1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Baas ve Esed’den Asla Vazgeçemeyiz!’ Demenin Dayanılmaz Hafifliği
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Baas ve Esed’den Asla Vazgeçemeyiz!’ Demenin Dayanılmaz Hafifliği

16 Ekim 2015 Cuma 19:47A+A-

[email protected]

Hak, güçlü olmayınca, bâtıl durumuna düşer; bâtıl da güç sahibi oldukça, kendisini hak gibi göstermekte daha bir avantajlı duruma geçer.

Güç gösterilerinde, savaşlarda kimin haklı, kimin haksız olduğu, neticeye göre, neticeci bir anlayışla değerlendirilecek olursa, açıktır ki, savaşın sonunda kim galib gelirse, o haklı sayılacaktır.

Ancak, bu, hak kavramıyla da bağdaşmaz, sünnetullah denilen ilahî kanunlarla da.. Çünkü, Kur’an’da, ‘Savaş ve yenilgi günlerini insanlar arasında dolaştırır dururuz..’ buyrulur. Yani, savaşta, mücadelede galib gelen, yenen taraf mutlaka haklı, yenilen de mutlaka haksız sayılamaz. Eğer öyle olsaydı, Uhud’da müşrikler karşısında yenilgi alan Hz. Peygamber (S) ve Hz. Huseyn’in Kerbelâ’da kesilen başı önüne konulan Yezid’in, Şam Sarayı’nda bu sahneyi kendisinin haklılığının sembolü olarak gören-gösteren tavrının doğru olarak kabul edilmesi gerekirdi..

Asıl olan, savaşa başlarken de, sonucunda da yenilgi alınmış olsa bile, hep haklı olduğuna inanarak ve haklı çizgide kalınarak tarafların kendi konumlarını belirlemeleridir.

Meşhur örnekle, savaşan iki hükümdardan birisinin yenilip düşmesi üzerine, yenen , muzaffer olan hükümdarın ona, ‘Gördün mü, kim haklıymış.. ‘ demesi üzerine; yenilenin, ‘Evet, insanlık hali, aramızda bir ihtilaf oldu ve savaşmak zorunda kaldık.. Ve siz galib geldiniz. Ama, savaşın başında da ben haklıydık, ve şimdi yenildiğimiz halde, yine ben haklıyım..’ diyebilmesindeki gibi bir haklılık itminanıyla hareket edilebilmesidir, önemli olan..

*

İran’ın Suriye Buhranı ile ilgili siyasetiyle ilgili değerlendirmelerimde haksızlık ettiğim ve Suriye’ye İran’ın müdahalesine dair yazdıklarımın gerçeği yansıtmadığı şeklinde mesajlar alıyorum, sık sık.. İçindeki hakaretler karşısında, kötü söz sahibine aiddir, sahibinin seviyesini gösterir deyip geçerim, ama, ‘Bu itirazların üzerinde bir gerçeklik payı var mı?’ diye elbette kendimi devamlı kontrol etmeye çalışırım..

İlginçtir, bu gibiler, ‘Suriye Buhranı’nın hangi merhalelerinden geçtiğini halkın unutmuş olabileceğini düşünerek, hâlâ, Tayyîb Erdoğan’ı suçluyorlar.

Bu konuda inisiyatifi kullanan aslî taraf olmadığına göre göre, Türkiye yanlış yaptı- yapıyor  diyelim. Bunu bir an böyle varsayıp üzerinde düşünebiliriz..

Ama, karşı taraf, asla yanılmazmış gibi, verdiği kararlar üzerinde bir tartışma açılamıyan ve ‘mutlaka vardır bir bildiği..’ diye her kararına hikmet ve şer’î bir mükellefiyet imiş gibi bakılan bir irade tartışılmadığı müddetçe, bu tek taraflı değerlendirmeden nasıl sağlıklı bir sonuç elde edilebilir?

*

22 Eylûl günü, İran C. Başkanı Hasan Ruhanî, Irak’ın İran’a saldırmasıyla 1980 tarihinde başlayıp 8 yıl süren ve iki taraftan 1 milyondan insanın hayatına ve müslüman halkların zenginliklerinin yok edilmesine malolan korkunç savaşın 35. yıldönümü dolayısiyle yaptığı konuşmada, ‘İran’ın bugün çok güçlü bir devlete dönüştüğünü, dünyanın 6 büyük devletiyle yıllar süren müzakerelerden daha bir güçlenerek çıktığını ve sadece kendisini değil, Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki rejimleri de korumak için oralarda asker, (pasdar denilen) ‘inkılab muhafızları’nı ve ‘besicî’ denilen ‘halk gönüllüleri’ ve milis güçlerini bulundurduklarını ve ihtiyac duymaları halinde, bölgenin diğer ülkelerine de yardıma hazır olduklarını’  söylüyordu..

Bu, elbette ki tribünlere karşı bir güç gösterisiydi ve o savaşın 35. yıldönümünde, kitlelere iyi bir doping etkisi yapıyordu. Savaşta verilen insan kayıplarının ve uğranılan büyük maddî zararların, çekilen zahmetlerin boşa gitmediği mesajıyla kitleler mesrur oluyorlardı. (Ruhanî, o konuşmasında Yemen’in adını zikretmiyordu.

Çünkü, Yemen’de başlangıçta çok iyi gittiğini düşündükleri Husî güçleri, son zamanlarda Amerikan destekli Suûdî rejiminin saldırıları karşısında epeyce sıkıntılı duruma düşmüştü. Bu yüzden, İran’n stratejik yayınlarında, İran’ın Yemen’deki ‘Husî’lere yardım yaptığına dair iddialar reddediliyor ve o desteğin bir yakıştırma olduğu ve sadece psikolojik destekten bahsedilebileceği dile getiriliyordu. Tabiatiyle, eski Dışbakanlarından Ali Ekber Velayetî’nin, Husî’ler arasından oluşturulup, Ensarullah adı verilen güçlerin,  Lübnan’daki Hizbullah güçleri ile aynı olduğuna dair 8 ay öncelerde yaptığı açıklamalar hatırlanmıyordu..)

Ruhanî’nin topluma, nefsine itimad ve gurur şırınga eden konuşmasından iki hafta kadar sonra, İran kamuoyu, Huseyn Hemedanî isimli ünlü bir serdârının/ generalinin Suriye’nin Haleb şehri civarındaki çarpışmalarda hayatını kaybettiği haberiyle sarsılıyordu.. İşbu Serdâr Huseyn Hemedanî, İran- Irak Savaşı yıllarından beri İnkılab Muhafızları Ordusu’nun seçkin komutanlarından birisi olarak biliniyordu. Ve İran’ın Irak ve hele de Suriye operasyonlarındaki en ilginç isimlerinden birisi olarak sivrilen Qaasem Suleymanî’nin başyardımcısı idi ve Suriye’deki operasyonlarda da onun temsilcisi olarak bulunuyordu. 

Bu generalin cenazesi geçen hafta İran’da, büyük merasimlerle defnedildi, elbette ‘şehîd’ denilerek.. Ve dahası, (ismi, milletin yeniden kendine gelmesi mânâsına gelen)Ruyeş-i Millet’ adıyla yayınlanan bir dergide, ‘Serdâr Hemedanî’nin öldürüldüğü’ yazılınca, hakkında, niçin ‘şehîd şod’ (şehid oldu..) değil de, ‘kuşte şod..’ (öldürüldü) denildi gerekçesiyle soruşturma başlatıldı.

Çünkü, yukardaki en üst iradenin tartışılamaz ve mutlaka bir hikmete dayalı olduğuna inanılan siyasetinin acı sonuçları hakkında böylesine dolaylı bir eleştiri dahi yapılamazdı..

Nitekim,  bu ibarenin yazılması bile, ilginç bir dolaylı eleştiri sayılmalı ki, hemen üzerine gidildi.. Çünkü, böylelikle, ‘şehid olduğu’ mânâsındaki resmî görüşe aykırı bir cümle kurulmuş oluyordu, o ölüm haberi duyurulurken..

*

Ve şimdi, ulaşan haberlere göre, Hemedanî’nin öldürülmesinden sonra,  Qaasım Suleymanî, Lazkiye’ye yığılan ‘inkılab muhafızları ordusu’ndan binlercesinin başında, Beşşar rejimi muhaliflerine saldırmak için son hazırlıkları yapmakla meşgul..

Ve dört-beş ay kadar önce,  Irak’da, (Saddam’ın doğum yeri olan) Tikrit şehrini IŞİD savaşçılarından, yukarıdan Amerikan uçaklarının bombardıman desteğiyle, ve, İran’dan getirilen asker, pasdar ve milis güçleri eliyle geri alan Serdâr Suleymanî, şimdi de Suriye’de hem Amerika, hem de Rusya’nın ağır bombardımanlarının himayesinde muhaliflere bir ‘karşı saldırı’ hazırlığında..

Bu, aynı zamanda, ‘Biz olmasaydık, Beşşar rejimi iki günde çökerdi..’ diye yıllardır, onbinlerce savaşçısıyla Suriye’deki savaşın içinde, Baas rejimimin ve Beşşar Esed’in kanlı diktatörlüğünün bekçiliğini yapan Lübnan Hizbull.. Teşkilatı güçlerinin de artık yeterli olmadığının ve başarı sağlıyamadığının da  ilanı ve ilâmıdır.

‘Sionist İsrail rejimine karşı direniş cebhesinin merkez üssü’ olarak gördükleri Suriye’deki bu kanlı diktatörlüğü ayakta tutmak adına yıllardır  çarpışan ve yüzlerce-binlerce savaşçısını yitiren ve Lübnan’daki konumu da böylece epeyce zayıflayan bu teşkilatın savaştaki mantığının bir diğer  dayanağı da, IŞİD ve diğer Suriye’deki diğer güçlerin kendilerini ‘tekfir’ etmeleri, ‘kafir’ olarak nitelemeleri ve kendilerinin öldürülmelerini caiz bildikleri görüşü idi..

Ama, kendileri de aynı şeyi yapıyorlar ve kendilerinin de, Suriye rejimine muhalif olarak savaşan bütün diğer silahlı unsurların katlini caiz biliyorlardı, / biliyorlar.. 

Üstelik, Rusya da Esed rejimi muhalif olan bütün güçleri şimdi, geçmişte görülmeyen şekilde direkt ve en ağır bombardımanlarla ve Suriye’deki Lübnan Hizbull... ve de İran askerî güçlerinin verdikleri bilgilere göre bombardıman ediyorlar..

Amerikan emperyalizmi ise, Esed gidip de yerine savaşçı radikal unsurlar geleceğine, iktidarda kalışı dolayısiyle bize de minnettar kalacak bir Esed’in olması daha iyi... mantığıyla, duruma seyirci.. Ve kendilerinin aylardır süren ağır bombardımanlarına rağmen netice alamadıkları Suriye’de, Rusya’nın da netice alamıyacağı kanaatiyle, onların da yıpranmaları gibi bir hedefi de gözetliyor elbette..

*

Bu arada, ‘Nizâm’ın Maslahatını Belirleme Kurulu’ Genel Sekreteri ve -tekrarlayalım- ‘Pasdarlar Ordusu’nun İran-Irak Savaşı sırasındaki başkomutanı serdâr Muhsin Rızaî’nin, geçen hafta, Suriye’de en üst dereceli İranlı subay olarak Haleb civarında öldürülen Huseyn Hemedanî’yle ilgili olarak, onun ‘Allah yolunda şehîd’ olduğunu ifade ettiği ve -kendisinin yönetimindeki ve stratejik yorumlarıyla bilinen internet sitesi-, ‘tabnak’da 11 Ekim günü yayınlanan ve -‘Bizim için İran ve Suriye sınırı arasında bir fark yoktur.’ (Merz-i İran ve Suriye, beray’ı mâ, tefavut-i nedared..)  diye başlayan ve ‘Bizim vazifemiz, İslam’ı ve müslümanları savunmaktır..’ diye devam eden sözlerini nereye koymalı?

Yani, Beşşar Esed’i ve Baas rejimini korumayı kendileri için ‘İslam ve müslümanları savunmak’ olarak gören ve o yolda ölenleri de ‘şehîd’ olarak niteleyebilenleri, sahi nasıl anlamalıyız?

Hakezâ, yine aynı gün ve aynı internet sitesinde, 1981-1997 arasında İran’ın 16 yıl Dışbakanlığı’nı yapmış olan ve hâlen de İnkılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî’nin dışsiyaset başdanışmanı olarak vazife gören Ali Ekber Velayetî’nin, ‘Beşşar Esed, İran’ın kırmızı çizgisidir..’ (Beşşar Esed hatt-i qırmiz-i İran est..’  başlığıyla verilen konuşmasını ve ‘Batılı devletlerin de Beşşar’ın yerine koyabilecekleri başka birisi olmadığını’  belirtip, böylece kimlerle tam bir görüş birliği içinde oldukları, bunu kendi tercihlerinin muhkem delillerinden birisi olarak gösteren yaklaşımını da, sahi nasıl anlayacağız ve anlamalıyız?

Evet, tahammül edilmez bir hafiflik ve hattâ sığlık ve yanlışın, kutsama adına konuşulamazlığı tablosuyla karşı karşıyayız.. 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum