1. YAZARLAR

  2. Melih Altınok

  3. Atatürk vecizeleri eşliğinde bir Üç kuruşluk komedi kritiği
Melih Altınok

Melih Altınok

Yazarın Tüm Yazıları >

Atatürk vecizeleri eşliğinde bir Üç kuruşluk komedi kritiği

12 Ocak 2014 Pazar 08:19A+A-

CHP’li Yenimahalle Belediyesi’nin “İbadet ağaç altında da yapılır fakat tiyatro bina ister” düsturuyla açtığı Nazım Hikmet kültür Merkezi geçenlerde Müjdat Gezen’i ağırladı.

Kemal Kılıçdaroğlu, Ergenekon sanığı Haberal, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, Sözcü Temsilcisi Saygı Öztürk, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun, Gezen’i yalnız bırakmadılar. Müsamerenin mesajlarının körpe hafızalarına kazınması için, kaç okuldan kaç öğrencinin salonda hazır edildiği ise henüz açıklanmadı.

Ancak kuşkusuz gecenin en ağır topu, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’di. Elbette eşi Semra hanım da tüm çağdaşlığıyla yanındaydı.

Ne de güzeldi. Adeta bir daha “çalmıştı” Sam; tıpkı eski günlerdeki o “balolar” gibi.

Bugüne değin tek bir kez güldüğünü görmemiştik Sezer’in. Ancak yüzünün en en en asık olduğu zamanın, Orhan Pamuk’un sanat dünyamızın makûs talihini değiştirip Nobel’i aldığı güne denk geldiğini biliyorduk. Sezer bu kez, Gezen’in yüksek sanat eserine “katılışımından” duyduğu “erinci” gizleme gereği duymuyordu.

Nasıl gizlesindi ki, memleketin en komiğinin tak diye sahnelediği bu oyun, yargıdaki yeni bürokratik oligarşi ile siyasetin son düellosuna şak diye oturuyordu. Ve söz konusu “siyaset şeytanını taşlamaksa” bu kuşkusuz Sezer’in işiydi; kendisince, Başbakana Anayasa fırlatmalı MGK toplantısı, 2001.

Dolasıyla, “Zamanlaması manidar” bu ilkokul beşinci sınıf toplumsal gerçekçilik müsameresi fazlasıyla ilgiyi ve desteği hak ediyordu.

Gezen’in “Olmasaydın” isimli Kemalist kara ütopyası, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmadan İngilizler tarafından öldürülmesini ve yerine Vahdettin ile Damat Ferit’in geçmesini konu alıyordu.

Resmi ideolojinin “namazsız” gömdüğü “hain bir padişahın” karanlığı ile mavi gözleri, sarı saçları ve her şeyden çok o pırıl pırıl üniformasıyla yeniliğe yeni olduğu için âşık modernin “mücadelesi” sahnedeydi. Karanlık ile aydınlık, eski ile yeni... Ne var ki oyunun “mesajını” bugüne taşıyan “kişisi,” cumhuriyetin 90 yıl boyunca tepe tepe kullanacağı “satılmış siyasi” arketipinin en karakteristik örneği Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurucularından Damat Ferit Paşa’ydı.

Zira kısa hükümeti döneminde, Ermeni Tehciri için mahkemeler kurup, savaş suçlusu Boğazlayan kaymakamını idam ettiren, darbeci ittihatçıları tutuklatan Damat Feritler yine iktidardaydı. Üstelik yine, 10 yıl önce geldikleri gibi sandıkla da gitmiyorlardı.

Olmuyordu işte... Açık darbelere, muhtıralara, oluşturulan ekonomik krizlere rağmen olmuyordu da olmuyordu “Tanrım!”. Üstelik Atatürk’ün, yokluğunda bir hayat damarının kaybolacağını söylediği, ülkenin tıkanmış siyaset damarlarını kesip atmaya memur edilmiş bilumum sanat faaliyetine rağmen...

Oysa “kadro” da kalabalıktı. “Halbüsü” yine "Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz. Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız" diyen Atatürk’ün devriminin “zoru” da başarılmıştı. Atanma dönemi bitip sandık keşfedilince milletvekili bakan, hatta cumhurbaşkanı seçilemeyen bir sınıf, onca yazar, tiyatrocu, sinemacı ve mutlaka mizahçı ile kültür endüstrisini "emin"e almıştı.

İstisnalar hariç, bugüne değin bir film vizyona girmemişti ki, içinde avantasını düşünen, çok eşliğe meyilli, dini sinsice siyasete alet eden milletvekili, bakan, başbakan geçmesin. Ve yine o filmlerde doğruyu, adaleti, hakkı savunanın savcı, yargıç, kaymakam ya da en azından bir memur olmasın.Mevzu köy seyirlikse ve protokol daha düşük seviyedeyse de satılmış el mecbur seçilmiş muhtar olurdu. Ağayla birlik olan seçilmiş muhtar köylünün arazisine el koyduğunda ya da öküz yerine Davaro’yu sabana koştuğunda, at üstünde siyah çizmeleriyle bir cumhuriyet kaymakamının ışığıyla birlikte belirmesi işten bile değildi. Ki biz bilirdik, o kaymakam köy enstitülerinden gelirdi.

Sinemada, tiyatroda, romanda illa ki halkın karşısında beliren siyasetçinin mizah literatüründeki yeri de Zübük’ten öte değildi elbette. Seçilmiş başbakanların, bakanların asıldığı, işkencede gençlerin öldürüldüğü, fidanların asıldığı, koskoca bir halkın defalarca esir alındığı darbe dönemlerinde askeri sivil bürokrasiden esirgenen eleştirellik, siyasilere beleşti. Girin bakın bu komiklik literatürünün arşivlerine, görün atanmışlara dair karikatürlerdeki özeni ve seçilmişlerin gereksiz “taranmasını.”

Ondan sonra daha rahat anlarsınız, seçilmiş başbakanın ofisinin basılmaya çalışıldığı Beşiktaş yolunda sağlam tek bir pencere kalmamışken, duvarlardaki yüzlerce Atatürk resminden birinin bile camının çatlatılmamasına gösterilen ”özenden” mizah çıkartamayan komikliğin trajedisini... 5 yaşındaki çocuğu da 70 yaşındaki dedeyi de, iradesine yani seçilmişlerine küfrettirecek hale getiren akıl tutulmasının zavallılığını... Anketlerde, defalarca halkını esir almış askere güvenin zirvede, politika üretmemesi, çözüm bulmaması için eli silah zoruyla bağlanıp etkileştirildiği halde her türlü olumsuzluğun müsebbibi sayılan siyasetin ise yerlerde sürünmesinin hakkaniyetsizliğini...

Evet, biliyorum yurttan sesler korosunun o, yargının siyaset kanallarını tıkadığına bakmadan, “Hitlerin de parlamentosu vardı annem” ezgisini. Ama bir de Berlin’de sanatçılar vardı, değil mi? Faşizmin karanlığının yenilmesi için, eleştiri oklarını siyasete değil, askeri-sivil bürokrasiye yönelten sanatçılar... Sermayenin merkezdekini, kentlisini kayırıp, çevredekini, taşralısını yerin dibine sokmayan... “Bir banka açmanın yanında adam öldürmenin lafı mı” olur derken, yalnızca ülkedeki sosyal politikalara kaynak sağlayan devlet bankasını değil, City’lerdeki özel bankaları da kasteden Brechtler...Üç Kuruşluk Opera'larda yoksulluğu oluşturanların değil, yoksulların yanında yer alan...

Zor biliyorum, devletlünün eteğinin dibinde halkına, demokratik siyasete karşı muhalefetin cazibesine kapılmamak, mizahı siyasetçileri hayvana benzetmeye indirgemenin konforunu terk etmek. Ama hiç olmazsa deneyin, hem sizin için söylüyorum. Zira bu halk tıpkı sandıkta olduğu gibi, yanında duranları ihya eder, belki tirajlarınız da kıpırdar.

Atatürk’le başladık onunla bitirelim ve yine de kadirşinaslığı elden bırakmadan tekrar edelim:

“Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.”

TÜRKİYE

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum