1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Bir ’Soğuk İklim Gezisi’nin Sıcaklığında..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir ’Soğuk İklim Gezisi’nin Sıcaklığında..

09 Aralık 2014 Salı 22:25A+A-

[email protected]

Geçtiğimiz hafta, orta-batı Almanya’dan başlayan ve Almanya’nın kuzeyinde Hamburg başta olmak üzere, Harburg, Neu Münster, Lübeck ve Danimarka sınırına yakın Kiel ve Rensburg ve dönüş yolunda da Bremen olmak üzere, 5 gün süren bir gezideydim; BIGND ’Kuzey Almanya İslam Toplumu (Bündnis der Islamischen Gemeinden in Norddeutschland e.V.) tarafından yapılan davet üzerine..

Hava kapalı, yağışlı ve çoğu kez oldukça soğuktu.

Ama, bu soğuk coğrafyalardaki müslüman toplulukların iç âlemlerindeki sıcaklık, bu soğuk iklimin etkisini unutturuyordu.

Bu coğrafyalarda, geceleri 4-5 saatlik uyku dışında, diğer bütün saatler boyunca, pek çok sohbet toplantılarında bulunuldu. Bu toplantıların hemen herbirisinde, bazan da yüzlerle ifade edilebilecek kitlelerle rû be rû, yüzyüze sohbet imkanı oldu.

Almanya’nın Berlin’den sonra ikinci büyük şehri ve Avrupa’nın en büyük açık liman şehri olan Hamburg içinde özellikle Merkez Camii’nin ve de daha sonra Wilhelmsburg Camiinin konferans salonunda çok yüksek katılımlı olarak gerçekleşen toplantılardaki sohbet konularına ilgi zikredilmeye değerdi. Bazı toplantılara -sayıca daha az olmakla birlikte- müslüman hanımlar da katılmışlardı.

(Bu arada, BIGND’ın Merkez Camii’nin Lindenbazaar isimli büyük supermarketine, müslüman coğrafyalardan gelmiş olanlar kadar, almanların da itibar etmeleri, çoğu Türkiye’den getirilen gıda maddelerine ilgi göstermeleri ve binlerce müşterinin sabahtan akşama kadar bir karınca yuvası gibi bir manzara sergilemeleri ilginçti..)

Hamburg’da yapılan toplantının gündemi, ’1914-2014 arasındaki yüzyıllık tarih döneminin müslüman dünyasına getirdiklerinin fikrî ve siyasî arkaplanı..’ şeklinde açıklandığı için, diğer yerlerde de sohbetler, katılımcıların kendilerini zihnen daha çok bu konulara kilitlemesi  dolayısiyle, genelde bu mihver etrafında gelişti. Elbette, tek taraflı konuşma yerine, dinleyiciler de sorular sorarak ya da görüşler açıklayarak..

Tarihe, ’geçmişin hadiseler yığını’ olarak değil, bugün ve geleceği de içinde barındırması gibi bir yaklaşım sergileniyordu. Böyle olunca da, 100 yıl önce müslümanların elinde bağımsız devlet olarak bulunan iki devletten birisi olan Osmanlı Devleti (ki, diğeri İran idi) ele alınırken, ister istemez, daha gerideki tarih dönemlerine de gitmek gerekiyor; ve söz, tabiatiyle, 315 sene öncelere; Osmanlı’nın ilk toprak kaybı olan 1699 yılındaki Karlofça Andlaşması’na kadar uzuyordu, kaçınılmaz olarak..

Ve yüz sene öncelerde‚ müslümanların, bir ’devlet-i ebed müddet / sonsuza kadar varolacak olan devlet’ anlayışı içinde benimsedikleri Osmanlı’nın yönetimini elinde bulunduran İttihad- Terakkî Cemiyeti  kadroları eliyle ve daha önce, kısa sürede, birkaç on yıl içinde kaybedilen ’500 yıllık vatan toprakları’nın yeniden kazanılabileceği ümid ve hayalleriyle de girilen Harb-i Umûmî (Birinci Dünya Savaşı) sonunda, o tarih sahnesinden bütünüyle çekilebileceği hayal bile edilemezdi, elbette.. Nitekim, -yanlışları olsa bile, ıslahı mümkün olan 600 küsur yıllık o büyük güç merkezinin- devletin, 100 yıl önce bugünlerde girilmiş olan o büyük savaş sonrasındaki 8-10 sene içinde tamamen eridiği anlatılırken, niceleri hayıflanmanın ötesinde de duygulanıyorlardı.

Halbuki,  Midhat Cemal’in mısralarında da anlatıldığı gibi,

’Ölmez bu vatan , farz-ı muhal ölse de hattâ,

Çekmez kürenin sırtı, bu tâbût-i cesîmi’

(Bu vatan ölmez ya, farz-ı muhal ölse bile, bu cenazenin tâbutunu yerküre sırtında taşıyamaz..) sanılıyordu. Ünlü ing. tarihçi filozofu Arnold Toynbee ise, bu neticeyi değerlendirirken, Osmanlı Devleti’nin boynuna 1699- Karlofça Andlaşması’yla, bir kemend atıldığını, ama bu kemendi sıkmanın o kadar kolay olmadığını, onu sıkabilmek için 250 seneye yakın bir zamana ihtiyaç duyulduğunu belirtiyordu. Gelişmeler onu doğrulamıştı.

Daha da ilginç olanı şu ki, o savaşa giren bütün güçler, mağlubuyla-galibiyle, varlıklarını az veya çok korumuşlar, sadece Osmanlı bütünüyle sahne dışına atılmış ve sanki savaş, Osmanlı’nın yokedilmesini hedef alacak şekilde dizayn olunmuş ve onun enkazı üzerinde, İngiltere- Amerika, Fransa, İtalya gibi galib devletler eliyle yığınla devletçikler oluşturulmuş; bu onlarca devletçiğin herbirisinin tepesine de birer kukla lider, şef veya kadroları oturtulmuştu.

O büyük facianın müslüman toplumların ruhundaki büyük travmatik etkisinin derinliğini ise, o günleri 100 yıl sonra bugünlerde anan dünya müslümanlarının bile, elem ve esefle anmaları da gösteriyor ve müslüman halkların derûnunda, bugün 100 yıl öncelerde yaşanan o büyük mağlubiyetten sonra içine düşülen çaresizlik ve teslimiyetçi duyguların etkisinin kırıldığı, yeniden ayağa kalkma irade ve duygularının geliştiği, bir fikrî, ruhî ve sosyo-politik restorasyon döneminin başladığının söylendiğinde ise gözler ışıldıyordu.

*

Bu sohbet toplantıları için, genelde 1,5 saatlik bir süre düşünülmüş olmasına rağmen, bu süre,  ve sorular, görüş açıklamalar ve kırıcı olmayan canlı-sıcak tartışmalarla çok kere 4-5 saati bile buluyordu.

Geceleri geç saatlerde ise, bu sohbetler, daha dar kadrolarla, özellikle Hamburg’da, müslümanlara aid olan ve gecenin saat 23.30’unda bile azalmayan kalabalık müşteri sayısına bakılırsa canlı olarak işlediği anlaşılan pastahanelerde de devam ediyordu. Vakit olmadığından gidilemiyen yerlerde ise, bazı arkadaşlar sabah namazından sonra mescidden alıp kahvaltıya götürdüler. Bazı lokallerde veya evlerde birlikte yapılan kahvaltılarda da pek çok hassas konular üzerinde karşılıklı görüş açıklamaları oldu.

(Bu arada belirtmeliyim ki, Harburg-Eyyub Sultan Camii’nde Pazar günü, yaklaşık 11-15 yaş arası 60 kadar öğrencinin Pazar dersi için toplanması ve onlara hitab edilmesi istendiğinde şaşırdım ve çaresiz kaldım. Çünkü, o yaştaki körpe dimağlara neler anlatılabilirdi ki?

Bu iş, bir eğitim formasyonu istiyordu.. Üstelik çocuklar cıvıl- cıvıl.. Onlara hitab etmeyi denemektense, ringe havlu atmanın daha yerinde olacağını düşünerek, bu noktada ma’zur görülmemi isteyip, hemen kenara çekildim ve bir eğitimci kardeş imdadıma yetişerek, ’Haklısınız, onlara biz normal haftalık derslerini vermeye devam ederiz, sizi yan tarafdaki mekanda, 20 yaş üzerinde olanlar için alalım..’ dedi de, durum kurtarıldı. Ve, hele de hayatın henüz ilk döneminde olan körpe dimağlara sahib insanlara hitab etmenin, onlarla bilgi paylaşmanın ve öğretmenliğin ayrı bir maharet istediğini bu vesileyle bir kez daha tekrarlıyalım.)

*

250 yıl öncelere kadar ulemâ tarafından, ’Dâr-ul’harb ve dâr-ul’küfr  (küfrün hâkimiyetinde) olan yerlerde müslümanların daimî olarak oturması caiz değildir..’ diye fetvâ verildiği için Osmanlı’nın, daimî elçilikler bile açmadığı coğrafyalara, 40 -50 yıl öncelerde ve çoğu, İstanbul’u bile görmemiş ve bugün sayıları 3 milyonu aşan müslüman insanların, üstelik de, kimseden şer’î cevaz almadan, yoksulluk ve işsizlik belâsı yüzünden akarcasına gelmek durumunda kalmalarına ve buralarda onyıllar boyu yaşamanın ötesinde buralarda doğup ölmelerine rağmen; bu kitlelerin ilk geldikleri zamanki ilk psikolojik şoku büyük kayıplarla atlattıktan sonra, inanç değerlerine dönmek yönünde hattâ bazan asabiyet derecesinde bir tavır geliştirmiş olmaları bile kabul edilebilecek bir durum..

Çünkü, bu asabiyet olmasa, kemalist-laik rejim ve yönetici kadrolar tarafından kendi başlarına terkedilen ve sadece uzuuun yıllar döviz kaynağı olarak görülen bu büyük kitleler, bu ruh dondurucu yabancı iklimlerin saldırılarına direnmekte çok daha zorlanırlardı.

Bu kitleler bu coğrafyalara ilk geldikleri dönemlerde, kendilerine ayrılan işçi barakalarında, ’gavurların saldırılarına maruz kalacakları’nın korkuları içindeyken ve hattâ ibadet yapmaktan bile korkarken, şimdi kendi kimliklerini, değerlerini korumak için en aslî merkezler olarak mâbedlerini açmışlar, onların etrafındaki sosyal tesislerle bir araya gelmekteler.. Bu yüzden, bu insanların bir çoğundan, ’Ben müslüman olduğumu burada öğrendim ve iyi ki buraya gelmişim, yoksa benim müslümanlığım, köyümde bir örf ve âdet yumağı halinde olacaktı..’ diyebiliyorlar; farkında olmadan, -ünlü fr. düşünürlerinden- J. P. Sartre’ın, ’Biz Fransa’da özgürlüğü, en şuûrlu şekilde, alman işgali yıllarında anladık..’ şeklindeki sözünü hatırlatırlarcasına..

İlginçtir, buradaki bu merkezler, hattâ diğer ülkelerden müslümanların da sığınağı mahiyetinde.. Ve bu mekanlara gelmeyen -solcu/sağcı vs. diye nitelenen- başkaları ise;  vakitlerini genelde bir takım lokallerde kağıt oyunları ile tüketmekle meşguller..

*

İrili-ufaklı birkaç küçük tesbit..

Dönüşte Bremen’de inerek, oradaki kardeşlerle de saatlerce süren sohbetlerde bulunmak imkanı doğdu. Bu arada belirteyim, Bremen’de bir cemaatin yapmış olduğu ve cemaatlerin lokallerini veya mâbedlerini ayakta tutmakta istifade ettikleri bir yöntem olarak başvurdukları -ve ’fakir’in, bol bol yiyip içmekten ve mâlî bir takım gelirlere vesile olmaktan başka bir işe yaramadığını düşünürek soğuk baktığı- bir ’kermes’le karşılaştım. Ama, orada daha ilginç bir tablo daha vardı. Daha öncelerde kendileri dışındakilerle kardeşçe irtibat kurmayan, hattâ selâmlamaktan bile kaçındıkları söylenen bir cemaat, son zamanlarda girdiği bir siyasî mücadeleden sonra, daha önceleri hiç yaklaşmadıkları diğer müslüman cemaat  ve grupların kermeslerine ve diğer faaliyetlerine artık dikkatli bir şekilde ve en üst derece temsilcileriyle birlikte katılıyorlarmış.. Benim orada bulunduğum sırada da bu durum tekrarlanmış ve sözkonusu cemaatin o yöredeki en üst temsilcileri oldukları söylenen isimlerin katıldığı görülmüştü.

Bu ’kermes’te 20 dakika kadar kaldıktan sonra, bir dostun evinde, akşamın ilk saatlerinden gece yarılarına kadar saatlerce süren sohbet toplantısı da ilginçti.

*

Günler boyu süren bu sohbetleri burada anlatmak tabiatiyle imkansız..

Yine de, birkaç noktaya değinmekte fayda olabilir..

1- Başta Irak ve Suriye’de hele de son bir yıl içinde şaşırtıcı gelişmeler kaydederek dünya çapında bir güç odağı ve problem haline gelen IŞİD isimli örgüt başta olmak üzere, emperyalist odakların düşman ilan ettiği her örgüt konusunda kafalar -tabiatiyle- karışık..  Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, dünya çapındaki bütün güç odaklarının, devletlerin ve Türkiye dışındaki hemen bütün bölge ülkelerindeki rejimlerin bu örgütlere karşı güç birliği yapmaları şaşırtıcı bulunuyor..

Yine de, bu gibi örgütlerin, içinde bulundukları çetin silahlı mücadele şartları ne kadar ağır olursa olsun, mücadeleyi İslamî ölçülerin dışına çıkarmaması gerektiği temennisi, genel olarak kabul görmekte.. Ayrıca, işin gerçeğini bilmediğini, bu satırların sahibi gibi, niceleri de söylemekte ve bilmedikleri bir konuda kesin konuşmaktan kaçınmak dikkati göstermekteler.  Ayrıca, Türkiye’nin, bu gibi mücadele gruplarını teyid etmese bile, askerî güçlerini, onlara karşı muharib / savaşçı  unsur olarak emperyalist güçlerin emrine vermemek için direnmesi genelde kabul görüyor. Her ne kadar, bütün emperyalist medya organları gibi, alman medyasında da, Türkiye’nin bu tavrı ağır şekilde eleştirilip suçlansa da..

Bu konu konuşulurken, sadece ’Aman, ülkemiz savaşa girmesin..’ gibi bir kaygu ile hareket edilmiyor ve müslüman coğrafyalarının yine müslüman askerler eliyle tahribinde rol alınmaması temennisi dile getiriliyor. Ve bu konular konuşulurken, Türkiye’nin on yıl önceler ve daha öncesindeki geçmişe göre çok daha iyi yönetildiğine ve ülkelerini ve de kendilerini daha güçlü hissettiklerini ve almanların eskiden kendilerine acıyarak bakarken;  bugün endişe ederek, ’Siz güçleniyorsunuz..’  diye endişelenerek bakmalarından gurur duyduklarını dile getirenlere de rastlanıyor, sık sık..

2- Buradaki ’müslüman’ cemaatler arasından, özellikle yakın tarihte aynı siyasî geçmişten gelen iki grup arasındaki bir soğukluk ve kırılmanın henüz de giderilemediği görülüyor. Halbuki, birisi iktidarda olan ve diğerinin de mevcud durumda, görünür hesablara göre iktidar olma ihtimali çok uzak gözüken bu iki grup, onyıllar boyunca birliktelerdi ve dahası, o küçük grubun üst kademelerinde bulunan niceleri, bugün iktidar makamlarında bulunan dünkü gönüldaşlarına bir-çok taleblerini bildirdiklerinde, bunları ânında yaptırabiliyorlar. Böyleyken, tabanda, bu iki kitleyi özellikle birbirinden uzak tutmak için, niçin özel yöntemler geliştiriliyor, anlamak zor.

3- Bazı kardeşler, bugün Hükûmet’le amansız bir mücadeleye girmiş gözüken mâlum bir  grubun lider kesiminin yaptıklarını asla teyid etmeseler ve o grup tarafından düne kadar dışlansalar ve küçümsenseler bile, o cemaatin alt kademelerindeki insanların da kendi kardeşleri olduğunu ve onlara karşı bir dışlama yapılmaması yolundaki temennilerini adâlet ve insafla hareket edilmesi şeklinde dile getiriyorlar. Ki, bu yönde, nicelerini tatmin etmeyen uygulamalar ve bir takım temiz kimselere bile, filancacı diyerek işten el çektirildiği rivayetleri anlatılıyor. ’Merhametten maraz hâsıl olur..’ gibi tekerlemelerle geçiştirilemiyecek bir güzel hassasiyet..

Ama, aynı çevrelerde, birilerinin sırf kendi konumlarını korumak için -Pennsylvania Şeyhi’nin tavsiyesine uygun olarak-, geçmişlerini ve geçmişteki arkadaşlarını ve liderlerini kötülemekte olduklarından da söz ediliyor. Bu durumda, o tavrın, samimî mi, yoksa taktik gereği mi olduğu şeklinde bir ikilemin ortaya çıktığından ve insan ilişkilerini zehirlediğinden de yakınılıyor. Çünkü, yanlışlığı düşünülmeden, yaygın bir niyet ve kalb okuma yoluna başvurulabildiği görülüyor.

4- Bu arada, Dışişleri temsilciklerinde, elçilik veya konsolosluklarda geçmişte adam yerine konulmazken, şimdi vatandaşlar olarak saygı görmekten memnun olan insanlara bolca rastlanmakla birlikte, kadrolarda genel bir değişim sağlanmaması yüzünden, yarınlarda bir  iktidar değişikliği olsa, vatandaşa geçmişte ikrahla ve tepeden bakan kadroların henüz de varlıklarını koruduğundan yakınılıyor.  

5- Bu arada, vatandaşların, Almanya’da olsalar bile, Türkiye’de müslüman halka daha önce getirilmiş olan nice yasakların, hele de okullarda kısmen de olsa giderilmeye başlanmasından ve kezâ, osmanlıca denilen yazı tarzı ve geçmiş edebiyatın okullarda ders olarak okutulması kararından derin bir heyecan ve memnuniyet duydukları; bu gelişmeleri, bir restorasyon olarak görüp mesrur olduklarını söylemek abartı sayılmamalı..

İnsanlarımız, laik rejim kadrolarının 80 yıl boyunca kendilerine zorbaca dayattıkları uygulamalara karşı geç kalınsa bile, yine de bu gibi düzenlemeleri sevinçle karşılıyorlar. Her ne kadar, henüz buzdağının su üstündeki küçük kısımlarının düzeltilmeye çalışıldığını, bu buzdağının asıl büyük kitlesinin suyun altında bulunduğunu söyleseler de..

Bu gibi durumlara bakarak, Almanya’daki insanlarımızın gün geçtikçe şuûr seviyelerinde daha bir derinleşme olduğunu söylemek mümkün.. Bu gelişmenin ivme kazanarak daha sür’atlenmesi temenisiyle..

Ve, ’fakir’i de sıcak bir ilgiyle ağırlamak yarışına giren bütün kardeşlere de teşekkürlerle.. 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum