1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (15)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (15)

06 Aralık 2010 Pazartesi 00:54A+A-

[email protected]

Belki de uzun süre burada yaralı kaldığından dolayı, kan kaybından ölmüş olan o nadide cesedi yaralı bir güvercin gibi ambulansa taşıdık. O gün topladığımız cenazeler, şimdiye kadar topladıklarımızdan çok fazlaydı ve anladığımız kadarıyla akşamki yoğun ateşin sebebi, ön cephelerdeki şiddetli çatışmalardan kaynaklanıyordu. Yaptığımız işten nefret ediyorduk ve dolayısıyla sürekli bizi bu görevden almaları için itiraz ediyorduk. Artık askeri disipline de aldırdığımız yoktu. Morgda çalışan insanların neden genellikle ruhsuz bir görünüm içerisinde olduğunu bu görevden sonra daha iyi anlıyordum. Ruhsuz insanları sürekli görmelerinin kendilerini de ruhsuzlaştırdığını, son dönemde yaşadığımız tecrübelerden daha iyi anlıyordum.

Sarıçiçeklerin arasında yanağı üzerine uyumuş gibi görünen bu besiçi gördükten sonra, bu insanların neden öldüğünü düşünmeye başladım. Irak rejimi sosyalistti, tamam da, ölenlerin hepsi belki de sosyalizmin ismini bile duymamış insanlardı. Tahriklerden ve ince hesaplardan savaşın başlamasını makul karşılamak düşünülebilir, ancak savaşın inatla sürdürülmesinin mantıklı bir anlamı olmasa gerek. Savaşın sürdürülmesi tamamen inattan kaynaklanan tutarsız tezlere dayanıyordu. Körfezdeki adalar, İslam İnkılâbının ihraç edilmesi veya benzeri sorunların savaşın sebepleri arasında sayılması bana inandırıcı gelmiyordu. Bu işin içerisinde gizli bir el vardı ve bu el herhangi bir bedel ödemeden, zarar etme riski olmadan hazırlamış olduğu projesini dakik bir şekilde icra ediyordu. İran tarafında savaş cephelerine koşanlar, yoksul halk çocukları olduğu gibi Irak tarafında da durum farklı değildi. “Zenginimiz bedel verir / Askerimiz fakirdendir” türküsü, her ülkenin yoksulluğuna ve yoksullarına biçilmiş bir kader gibiydi sanki. Yaşamak, mutlu olmak ve yeryüzü nimetlerinden doyasıya faydalanmak bir kesime mahsus; ölmek, acı çekmek ve o müreffeh kesimlerin rahatını korumak ise ezilenlerin ve yoksulların alnına kazınmış bir kader gibi… En azından, savaş cephelerindeki günlük yaşantılarından geri kalanlar bunu gösteriyordu. Esir alınanlarda veya öldürülenlerde bu yoksulluğu rahatlıkla okuyabiliyorduk. Irak, İran topraklarını tamamen ele geçireceği iddiasıyla büyük operasyonlar düzenliyor, ancak işgal ettiği topraklarda uzun süre duramıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyordu. Hem de büyük kayıplar vererek. Kendi ekonomisini insanların öldürülmesine yarayan silahlara harcayarak, yeniden eski konumuna çekiliyordu.

Savaş cephelerindeki bu hareketlilik, her iki ülkenin ekonomisinin çökme noktasına gelmesine, binlerce insanının öldürülmesine, şehirlerin bombardıman altında yıkılmasına, gencecik neslin savaş psikolojisi içerisinde telafisi imkânsız zararlar görmesine, binlerce ailenin gözyaşı dökmesine neden oluyordu. Hiç kimse, hiçbir yerde kendisini güvende hissetmiyordu. Çocuklar, pencerelere takılan kalın siyah battaniyelerin ne anlama geldiğini daha küçükken öğreniyorlardı. Hava saldırılarında, camdan sızan ufak bir ışığın o mahallenin tamamen imha olmasını sağlayabileceğini daha çocuk ikan öğreniyorlardı. Savaş oynadıkları oyunlara benzemiyordu. En küçük bir gürültüde, merdiven altlarına sığınan çocukların titreyerek “hava baskını var” psikolojisinden kurtulabilmesi için uzun senelerin geçmesi gerekir. En küçük bir seste, küçük çocuklar kendilerini ya annelerinin kucaklarına atıyorlardı veya büyüklerin kendilerine göstermiş oldukları basit sığınaklara kaçışmak zoruna kalıyorlardı. Savaş korkunç bir şeydi. Onlar, savaşın kendi ateşinde yoğurdukları küçücük çocuklardı. 

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinden itibaren yoğun topçu ateşinden dolayı mevzilendiğimiz noktalardan çıkamıyorduk. Savaşın ateşine rağmen, dört duvar arasında kalmaya tahammülümüz yoktu. Çevresi yüksek toprakla kaplı mevziimizden dışarıya attık kendimizi. Topçu atışlarının yoğun olmadığı bölgelerde dolaşarak, patlamaların sesinden uzaklaşmak istediğimiz bir esnada Irak uçakları geldi. Uçaksavarlar rastgele ateş ediyorlardı. Uçaklar bizim karargâha doğru geldiklerinde biz yere yattık. Herkes aynı şeyi yapmadı, bazı besiçler toprak yığının üzerine çıkarak kaleşnikoflarıyla savaş uçaklarına ateş etmeye başladılar. Uçaklar da daha uzaktaki atışlardan korunmak ve hedefleri rahat bir şekilde vurabilmek için olduğundan fazla alçalmışlardı. Pilotlarını rahatlıkla görebildiğimiz uçaklar bizim üzerimizden bombalarını bırakarak hızla geçerken, uçaksavarlar da onların arkasından ateş ediyorlardı ve toprak yığınlarının üzerine çıkan gençlerden bir kaçı da bu telaş içerisinde vuruldu. Bir taraftan uçaklardan atılan bombalar ve kurşunların verdiği zayiat ve diğer yandan yanlışlıkla vurulan gençler. O gün, hava ve topçu saldırıları hiçbir şekilde son bulmadı. Cenazeler, yaralılar her tarafında kurşun izleriyle hurdaya dönmüş ambulanslarla cephe gerisine taşındı.

Irak’ın birkaç gündür neden bu derece ateş hattını güçlendirdiğine bir anlam veremiyorduk. Daha sonrasında, komutanlarla diyalog içerisinde olan arkadaşlarımız bizi aydınlatmaya başladılar. Yakın bir zamanda büyük gelişmeler olacaktı. Dolayısıyla saldırılara karşı hazırlıklı olmamızı söylediler. Irak güçleri, düzenlenen sınır operasyonlara rağmen daha büyük bir operasyon beklediklerinden, cephelerdeki aşırı yığılmaların buna yönelik hazırlıklar olduğunu gördüğünden, olabildiğince zayiat verdirmeye ve hazırlanan palanları bozmaya çalışıyordu.

Mayısın sonlarına doğru ön cepheye doğru yığılmalar ve ciddi hazırlıklar daha net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Bir akşam sorumlumuz, hazırlıklı olmamızı ve her an çatışma bölgesine götürülebileceğimizi söyledi. Biz hazırdık. Ertesi gün bizi gerçekten de sıcak çatışmaların içerisine götürdüler. Ancak bu kez operasyonu düzenleyen Irak güçleriydi. Gece saatinde büyük bir operasyona başlamışlardı. İran güçleri ise daha önceden onların saldırabileceği alanı hesaba katarak, saldırıyı tamamen bertaraf edebilecek şekilde arazinin üstünden geçirdikleri geniş kanaldan bolca suyu onların geldiği yöne bıraktı ve büyük bir alan kısa bir zamanda çamur ve bataklığa dönüştü. Irak orduları o alandan fazla bir ilerleme sağlayamadıklarından ve buldozerlerin, kepçelerin açtıkları yollar yeniden su altında kalınca çaresiz olarak, kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar.

Her tarafta tanklar, askeri araçlar yanıyordu. Irak topçu ateşi, cephane yüklü cemselerin patlamasına katılırken, her taraftan kurşunlar yağmur gibi yağmaya devam ediyordu. İran tarafında da büyük zayiat vardı. İlerlememiz esnasında, bir Irak tankının alandan ayrılmadığını ve tek başına savaştığını gördüm. Usta bir tank şoförü ve keskin nişancıları çevresine adeta ölüm kusuyordu. Uzman olduğu anlaşılan olan bu Irak savaşçı ekibi, uzun süre direndi ve attığı her mermiyi isabet ettirmeye çalıştı. Tankı vurmak için roket atarlarla giden grupların sayısı giderek artıyordu ve en sonunda mermileri bitmiş olacak ki, geri çekilmek zorunda kaldılar. Birçok yerinden yara almasına rağmen, o hurdaya dönmüş tank havaya uçmadan kendi birliklerine doğru hızla geri çekildi. 

Sonrasında yeniden savaş uçakları her tarafı bombaladı. Helikopterler uzaktan roketlerini fırlatıp çekildiler. Öncelikle yaralılar savaş cephesi gerisine çekiliyordu. Yanan araçlara, tanklara, mühimmat bulunduruyor olmaları ihtimaliyle müdahale edilmiyordu. Her tarafta yaralı ve ölüler vardı. Biz artık savaşçıydık ve onları toplama görevleri başkalarına verilmişti. Savaşın öfkesi dindiği zaman, her taraf ölüm sessizliğine boğuldu. Sessizlik, kopacak fırtınanın, depremin habercisi gibi ürkütücüydü. Korkunçtu. Her an, her yerden bir tehlike gelebilirdi. Gün boyu devam eden, savaşta her taraf yakılmış, yıkılmış, bombalanmıştı. Canlı adına ne görülmüşse ateşe verilmişti. İleri cephelerde, sarı ve beyaz toz bulutlarının çevreyi kapladığını görüyorduk. Kimyasal bombalardan şüpheleniyordum. Birlikte olduğumuz arkadaşlar, ben sormadan bu bilgiyi bana verdiler ve savaşın şiddeti artığı zaman böylesine yöntemlere başvurulduğunu söylediler.

Yorgunlukla bitirdiğimiz günün akşamında, üzeri çatılarla kapatılmış ve onun üzerine de kum torbaları konulmuş mevzilerimize çekildik. Tek silah patlamıyordu. Sanki her iki tarafın da mermisi bitmiş gibi, savaş cephelerinde silahlar susmuştu. Rahat yemek yiyebiliyor, dolaşabiliyor, cemaat namazlarına gidebiliyorduk. Gerçi, İran birliklerinde bütün insanların ölmesi pahasına bile cemaatle namaz kılma ihmal edilmiyordu. Elbette buna Kumeyl Duası gibi merasimler de ekleniyordu. Savaşta İran toplumunu ayakta tutan, moral kaynağı olan en önemli dayanaklardan birisi bu toplu ibadetlerdi/dualardı. O gece rahat bir uyku uyuduk. Ancak durumun böyle gitmeyeceğini hepimiz seziyor ve yapılan operasyonun da sadece göstermelik olduğunu, bunun ardından daha büyük saldırıların geleceğini, bunun bir nevi nabız yoklama amacıyla gerçekleştiğinin algılanması gerektiğini iyi biliyorduk. Savaş cephelerindeki hazırlıklardan, gelişmelerden ve yığılan cephanelerden, bizi önemli operasyonların beklediğini biliyorduk.

Bir savaş vardı ve şimdiye kadar Irak kısmi ilerlemeler sağlasa da, esasta bu savaşın galibi yok gibiydi. Bir gün Irak güçlerinin elinde olan topraklar, ertesi gün İran güçlerinin eline geçebiliyordu. Kazanılan yerler, daha sonradan kaybedilebiliyordu. Ancak, kaybedilenler geri gelmiyordu. İnsanlar ölüyordu, bunun izahını veya savaş cephelerinde yer alışımızı ancak cihat referanslı argümanlarla izah edebilirdik. Cihat mantığımıza göre bir Müslüman, İslam topraklarını korumalı ve onun korunması için gerektiğinde canını da feda etmeliydi. Veya bir millete zulmedilmişse, onun haklarını koruma ve yeniden geri verme adına savaşılmalı ve gerektiğinde de insan canını feda edebilmeliydi. Her iki tarafta da aynı duyguları taşıyan insanlar vardı. Ancak bir farkla; Irak’ta sosyalist bir rejim ve İran’da da İslami bir yönetim vardı. İran karşısında Irak da dini referanslara sarılmış, olayları bu çerçevede değerlendirmeye başlamıştı. Saddam Hüseyin, her konuşmasında bir din âlimi gibi ayet okumaya, hadis nakletmeye veya açıktan ibadet etmeye başlamıştı. Olayı garipsemiyordum. Türkiye’de de lazım olduğu zaman, dini bütün boyutlarıyla kullanmaya çalışan Demirel gibi insanların sayısı çoktu. Demirel’den çok ona inananlara ve onun izinde yürüyenlere kızıyordum.

Bir yakınımın elinde gördüğüm “Kızıl Zindanlar” adlı romanı bir iki saatliğine gözden geçirmiş ve içindeki bazı temalar, mazlumiyet hikâyeleri ve yiğitçe direnme karakterleri ilgimi çekmiş ve onun üzerine o akrabamla yakın diyalog kurmaya çalışmıştım. Cahiliyetin bütün bataklığından geçmiş ve küfrün her alanında gezinmiş olan ve sonrasında Nur cemaatiyle tanışmış olan akrabam, soğuk bir insandı. Herkesle normal bir ilişki kuramıyor ve olabildiğince kendi içinde kapalı kalmaya özen gösteriyordu. Okuma yazmayı, daha sonra kendi gayretiyle öğrenmişti. İbadet ritüellerine itinayla dikkat ediyordu. Ben de namaz kılıyordum, ama onun gelenekleştirdiği sistematik içerisindeki ibadet, farklı bir görünüm sergilediğinden dikkatimi çekmişti. Bazı konuları konuşmaya başladık…

Daha önceleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan’ın duruşları içimde derin bir özentiye sebep olmuştu. Onlarla ilgili haberler adeta ruhumu şekillendiriyordu. Gezmiş’in Hakkâri Zap suyu üzerinde üniversiteli öğrencilerden topladığı paralarla yaptığı asma köprü, bu özentiyi daha fazla artırmıştı. Bilmediğim bir yazarın, “Gara dağlar gar altında galanda, ben gülmezem, dil bilmezem. Şavata’dan Hakkâri’ye yol bilmezem… Bebek yanir, bebek hasta, bebek ataş içinde. Geçit vermiy Zap Suyu. Bu ne haldır, bu ne iştir hooy babooov ! Ben ne biçim vatandaşım hooy babooov? Şavata’tan Angara’ya ses getmiir…”  şeklindeki dizelerinden sonra, Gezmiş’e hayranlığım kat kat artmıştı. Akrabam, ‘bir Müslüman’ın kesinlikle sağcı olması gerektiğini bana İslam geleneğindeki her şeye sağdan başlama gerekçesiyle ve Kur’an’da geçen konuya işaret ettiğine inandığı ayetlerle olayı anlatmaya ve komünizmin din karşıtı olduğunu vurgulamaya’ başladı. Kızıl Zindanlar kitabından okuduklarımla komünizme rahat bir şekilde cephe alabilirdim, ancak Deniz Gezmiş ve arkadaşları için aynı şeyleri söylemem mümkün değildi. Onlarla, Kızıl Zindan’lardaki baskıcı, totaliter, işkenceci, cinayetkâr, insanları kitleler halinde imha etmekten çekinmeyen Stalin türünden komünistleri aynı kefede tutamıyordum. Onları yakından tanımama rağmen, duruşları ve tepkileri kirlenmemiş bir masumiyeti yansıtıyordu. Genç bir bilinç olarak, onların kişiliklerini, duruşlarının arkasındaki niyetleri veya yaşam tarzlarını anlayacak durumda olmadığımdan sadece zahirlerine hükmediyordum. İlginçtir, onlara özenerek ortaya çıkan parkeli ve askeri botlu komandolara da sıcak bakıyordum. Komandolara sıcak bakmamın arka planında Osman hoca ve Risale-i Nur sohbetlerinde anlatılanlar vardı. Gezmiş ve arkadaşlarına sıcak bakmam ise, tamamen kendi bakış açımdan kaynaklanıyordu.   

Akrabam kısa zamanda beni Yeni Asya okumaya alıştırdı. Ben bu arada Cavid Ersen’in Kızıl Zindanlar ve bu çerçevede yazılmış diğer kitaplarını bulup okumuştum. Komünizm zulmünden Türkiye’ye gizli kaçış, beni hem komünizme ve hem de Sovyetlere düşman etmeye yetmişti. Bu arada, Türkçülük duyguları da bana sıcak geliyordu. Özellikle de akrabamın eşliğinde gitmiş olduğum ev sohbetlerindeki dersler beni giderek bu tarafa doğru itmeye yetiyordu. İlkokuldan alt yapım da vardı. Kendisini Oğuz beylerine nispet eden Giravyan aşiretinden olan Osman Arslan’ın anlattıkları bana cazip geliyordu. Özellikle, bizim aşiretten olan birinin bu sözleri, başkalarının söylediklerinden daha ikna ediciydi. Kürtlüğün sorun olduğu, psikolojik bir baskı unsuru olarak bizi tehdit etmeyi sürdürdüğü bir zamanda bu iyi bir sığınma alanıydı.  

Siyasi yapılanmanın arifesinde gittiğim Risale-i Nur dersleri, Said Nursi’nin düşüncelerinden çok siyasi tercihlerin anlatıldığı dersler haline dönüşmüştü. Milli Nizam’a olan sempatimiz, derslerde anlatılan Adalet Partisi düşüncesine olumsuz bakmamıza ve Süleyman Demirel’i hiçbir şekilde kabullenmeye yanaşmamıza sebep oluyordu. Düşünceyle ilk tanıştığımız günden itibaren, Türkiye insanının şapkadan dolayı çekmiş olduklarına karşılık Demirel’in başındaki fötr şapka bile olumsuz bakış açısının oluşmasına fazlasıyla yetiyordu. Derse katılan kardeşlerin pek çoğu, İslam’a gönül veren insanlardı. Buna inanıyordum. Üstadı seviyor ve onun düşüncelerine önem veriyorlardı. Said Nursi’nin düşüncelerini anlayacak veya bazı bölümlerini ayıklayacak bir düşünce birikimine sahip değildim ve bunun da ötesinde kullanılan kelimelerin birçoğunu ağabeylerimizin açıklamasıyla anlayabiliyordum. Zamanla Said Nursi’nin hayatını ve imanı konularda yazmış olduğu risaleleri okudukça dili anlamaya başlıyordum. Elimden geldiğince tam olarak anlamasam bile, bütün kitaplarını okuma azmim hiç zayıflamadı. Cebimden ayırmadığım küçük risaleleri her fırsatta okumayı da ihmal etmedim. Matematik kitabımın arasında duran küçük risaleden dolayı, -o bilgilenmeden önce beni çok seven- sol görüşlü hocanın bana kırık notlar vermesi de umurumda değildi.

Derslerde sağcılığın ve AP düşüncesinin işlenmesi ruhumuzu daraltan konuların başında geliyordu. Küçük yaşıma rağmen, tanıdıklarıma her zaman bu itirazımı iletmeyi de ihmal etmiyordum. Bu çerçeve içerisinde Amerika’nın ehli kitap olması ve İslam’ın sağcılığı tavsiye etmiş olduğu şeklindeki yorumlar derslere damgasını vuruyordu. Bunların etkisinde kalmadığımızı söylemek mümkün değildi. Özellikle Urfa’da ilk olarak düzenlenen Bediüzzaman mevlidindeki o samimi hava, uzun zaman özlemini çektiğimiz bir tabloyu bütün boyutlarıyla önümüze koyuyordu. İşte bu samimiyet ve bağlılığın ortasında Demirel’in veya Amerika’nın varlığı yakışık almıyordu. Baas ideolojisinin savunucusu Saddam’ın sıkıştığında dine sarılması gibi, Demirel’in seçim günlerinde dindarlık taslaması da çirkin duruyordu. İslam İnkılâbından ve özellikle de savaştan sonra dine yönelen, ayetler, hadisler okuyan Saddam’ın duruşu da buna benziyordu. Saddam’ın savaşa yönelmesinin Baas partisiyle ilişkili olmaktan çok, ulusal endişelere dayandığını biliyorduk. Dünyada ilk olarak mustaz’afların başlatmış olduğu bir inkılâp vardı ve dünya müstekbirliği buna karşı savaş açmıştı. Müstekbirlerle birlikte, Arap rejimleri de İslam İnkılâbının kendisini tehdit edebileceği endişesiyle Irak rejimine destek veriyordu. İslam İnkılâbının yayılmacılık politikalarından korkan diğer ülkelerin de bir şekilde Irak rejimine destek verdiği bilinen bir gerçekti. İran, her taraftan muhasara altında tutuluyordu ve savaşta mağlup olması için bütün yollar deneniyordu. O ise, mustaz’af halkının gücüyle, direnişiyle ayakta durmaya çalışıyordu.

Bütün bunlara rağmen savaşın gerekçeleri açık bir şekilde ortaya konulamıyordu. İmam, Irak rejiminin saldırganlığından bahsediyordu. Yeryüzünün Mehdi’nin adaletine hazırlanması için İslam ordularının ilerleme sağlamaları gerektiğine inancını açıklıyordu. Ve savaşanlar ülke topraklarını korumaktan çok, Mehdi’nin ordusu olma, Mehdiye asker olma iştiyakıyla savaş cephelerine koşuyordu. O ilahi günün zuhuruna hazırlık amacıyla milyonlarca gönüllü halk ordusunun kurulması emri, bu amaca yönelikti. Ordunun yapısı, cephe hayatı, silah sesleri, yürek yakan ölümler bir rüya gibiydi ve ben tam da bu rüyanın içerisinde bulmuştum kendimi. Şia olmadığım için, sıkıntı yaşamadığımı söylersem yalan olur. Seksen küsur yaşında olan Ayetullah Munteziri’nin babasının savaş cephelerindeki insanlara moral vermek için, gittiği her yerde konuşmalar yapması sürecinde bizim bulunduğum alanda bir konuşma yaparak “Sünni ve Şialar kardeştir. Her ikisi arasında tefrika çıkaranlar zalim tagutların oyununa gelmiştir. Böylesine bir ayrım, geçmiş saltanatların Müslümanların gücünü zayıflatmak ve onları birbirlerine düşürmek için uydurdukları entrikalardır…” demesi bu konudaki bütün rahatsızlıklarımızı bertaraf etmeye yetiyordu. Ancak her kesin onun gibi düşündüğü söylenemezdi. İnsanların tepkili bakışları, secde ettiğim yere taş bırakmaları, incitici sözler bana dokunuyordu. Bu ruh halini yaşamayanların, yaşama imkânları olmayanların bunun ayrıntı, teferruat veya abartı olduğunu düşünmeleri normaldi. Ancak kendi olduğum durumdan farklı bir görünüm sergileyemezdim. İnkılâpçıydım, İmam Humeyni’ye gönülden bağlıydım. Onun geçmiş tecrübesini, düşüncelerini, inkılâpçı duruşunu kendime örnek alıyordum. İslam Ümmetinin bütünlüğüne inandığımdan ve bütün Müslümanların da İnkılâba olan bağlılıklarından dolayı Şia olmalarının gerçekçi olmayacağını bildiğimden, olduğum gibi görünmek ve en azından tek başıma da olsam onları buna alıştırmam gerekiyordu. Kolay değildi. Bunun da ötesinde, milli duygulardan arınmamış insanların arasındaydım. İrancılık duygu ve düşüncelerinin sürekli gündemde olması, kendimi yabancı duygularının ortasında bulmama yol açıyordu. Her şeye rağmen Nehzetten arkadaşlarım vardı ve onlar benim duygularımı iyi biliyorlardı. Onlarla dosttuk. Gerçi, onlar da samimi duygularla ve beni de incitmeden bir an önce Şia olmamı arzuluyorlar ve bu arzularını seslendirmekten de çekinmiyorlardı. Onları kırmama adına, araştırdığımı ve inandırıcı bir kanıt bulmam durumunda başkalarının bana bakışlarına veya kınamalarına aldırmadan Şia olabileceğimi söylüyordum. Ne yapabilirdim ki? İmam’a olan sevgime rağmen imamete, masumiyete, Mehdi’nin kaybolmasına, bin yılı aşkındır yaşamasına, ricata, Sahifet’ul Fatıma’ya, Meclisî’nin rivayetlerine, Usul’ul Kafi’ye, dini yapıdaki yüzlerce tutarsızlığa, sahabelere, Peygamber hanımlarına bakışlarına, imamların gaybı bildiklerine, imamlara vahy-ı metluvun geldiğine, Allah tarafından tayin edildiklerine, cihat, kısa evlilik, ibadet, daru’l harp anlayışlarına bir türlü inanamıyordum. İnanmadığım bir şeyi de yapmaz ve yapamazdım. Onları kınamıyordum. Onlar inandıkları gibi yaşıyorlardı. Bu konuda bildiklerimi de onlarla tartışmaya ihtiyaç bile duymadım. Güven ve kardeşlik ortamının oluşmasından önce böyle bir tartışmanın fayda vermeyeceğini de biliyordum. Pastarların, besiçlerin, komitenin gönüllü güçleri savaş cephelerinde aşk çölünde helak olma pahasına da olsa bütün gayretlerini gösteriyorlardı ve gece operasyonlarında Allah’a, Mehdi’ye kavuşmak için aşk kervanının başlattığı sefere katılıyorlardı. Ben de onların seferine ortak olmak istiyorum. Birlikte sefere çıktıklarımla, sırlarını paylaştıkça ruhumun arındığını, korkulardan, endişelerden kurtulduğumu ve derin bir güven duyduğumun farkındayım aslında. Gurbetin en karanlık alanlarında yapılan gece yolculuğunda böyle bir güven duymak, basit bir olay değildir. Karanlık ve uzun bir seferde, yalnız başına yürümek ve bir adım sonra karanlıklar arasında nasıl bir tehlikenin olduğunu bilmemek… Karanlıklar arasında yürürken, akla gelmeyen, düşüncenin oltasına takılmayan hayata dair hiçbir şey kalmaz. Çoğu zaman hayaller heyula olur. İnsan kendi nefesinden başka hiçbir şey duymaz ve görmezken, sadece ayaklarının altındaki zemin gerçektir, onun dışındaki her şeyi hayal ürünüdür. Karanlık yolun her iki yanında, ateşlemeye hazır yüzlerce namlunun kendisine döndüğünü, tankların, panzerlerin üzerine yürüdüğünü hisseder, veliahtların, sadrazamların kellesini uçuran yüzlerce kılıçla yüzleşmeye cesaret edemeyeceğini bilir. Karanlığın sonu müphem bile olsa, tek bir ihtimal pahasına yürür. Yürür yürümesine de, hayatında yapmadığı muhasebeler karşısına çıkar. Görünmezlikler içerisinde, hayatını bir film şeridi gibi canlandırma gayreti içerisindeyken, her an bitiş noktasının başlangıcıyla buluşma, kucaklaşma endişesini de beyninden söküp atamaz. Her tünelin sonunda, bir ışık olma ihtimaliyle karanlıklardaki her sese, harekete hazırlıklı bir şekilde yürür. Geleceğe dair ümit ve hayallerin bir inkılâpçıyı ayakta tutan gerekçeler olduğunu da iyi bilir. Dünyadaki bütün bağları, prangaları bu esnada bütün tatlılığıyla zuhur eder. Onlardan kopmamak için en büyük dualarını huşu içerisinde yapar. İnsanı insan yapan ve kurtuluşa götürenin bu huşu içerisindeki dualar olduğunu da iyi bilir.

Televizyon izleyemiyoruz. Motosikletlerle, bağlantı kurmaya çalışanların getirmiş olduğu gazeteler, mescit olarak kullanılan yere bırakılıyor, ancak ertesi gün yıpranmış halde sıra bize geliyordu. Başlıklarına bakıyoruz ve cephe gerisindeki şehirlerde ne olduğunu anlayabilmek için manşetleri okuyoruz. Savaş cephelerinde dünya ile irtibatımız kopuk. Bütün insanlar çantalarını alıp, başka bir âleme göç edip dünyayı boşaltsalar haberimiz olmayacak. Necip Fazıl’ın

“Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?

Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?”

Şeklindeki şiirinin anlamı burada daha iyi anlaşılıyor. Dünyadan habersiz haldeyiz. Bundan dolayı okumada zorlansam da gelen gazeteleri önemsiyorum. Haber başlıklarının dışında, beyanatların, makalelerin satır aralarında işe yarar bir şeyler bulmaya çalışıyorum. O zaman, düşünce ve edebiyat için büyük bir sermaye olan savaş, şehadet, kahramanlık ve mazlumiyet gibi temaların yazılarda bolca işlendiğini görüyorum. Elbette, Amerika, Sovyetler ve İsrail ile birlikte Irak da yazılarla önemli bir argüman ve düşmanlık açısından temel bir mihver oluşturuyor.

İslam İnkılabı dünyada yeni bir çağın başladığının habercisiydi. Dünya emperyalizmine, müstekbirliğine ve egemenlerine karşı yeni bir çağ başlıyordu. Dolayısıyla bu savaşın en önemli objesi mustaz’aflar, yoksullar ve toprak damların birleştiği toprak yolların yalınayakları olacaktı. İnsanlığı, dünya müstekbirliğinin kulu olmaktan kurtaracak, istiklal ve hürriyetine sahip, kendi iradesini kendisi tayin edebilen bir vasfı kazandıracak adalet ve özgürlük bayrağı İmam Humeyni tarafından açılmış ve bunun gerçekleşmesi için yalınayaklılar bütün güçleriyle fedakârlık göstermeye, bedel ödemeye ve samimiyet/isar örneklerini bütün alanlara sergilemeye çalışıyorlardı. Ezilenlerin egemen olduğu ve onların eliyle adalet, özgürlük ve eşitliğin dağıtılacağı ilahi bir hükümetin dünya üzerinde yaygınlaşması için başlatılan kervanın içinde ben de vardım ve bu beni mutlu ediyordu. Dünyanın bütün akıl dışı putlarına meydan okuyor, dünyayı özgürlük, adalet ve eşitlik esaslarıyla yeniden düzene sokabilecek, köhnemiş tarihi formatlayacak bir güce sahip olduğumuza inanıyordum. Bunu gerçekleştirebilecekler, ancak ezilen ve yoksul kesimin oluşturduğu mustaz’af sınıfı olacaktı.

Öyle de olmuştu, savaş cephelerinde savaşan ve büyük fedakârlıklar gösterenler bu yalınayaklılardı. İnsanlık tarihinde verilen mücadelede hiçbir dönemde bu insanlık paradoksu değişmemiştir. Köhnemiş tarihin sosyolojik gelenekleri ritüeller şeklinde hayatımıza yansımıştı, buna rağmen mustaz’af isminin taşımış olduğu misyonun evrenselliği, büyüklüğü, dünyanın ezilen halklarına vermiş olduğu kurtuluş mesajları karşısında daha fazla çalışılması gerektiğine inanıyorduk. Mevdudi, Fazlurrahman ve benzerlerinin değişim talepleri, reform istekleri tam da burada devreye girebilirdi. Girmesine izin vermeyeceklerine kesin emindim. Ancak, Dr. Şeraiti’nin düşünce alanlarındaki etkinliği, onun talebeleri, özellikle Suruş ve çevresiyle birlikte, Dünya Kurtuluş Hareketleri düşüncesinin çevresinde ve hatta Devrim Muhafızlarının bünyesindeki üst düzey siyasi düşünce yapısı böyle bir oluşumun inşasına fırsat verebilirdi. Kuşkusuz, bunun önünde en büyük engel Şia geleneğinden gelen yas/matem ritüelleriyle, her birine kutsallık atfedilen mezhebi semboller olacaktı. Düşüncede önemli merhaleler aşılabilirdi, ancak hayatın tamamına hâkim olan yas merasimleri ve Kerbela kaynaklı semboller, simgeler, objeler entelektüel birikimi bir çırpıda alıp öte tarafa fırlatabilecek bir güçteydi. O alan kendi başına bağımsızlığını çoktan ilan etmişti ve özellikle medrese döneminde felsefe özerine görüş belirttiği zaman bu geleneklere ters düşebileceği ihtimaliyle necis olduğu hükmüyle testisinden su içilmeyen İmam Humeyni, sistemin başındaydı. Molla sınıfının onu muhasara ettiği ve her söylediğini mezhebi literatür ve doktrin süzgecinden geçirdiği bilinen bir gerçekti. İmam Humeyni’nin kendi değerlerini, ülkenin maslahatı için değiştirmesi ve ulema sınıfının baskılarına teslim olması sinyalleri veriliyordu. Özellikle Şeriati’nin etkisinin azaltılması için, Mutahhari ve benzeri ulema kökenli aydınlar fazlasıyla gündemde tutuluyordu. Yine benim arkadaşlarımın söylediğine göre Şeriati’nin bazı kitapları yasaklanmış, sivil inisiyatifle yayınlanan kitaplarına bürokratik engeller giderek artırılıyormuş. Şah dönemi geleneksel âlimlerinin ortak bir bildiriyle Şeriati’nin kitaplarının okunmaması için fetva yayınlattığı inkılâpçı Şeriati düşüncesi, bütün alanlarda gençlerin bilinçlenmesine, zengin bir entelektüel birikimi edinmesine ve önlerine çıkarılan gailelere rağmen sahip çıkılmaya devam ediyordu. Şeriati ölümü ve mirası ile düşünen insanları zihinsel ve felsefi derinliği ile şekillendiriyordu.  Abdulkerim Suruş ise, sabah namazından sonra nerdeyse iki saate yaklaşan bir konuşma yapıyor ve dinleyicileri de özel elit bir kesimden oluşuyordu. Tahran radyosunun her sabah canlı yayınladığı konuşmalar haberini alınca, Tahran’dayken her sabah dinlemeye ve ondan da önemlisi derin bir entelektüel birikimin tecrübesinden damıtılan tezleri kavrayışım ölçüsünde anlamaya çalışıyordum…

Cephede, yeniden yoğun bir telaş vardı. Ateş altında kalan mevzilerimizden başımızı kaldıramıyorduk. Arkadaşlarım, bunun hayra alamet olmadığını ve iki taraftan birinin kesinlikle operasyon hazırlığı içerisinde olduğunu söylediler. Akşama doğru, birlik komutanımız akşam hazır olmamız yolunda beyanat verdi. Biz hazırdık. Kaybedecek neyimiz vardı ki? İslam İnkılâbının varlığını sürdürmesi ve dünya emperyalizmine/küfrüne karşı verdiğimiz savaşta yenilmemek için, mevzi kaybetmemek için, yalınayak mustaz’afların tarihi değiştirmeye muktedir olduklarını ispatlamak için ölüme bile hazırdık. Savaş meydanlarında ölenlerden fazla bir özelliğe de sahip değildik. Birkaç satır vasiyetimizi cebimizde taşımayı da ihmal etmiyorduk. En azından, cesedimiz bulunduğu zaman neden savaş meydanlarında olduğumuz ve ne için savaştığımız anlaşılacaktı. Miras olarak bırakacağımız hiçbir şeyimiz yoktu. Cebimizde kefen alacak kadar paramız da olmadı. Abdestimizi almaktan ve dua etmekten başka ne yapabilirdik ki? Bunların haricinde yapabileceğimiz tek şey vardı; o da daha fazla şarjör almak ve belki de birkaç el bombası…

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum