak nitelenmekteydi, diğer adaylar ise muhafazakâr olarak..

Ama, bu terimlerin İran’daki içeriklerinin, dünyada genelde taşıdığı mânâlardan çok farklı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu yüzden, bu seçimi, herhalde, bugüne kadar uygulanan siyasetin sürmesini isteyenlerle, bu tabloya karşı olup onun değiştirilmesini isteyenler arasındaki bir tercih seçimi olarak anlamak daha sağlıklı olabilir.

Bu seçim sonucunun en net ifadesi, gerçekte, son 8  ve hele de son 4 sene boyunca takib olunan siyasete halk kitlelerinin bütünüyle nasıl bir ’Hayır!’ dediği hususudur. Özellikle de, dışsiyasette takib olunan ihtilafları tırmandırıcı metod yüzünden, içerde ekonominin ağır şekilde yara alması ve geniş halk kitlelerinin düşürüldüğü ağır sosyo-ekonomik buhran, bu tablonun ortaya çıkmasında temel etkenlerden birisi olarak görülmelidir, herhalde..

Ancak, şurası da söylenmelidir ki, sonuç her ne olursa olsun ve seçimi her kim kazanırsa kazansın, İİC’nin temel siyasetinin değişmeyeceği söylenebilir. Çünkü, iç ve dış siyasetin genel çerçevesini cumhurbaşkanları değil, İnqılab Rehberliği makamında bulunan kimse belirlemektedir ve Rehber, anayasa’nın da üstündedir. Ve bu yüzden de, Rehber’in, taleb veya kabulü olmadıkça, o anayasanın değiştirilmesi, mevcud hukuk düzeni içinde mümkün değlidir. Bu durumda, Cumhurbaşkanı, gerçekte, , Rehber’in başında bulunduğu yönetim mekanizması içinde, -kelimenin tam mânâsıyla- sadece cumhûr’un, halkın temsilcisi olarak görülmekte ve Rehber’in emrindeki ve elindeki icraî güçlerden birisi durumunda kalmaktadır.

*

Suriye Buhranı, daha bir kördüğüm haline gelirken..

2011 yılının ilk aylarında, Tûnus ve Mısır’daki 55-60 yıllık katı rejimler ve onların başında son 25-30 senedir bulunan Zeynelâbidin bin Ali ve Husnî Mubarek gibi generallerin başında bulunduğu yönetim kadrolarının beklenmiyecek derecede kolay devrilmesinden sonra.. Halk Patlaması dalgalarının Libya’ya varmasıyla, Muammer Gaddafî, kendilerinin sonuna kadar direneceklerini açıklamış ve bu dalgaların ulaşacağı öteki arab rejimlerinin de sonuna kadar direnmelerini istemiş; kendi dediğini yapmış ve ötekilere de kendi adına ilginç bir örnek oluşturmuştu, her ne kadar çok fecî bir son olsa bile..

Çünkü, Yemen ve Bahreyn ile Suriye rejimleri, Gaddafî’nin bu çağrısına  uygun hareket etmişlerdi..

Bu rejimlerden Yemen ve Bahreyn’deki rejimlerin yıkılmasını istemeyen Amerikan emperyalizmi, Bahreyn’de itirazcı kitleleri Suûd rejiminin aracılığıyla sindirmiş; Yemen’de ise, 34 yıllık Ali Abdullah Salih, iktidardan kademeli bir yolla uzaklaştırılıp, yerini Devlet Başkanı Yardımcısı Abdurrabbu Mansûr Hâdi’ye bırakması sağlanmış ve Salih’in yurt dışına çıkması sağlanmış, ülkenin en etkin askerî birliğinin komutanlığına oğlunun da getirilmesi şartı da kabul edilmiş; bu sûretle, geçişin daha az sarsıntılı olması sonucuna ulaşılmıştı.

Ancak, aradan 1,5 sene kadar geçince, Salih’in eski yardımcısı olan yeni Devlet Başkanı A. Mansûr Hâdi, kontrolü iyice eline alınca,  Salih’in oğlunu o ordunun başından uzaklaştırarak, o dönemi büyük çapta noktalamıştı.

Başta Suûdî rejimi olmak üzere, diğer arab diyarlarındaki öteki kukla rejimler ise, başlarına benzer bir felaket gelmemesi için baskılarını daha bir arttırıyorlar.. Ancak, ’tazyik olunan şey, genişler..’ şeklindeki fizik kanununun sosyal hadiseler için de geçerli olduğundan habersizler..

*

Suriye’deki durum ise..

Tıpkı, Irak’daki Saddam rejimi gibi, Baas ideolojisine göre yönetilen 50 yıllık bir kanlı diktatörlüğün ve 44 yıllık bir (Baba-Oğul) Esed Hadenanı’nın ve bu Hanedân’ın dayandığı yüzde 12-15’lik bir küçük azlık inanç grubunun tahakkümü altındaki bu ülkede ise durum, hepsinden de daha beter bir büyük faciaya dönüştü ve başta ülkenin ticarî merkezi ve ikinci büyük şehri olan Haleb olmak üzere, hemen bütün şehirleri Beşşar Esed rejiminin ağır tank, top ve hava bombardımanları altında baştan başa hayalet şehirlerine dönüştü..

Bu korkunç ve büyük iç-savaş sırasında  ikibuçuk sene boyunca çatışmalar sırasında öldürülenlerin resmî rakamlara göre sayısı, BM. tarafından geçtiğimiz hafta 93 bin kişi olarak belirtilmiştir ve binlerce insanın ise, hayatından haber yoktur. -300 binden fazlası Türkiye’de olmak üzere-, milyonlarca insan ise,  komşu ülkelere sığınmış bulunmaktadır. Ki, Türkiye’ye gelenler, öteki ülkelere sığınanlara göre yine de iyi imkanlara sahib olarak niteleniyor. Çünkü Ürdün, Lübnan, Irak gibi öteki ülkelerin imkanlarının çok sınırlı olduğu zâten biliniyor.

Ancaak, Suriye rejiminin direnmesini sürdürmesi ve korkunç katliâm ve sair cinayetlerinden el çekmemesinin ardında, bir kaç temel etken gözükmektedir.

1-Suriye rejiminin dayandığı azlık kitle, iktidardan gidecek olursa, sadece  Esed Hanedanı’nın değil, sözkonusu azlık inanç grubunun bütünüyle hesab vereceği korkuyla vargücüyle bir ölüm-kalım savaşı vermektedir.

2- Bütün arab diyarlarına hâkim olmayı hedef alan Baas ideolojisi ve partisinin liderliği ve merkezi üzerinde, Saddam Huseyn ile Hâfız Esed ve Bağdad-Şam arasında meydana gelen derin ihtilaf sürerken, Eylûl-1980’de başlayıp 8 yıl sürecek olan İran- Irak Savaşı başlayınca, Hâfız Esed, Saddam’a karşı İran’ın yanında yer aldı. O savaş yıllarca sürünce bu yardımlaşma da sürdü ve İİC rejimiyle Suriye arasında ilişkiler oldukça güçlendi. Ama, bu arada, Hâfız Esed rejimi, kendisine karşı İslamî hedeflerle mücadele veren kendi ülkesinin müslüman halkına ve özellikle, İkhwan-ul’Muslimîyn  (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı eksenli direnişlere karşı da en kanlı ve amansız baskı yöntemleriyle karşılık vermekte; Hama ve diğer şehirleri topa tutarak, bombardıman ederek, halktan onbinlerce insanı da katletmekteydi. Ama, Suriye’nin, Haziran-1967 Savaşı’nda, ülkenin buğday ve su anbarı olarak Golan Tepeleri’ni sionist İsrail rejimine kaptırması ve bu işgali kırıp, o toprakları geri alacak herhangi bir askerî savaşı bir türlü göze alamamasına rağmen, kendisinin savaşmadığı İsrail rejimine karşı  fiilî savaş veren Filistin’li ve büyük ekseriyeti hele de son 20 yıl boyunca İslamî temeller üzerinde yükselen HAMAS, Hizbullah, İslamî Cihad gibi direniş örgütlerine destek verdiği de bilinmektedir.

3- Bu da, Amerikan emperyalizmini, Suriye karşısında elbette daha bir hışımlandırmaktadır. Çünkü, Amerikan emperyalizmi, hiç bir ülkeyle olan stratejik işbirliğinin, İsrail rejimiyle olan stratejik işbirliği seviyesinde olmasının düşünülemiyeceğini son 50 yıldır, hemen bütün Amerikan Başkanları’nın ağzından defalarca ve açıkça dile getirmiştir. Ki, son olarak Obama da bunu açıkça söylemiştir. Bu da gösteriyor ki, Amerikan emperyalizminin, NATO üyesi olan ülkelerle olan stratejik işbirliği bile, NATO üyesi olmayan İsrail rejimiyle olan stratejik işbirliği seviyesinde değildir ve böylece NATO’nun bugün asıl hedef ve misyonunun gerçekte, İsrail rejimini korumak olduğu bir kez daha ve daha bir netleşmektedir. Amerika ve onun vurucu gücü olan NATO’nun karar merkezi, ayrıca, Suriye’deki halk direnişinin içinde laik,  Batı yanlısı mücadele güçleri ve birimlerinin olmadığını veya olsalar bile etkilerinin son derece zayıf  olduğunu biliyor elbette.. Bunun içindir ki, iki yıldır, yağmurdan kaçarken, doluya tutulmamak gibi bir dikkatle, Suriye Baas rejiminin hem zayıflamasından memnun, hem de müslüman / İslamcı güçlerin eline geçmemesi için, bu kanlı rejime, uluslararası baskıların yapılmasının yollarını kesmektedir. Ama, Amerika, son günlerdeki siyasetiyle, bölgeyi kendi kontrolü dışındaki güçlere kaptırmayı düşünmediğini de göstermek istemektedir.

4- Suriye’nin, İsrail rejimiyle herhangi bir barış andlaşması imzalamadığı için -kağıt üzerinde de olsa- savaş halinde sayılması yüzünden, B. Amerika ile de arasının hep soğuk olması ve kalmasından en büyük faydayı sağlayan güç ise, dünlerde Sovyetler Birliği idi ve bugün ise, onun dağılmasıyla yerine alan Rusya.. 

Rusya’nın, 40 yıl öncelerde çok güçlü olarak bulunduğu Doğu Akdeniz’de bugün elinde kalan son müttefiki olarak Suriye’yi daha bir güçlendirmesine, onu daha bir muhkem şekilde desteklemesine şaşılmamalıdır. Rusya Devlet Başkanı Putin’in, geçtiğimiz hafta, 46 yıldır İsrail rejimi işgalinde olan Suriye’nin Golan Tepeleri’ne rus askeri yerleştirmek teklifini dile getirmesi, ilginç bir gelişmedir.

5- Bugün Suriye Buhranı’nda, hemen her ülkenin ve her güç odağının, hele de Ortadoğu’da etkili, sözsahibi olmak isteyen veya buradaki gelişmelerden darbe yememek için dikkatinde bulunduğu bir zaman diliminde, Rusya ve Çin’den ayrı olarak İran’ın da, Suriye’deki bu kanlı Baas rejimini ve onun bu ülkeyi geçmişte zâten diktatörlükle, kanla yönetmesi bir yana; bugün artık hiç bir şekilde yönetemez ve duruma hâkim olamaz bir duruma düşmesini görmesine rağmen, büyük emperyalist güçlerden Rusya ve Çin’le birlikte Esed rejimini savunması ve, bu tâgûtî rejime vargücüyle destek vermesi, dünya müslümanlarınca anlaşılamıyan bir idrak ve basiret bunalımı ortaya çıkarmış bulunmaktadır.

İran makamlarının Baasçı Esed rejimini ayakta tutmak için, işin taa başından beri ve hele de son bir yıldır, çok daha keskin beyanlarla, İran’da ’besicî’ denilen ’gönüllü halk güçleri’  tipi 50 bin kişilik bir milis gücünü Suriye’de de oluşturduklarına ve Esed rejimine gerekli askerî danışmanlık hizmetlerini de verdiklerine ve Suriye’yi kendilerinin, ’35. eyaleti gibi kabul ettikleri’ne dair açık beyanları zâten tabloyu daha bir ilginç hale getiriyordu. İran medyasının Suriye’deki Esed rejimi muhalifi bütün güçleri, ’terörist’ veya ’tekfirci’ diyerek suçlaması ise, zâten biliniyordu.

Farz-ı muhal, bu gibi unsurların da olduğu ve hele de -kolaylığı açısından-  diğer arab diyarlarından bazı savaşçı grupların katılması ve Suriye’deki müslüman halkın yardımına koşmuş olması kabul edilse bile, Suriye Baas rejimine karşı Mart-2011’den beri tekrar yükselen müslüman halk direnişinin sadece dışardan gelen savaşçılara mal edilmesi nasıl inandırıcı olabilir?

Ve eğer öyle olsa, bir rejim düşünülsün ki, sadece yurt dışından geldiği ileri sürülen bir avuç terörist var idiyse, ona karşı koymak adına, bütün bir ülkeyi 2,5 sene boyunca bombardımanlar altında ezmesi ve 100 bini aşkın insanı katletmesi ve milyonları evlerinden-barklarından kaçmak zorunda bırakıp, mahv’u perişan hale düşürmesi, nasıl bir devlet hâkimiyeti anlayışı ile izah edilebilir?

Açıktır ki, bu diktatörlük rejimi, kendisinin geleceğini görmediği ve girdiği yolun dönüşünün olmadığı kanaati içinde, ateş ve kan deryasında boğulsa bile, bütün bir ülkeyi ve milyonlarca insanı da kendisiyle birlikte yok olmaya sürüklemekten elçekmiyecek bir ’boğulmakta olan kişi’ sendromuna saplanmıştır.

Böyle bir hengamede, Lübnan Hizbullah Teşkilatı lideri Hasan Nasrullah’ın, Baascı Esed rejimini ayakta tutmak için vargücüyle destek verdiği uzun zamandan beri bilinmesine rağmen, onun bir fiilî savaşçı gücü desteği verdiği inkâr olunuyordu.

Ama, sonunda, Mayıs-2013 başından beri, o, bu desteği inkarı mümkün olmayacak şekilde açıkça dile getirdi ve ardından da güçlerini Suriye’de açıkça savaşa soktu ve ancak ondan sonradır ki, Esed rejimi, Lübnan’ın kuzeyindeki sahilde yer alan Kusayr gibi hassas noktalarda bazı kısmî üstünlükler kazanmış duruma geçti. 30 bin nüfusla bir şirin kasaba olan Kusayr’in ağır hava bombardımanı altında ne hâle getirildiğine bakanlar, Esed ve Nasrullah’ın ve de İran’ın medyasının dünyaya zafer çığlıklarıyla duyurdukları bu tablonun zafer değil, müslümanların bağrına saplanan kanlı ve zehirli bir hançer olduğunu düşünmekten kendilerini alamıyacaklardır, herhalde.. Kaldı ki, İsrail karşısında savaşmak için bileylenmiş Hizbullah savaşçıları, şimdi Suriye’de, Esed rejiminin askerleriyle birlikte, ’terörist ve tekfirci’ diye niteledikleri kimseleri öldürmek adına, müslüman halktan binlerce insanı da öldürüyorlar ve elbette bu arada kendileri de öldürülüyorlar. (Tabiatiyle, bu arada, şu veya bu mezhebden oldukları gerekçesiyle, savunmasız sivil halktan kitleler de katlediliyor..

Açıktır ki, sivil halak kesimlerine karşı işlenen bu gibi alçakça cinayetleri her kim ne adına yaparsa yapsın, asla sahiblenilemez, savunulamaz.) 

Nasrullah 14 Haziran günü yaptığı konuşmada, ’Hizbullah Suriye’ye müdahale etmiş en son güçtür..’ diyordu. Gerçek ise şu idi ki, Hizbullah ile Esed rejimi arasındaki silahlı dayanışma taa başından beri biliniyordu. Nasrullah ise, o ilişkileri sadece, ’terörist ve tekfircilerin saldırılarına karşı eğitim verdikleri’ iddiasıyla geçiştiriyordu. Kendilerine karşı çıkan herkes ise, Amerikancılıkla suçlanıyordu. Ama, onun ve tarafdarlarının siyasetlerine karşı çıkan müslümanlar, onları Rusyacı- Çinçi diye suçlamaktan yine de kaçınıyorlardı.

*

Dünya müslümanları İran ve Hizbullah’ı onyıllardır, asla mezheblerine göre kendilerinden ayrı saymamışken, şimdi, bu iki ve gerçekte ise tek güç odağının, yüzde 80’i, sünnî müslüman olan bir ülkede, halkın bu kadar gaddarca ezilmesine böylesine seyirci bile kalınmayıp, yarım asırlık bir kanlı diktatörlük rejimine, bir Baasçı ideolojiye, mezhebî bir hassasiyetle sahib çıkıyormuş gibi haksız bir görüntü vermekten kaçınmayışları, aklı ve vicdanı olan her müslümanı rencide ediyordur, mutlaka..

Yazık oldu, sadece Suriye’ye değil, İran ve Hizbullah’a ve de kalblerini ve beyinlerini ’Dünya Müslümanlarının Birliği’ idealine bağlayanların o güzel hayallerine..

*

Ve şimdi..

Suriye’de aylardır, müslüman güçlerin ezilmesine seyirci kalan Amerikan emperyalizmi, nihayet, stratejik açıdan Rusya ve İran + Hizbullah’ın üstün duruma geçmekte oldukları zehabına kapılmış olmalı ki, üstünlüğü onlara kaptırmamak için, son günlerde yeni bir atak yapıp, Suriye’de muhalif unsurlara silah yardımı yapacağını ve Esed rejiminin kırmızı çizgiyi aştıklarını, kimyasal silah kullandığını iddia etmeye başlamış bulunmakta..

Bunun için de Amerikan emperyalizminin şimdi, Suriye üzerine kendi hesabına göre ve tek başına harekete geçiremediği Türkiye’den umudunu kestiği için, Ürdün- Suriye sınırında uçuşa yasak bölge oluşturmayı ve Ürdün’de aylardır askerî eğitim verdiklerini resmen açıkladıkları laik güçleri, oradan duruma müdahale edecek şekilde devreye sokacağı, tahmin ediliyor.

Eğer bunlar gerçekleşirse, iki ihtimal var..

Ya, Rusya ve İran+ Hizbullah örgütünün Suriye üzerinde üstünlük tesis etmesi kaçınılmaz hale geleceği endişesiyle; ya da, müslüman güçlerin, Esed rejimine galebe çalacağının kesinleşeceği korkusuyla, duruma müdahale etmeyi düşünüyorlar.. Bunun için de, Rusya ile bir pazarlık yapılıyor, anlaşılan..

Nitekim, 13 Haziran günü, Rusya lideri Putin, bir kez daha, ’Biz Esed’in avukatı değiliz..’ demek gereğini duymuştur..

Bu kanlı oyun, uluslararası stratejik oyunlara göre daha da sürebilir. Ne de olsa, büyük güçlerin veya büyük oynamak isteyen güçlerin kendi coğrafyalarında cereyan etmiyor bu oyun.. Filler bir süre dada tepişeceklerdir.

Her devletin kendi ulusal hedef ve planlarına ve hak ölçüsünü maddî güçlerine göre şekillendirmesi, bir takım planlar yapmaları tabiîdir.  

Bizim derdimiz, inancımıza, İslam’a göre plan yapanların, ulusal planlardan çok farklı şeyler ortaya koyması idi..

Bazı müslümanlar, hattâ, gayri-İslamî rejimlerin içinde bile, hayırlı işler yapmak için  çırpınırken; İslamî ölçüler adına hareket ettiklerini söyleyen birileri ise, , fırsat ve kuvveti esas alan ve hak-hukuk tanımaz bir davranışla tipik bir ’ulusal devlet’ siyasetini, ’tarihte olmayan şekilde taa Akdeniz’e kadar uzandık..’ gibi güç gösterilerinden mest olarak tezgahlamaktadırlar.

’Meşîme-i şeb’den, / gecenin karnından, görelim, neler doğar..

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum