1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Anti-İslamizm’ (İslam düşmanlığı) değil, bir ‘İslamofobia’ (İslam korku
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Anti-İslamizm’ (İslam düşmanlığı) değil, bir ‘İslamofobia’ (İslam korku

04 Aralık 2009 Cuma 20:01A+A-

[email protected]

Düşmanınızla savaşır, yener veya yenilir ve sonra da sulh/ barış andlaşması imzalar, uzlaşırsınız; eski duygularınızı bırakıp, dostluk kurabilirsiniz..

Ama, korkular içindeyseniz ve bunu iflah olmaz bir noktaya, bir paranoia’ya vardırdıysanız,

o zaman bunun çaresini psikiatri kliniklerinden, tımarhanelerden başka nerede arayabilirsiniz; ve de bulabilirseniz..

Bugün, Avrupa’da bazı kesimlerce hortlatılmaya çalışılan konu, ‘İslam düşmanlığı / İslam karşıtlığı / anti-İslamizm’ değil, bir ‘İslamofobia’ / İslam korkusu/dur; paranoia haline gelmiş bir korku..

Bu, anlaşmayla, uzlaşmayla veya savaşla bertaraf edilebilecek bir durum değildir; bir hekîm -doktor hazâkatiyle tedavi gerektirir.. Bir ruh hastalığıdır, ruhî bir tereddîdir..

*

Kapitalizmle komünizmden oluşan iki kutublu dünyanın birbirini altetmek için sergiledikleri ve 1945’lerden 1990’lara kadar uzanan nice sıcak savaşlar ve hele de Soğuk Savaş günleri, ne güzeldi!..

Kapitalist emperyalizm, komünist emperyalizmi safdışı etmek için İslam’dan da faydalanmaya çalışıyor ve özellikle de, Afganistandaki komünist darbe ve Sovyet komünist imparatorluğunun işgalini yenilgiye uğratmak için Afganistan’daki bütün direniş gruplarını yüreklendiriyor, silah veriyor, propaganda imkanı baita olmak üzere birçok imkanları sağlıyordu..

Afganistan’daki mücadele teşkilatlarının adı da, resmen, aslî şekliyle ‘mojaheed’/ ‘mucahid’ diye anılıyordu, kapitalist dünyanın medyasında..

Abdullah Azzâm’dan, (yüzmilyonlarca ve hattâ milyarlarca dolar serveti olduğu söylenen) Ûsâme bin Laden’e varıncaya kadar, özellikle de arab diyarlarından gelmiş olan, yani Afganistan coğrafyasından olmayan nice savaşçılar da baştâcı ediliyorlardı.. Çünkü hedef, komunist emperyalizmin yenilgiye uğratılmasıydı..

*

‘İslam karşıtlığı ve düşmanlığı’ndan ‘İslam korkusu’ merhalesine durup dururken gelinmedi..

Ama, komunizm yenilgiye uğratılınca..

Kapitalist emperyalizmi, yeni bir düşman bulamazsa, nasıl ayakta duracaktı?.

Kendi iç çelişkilerinin içinde kıvranıp durmayacak mıydı?

Nitekim, en çok da, Amerika Birleşik Devletleri’ni ‘Şeytan İmparatorluğu’ olarak niteleyen  Davidian Tarikatının eylemleri iç çatışmanın tehlikeli boyutlar kazanacağının göstergesiydi.. Bunun için de, bu grubun Los Angeles’da kendilerine mahsus yaşama tarzlarına uygun olarak oluşturdukjları bir mahalle1993’de bütünüyle yok edilmiş, onlarca kişi ölmüş ve amma bu konu, medyaya çok az  yansımıştı..

Bunu, Texas’daki bir yazlıkta 90 küsur  Davidian Tarikatı mensubunun alevler içinde canlı olarak, cayır cayır yanması takib etti..

O yangına hiçbir yardım ulaşmaması tuhaf karşılandı ve eleştiriler yükselince, konunun Amerikan Kongresi’nce oluşturulan bir komisyonca incelenmesi kararlaştırılınca..

İşin içinde Amerikan İç İstihbarat TeşkilatıFBI’ın parmağının olduğu anlaşıldı..

O yangın kasden çıkarılmış ve o tarikatın lider kadrosu bilinerek yok edilmişti..

Çünkü o tarikat, Amerikan tarzı yaşayış tarzına çok aykırı bir alternatif ve bir tehlike oluşturuyordu.. O halde henüz cenin halindeyken, oluşum halindeyken yok edilmeliydi..

Bill Clinton, rezaletin ortaya çıkmaması için, Amerikan Anayasası’nın Başkan’a verdiği yetkiyi kullandı ve o dosya, bir daha asla açılmamak üzere kapatıldı..

Ve arkasından, 1995’de Oklahoma City’deki Eyalet Valiliği binasına yönelik ve 170 kadar insanın  öldüğü ve B. Amerika’nın o zamana kadar gördüğü en büyük terör eylemi gerçekleşince..

Önce İran İslam Cumhuriyeti suçlandı ve amma, birkaç ay sonra, o terör  ve bombalama eyleminin faillerinden birisi yakalandı.. Bu kişi, Timothy McVeigh isimli bir kişi olup, Amerikan İmparatorluğu’nu Şeytan İmparatorluğu olarak Davidian Tarikatı üyesiydi..

Uzun süren bir yargılama süreci sonunda McVeigh  idâma mahkûm oldu ve 12 Haziran 2001 tarihinde gaz odasında ile öldürüldü..

Timothy McVeigh gaz odasına götürülürken, asıl hedefin o bombalamada ölenler olmadığını, onların o eylem sırasında tesadüfen orada bulunduklarının belirtip, o kurbanların yakınlarından özür diliyor ve Davidian Tarikatı’nın, Şeytan İmparatorluğu’yla savaşlarının kendisinin idâmından sonra da devam edeceğini söylüyordu..

Ve 3 ay sonra da, dünya tarihinin seyrini değiştiren o korkunç ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’ gerçekleşiyordu..

Ancak, Amerikan emperyalizminin ideolojik savaş planlama merkezleri, Amerikan iç güvenlik sistemine girmeden yapılması mümkün olmadığı anlaşılan o saldırıların içerdeki unsurlara maledilmesi halinde ortaya çıkacak tablonun daha bir karmaşık ve tehlikeli olacağını düşünerek, konuyu derhal dış bir tehlikenin üzerine atmanın en geçerli çare olacağına hükmetti ve Afganistan şartlarındaki insanların Amerikan iç güvenlik sistemine nasıl girmiş olabileceklerini bile tartıştırmadan, o korkunç saldırıları, Müslümanların üzerine attı..

*

Ve cinnet kapısı da öylece açıldı..

Soğuk Savaş’sız, kendi iç bünyesindeki rahatsızlıkların daha bir şiddetlenmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünen Amerikan emperyalizmi, böyle iç savaş ve benzeri sosyal çatışma tehlikelerinin arttığı zamanlarda hemen bütün dünyada başvurulan bir taktiği devreye soktu ve toplumun dikkatini bir dış tehlikeye ve dış düşmana çevirmek için, o saldırıların sorumluluğunu müslümanların omuzuna atıp, ‘anti-İslamizm/ İslam düşmalığı ve karşıtlığı’  ateşini tutuşturdu..

‘11 Eylûl Saldırıları’nın ilk şoku üzerine,  kapitalist Batı toplumlarında bir anda oluşturulan  yeni düşman’ı, İslam’ı yok etmek işin, önce Afganistan ve sonra da Irak’a saldırılmasının haklılığı gibi saçma gerekçeler kabul görüverdi..

*

Bu ‘anti- İslamizm/ İslam karşıtlığı ve düşmanlığı’ dalgasının dünyadaki yansımaları her yerde aynı olmadı..

Kapitalist emperyalizm, kendisini haklı ve de savunma halinde göstermek için propaganda yapmaya mecburdu.. İşte o demde, özellikle de Amerika’daki siyonist baskı gruplarının ve güç odaklarının tekelinde bulunan medya, bu düşmanlığı daha bir ateşlemekte büyük bir rol üstlendi. Ve o propagandaların, Avrupa kıt’asında bir heyula, bir gulyabanî, bir umacı heykeli dikmesi hiç de zor olmadı..

Çünkü İslam ve müslümanlar, Avrupa halklarının anonim kültüründeki ve sosyal hâfızalarındaki yerini ve kendilerini asırlarca uğraştıran ve korkutan bir güç odağı halinde Avrupa’nın güneybatı ucundaki Endülüs ile doğudaki Balkanlar ve Orta Avrupa’da yaklaşık 600 yıllık üstünlük veya varlığıyla koruyordu..

Ve Avrupa kamuoyu, bunun içindir ki, 1992-96 arasında Bosna’da savunmasız bir halkın korkunç bir soykırıma uğramasına, 250 bin insanın sırf müslüman oldukları için boğazlanmasına; milyonlarcasının da işkence, tecavüz ve sürgünlere uğramasına seyirci kalmıştı.. (Kasım-09’da vefat eden fransız düşünce adamlarından Claude Levi-Strauss, Bosna Trajedisi günlerinde dönemin fransız başbakanı Alain Jupé’yle görüştüğünü ve ona, bu faciaya seyirci kalınmasının kabul edilemezliğini söylediğini; Jupé’nin de kendisine katıldığını, ‘ve amma, Avrupa’nın ortasında bir İslam devletinin doğmasına seyirci kalamıyacaklarından dolayı o trajediye ilgisiz kaldıklarını’  ifade ettiğini belirtmişti..)

*

Yanlış olan, referandumun sonucundan da önce, temel insan hak ve özgürlüklerinin referanduma sunulması idi..

29 Kasım 09 günü İsviçre’de yapılan bir referandıumda. İsviçre’de müslüman mabedlerine, mescidlere minare yapılmasının yasaklanması konusu halkkoyuna sunulmuştu,  İsviçre Hristiyan Halk Partisi Başkanı Christophe Darbellayin çabalarıyla..  

Anketler, referandumun yüzde 51 civarında bir halkoyu ile reddedileceğini gösteriyordu..

Ama, sonuçlar hiç de öyle olmadı ve bu, 6-7 milyonluk ülkede halkın yüzde 57’sinin minarelerin yasaklanmasına (EVET) dediği anlaşıldı..

Bütün İsviçre’de 350 bin kadar müslüman yaşamakta ve 200 kadar küçük mescidler bulunmakta olup, sadece 4 mescidin minaresi vardır.. Yani, heryerde görülen bir sembol de değildi ve ayrıca oralardan dışarıya yansıyacak şekilde ezan da okunmuyordu.. Sadece, o mekanın bir mabed, bir mescîd olduğunun işaretini veriyordu..

Ayrıca, küçücük mescidlerin minareleri de 7-8 metreyi geçmiyen, kısa- kalın ve mimarî estetikten de yoksun bir görüntüde idi..

Modern, son derece gelişmiş toplumları bünyesinde taşıdığı kabul edilen Avrupa’da, İsviçre modernliğin, özgürlüğün, hoşgörünün, gelişmişliğin en ileri sembol ülkesi olarak biliniyordu..

(Türkiye’deki kemalist laik rejimin ideal edindiği ülkelerden birisi de İsviçre olup, Türk Medenî Kanunu,  İsviçre Medenî Kaunun’nun kelime kelime aynen tercümesinden ibarettir..) Şimdi aynı lider (Darbellay), bu yasağa Müslüman ve zahudi mezarlıklarının da dahil edilmesini ve (TC’deki kemalist laiklerden ilham almışçasına), kamu kuruluşlarında çalışan Müslüman kadınların başörtüsü takmasının yasaklanmasını istediklerini de dillendirmeye başladı.. Darbellay, çarşafîn ve Afgan usûlü örtünme şekli olan ‘burka’nın da yasaklanması yönündeki çalışmalarına devam ettiklerini’ sözlerine eklemekte..

İsviçre'de getirilen minare yasağına, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy de destek vermekte ve İsviçreliler gibi Fransızların da ‘ülkelerinin tabiî görüntüsünün değişmesini ve ülkelerinde  çarşaflı ve burkalı kadın görmek istemediklerini söylemekte ve daha sonra da ‘bunun İslam karşıtlığı olmadığını’  ileri sürmekte..

Mes’ele, müslümanların mâbedlerine/ mescidlerine bir minare eklemeleri veya müslüman insanların kendi inançlarına veya örflerine göre giyinmeleriyle değil; insanların temel hak ve özgürlükleriyle ilgilidir.. Müslümanlar veya başka dinden olan insanlar kendi mabedlerine neyi koyup koymayacaklarına veya hangi tip elbiseleri giyeceklerini kendi inançlarına ve  zevklerine göre ancak kendileri karar verebilirler..

En sefil hayat, başkalarının istediği şekilde yaşanan hayattır ve en katı tiranlık/ despotluk/ diktatörlük de, başkalarının kendi istek ve zevklerine göre olmasını istemektir..

Ama burada daha ilginç olan, bu sefil tahakküm anlayışının temelinde bir düşmanlıktan da öteye, giderek bir paranoia’ya dönüşen bir korkunun yer almasıdır..

Ve en zor tedavi edilen ruh hastalıklarından birisi paranoiadır..

Yabancı kitlelerle veya kültür, inanç ve âdetlerle karşılaşan her toplumda bir takım tepkilerin olması tabiîdir.. Müslüman toplumlarında da bu gibi yabancı işaret veya görüntülere tepki geliştirmeye çalışanlar olmuştur ve olur da; ama, bunların müslüman toplumunun tamamı veya ekseriyeti tarafından ve sosyal düzenlemelere dayanak teşkil edecek şekilde dile getirilmesi sözkonusu değildir.. Hele başka dinlerin inançlarına müdahale etmek ne kelime,  bir de bizim gibi inanmayan insanların inancına müdahale edilmemesi ve bir inancın başkasına zorla kabul ettirilemiyeceği hususu, İslamî bir genel kuraldır ve vasatî bir müslüman bile bu idrake sahibdir.. Hele, -istisnaları varsa, o da İslam’dan değil, câhilâne ugulamalardan kaynaklanan ve amma- başka dinlerin mabedlerine saygısızlık yapmamak, tarih boyunca müslümanların genelde riayet ettikleri ve inançlarından imbikledikleri bir davranış şeklidir..

Avrupa’nın en ileri toplumu diye şişirilen İsviçre halkı ise, ekseriyet itibariyle nasıl kör bir taasssub ve korku içinde olduğunu ortaya koymuştur.. 

Hele de, bir takım rahatsızlıkları umûmîleştirmeye çalışan ve bunu, temel insan hak ve özgürlüklerini kaale almaksızın, ileri toplum iddialarıyla referandumda kabul eden bir halk, nasıl dehşetli bir korkuya giriftar olduğunu sergilemiştir.. Bu referandumla ortaya çıkan facia, bütün bir toplumun, bir paranoia pençesine düşmüş olmasıdır..

Burada asıl sorumluluk yine biz müslümanlara düşmektedir.. Bu hasta topluma acıyalım ve onların mübtelâ oldukları bu paranoia’yı, bu onulmaz korkuları atlatabilmeleri ve şifa bulmaları için yardımcı olmaya çalışalım.. Onlara kin, nefret ve öfkeyle değil; acıyarak ve merhamet duygusuyla yaklaşalım.. Çünkü onlar bilmiyorlar..

İsviçre toplumunun bugün pençesine düştüğü bu ruh hastalığının, bütün dünyayı tehdid eden ‘domuz gribiepidemi ya da pandemisinden daha az tehlikeli olmadığını düşünelim..

Hatırlıyalım ki, henüz 7-8 yıl öncelerde de almanya^nın Bavyera eşaletinin İşişleri Bakanı ve Alman siyasetinin o dönemdeki etkin isimlerinden Günter Beckstein da, ‘leit-kultur/ yönlendirici kültür’ görüşünü ortaya attığında, buna açıklık getirmek için, ‘leit- kultur, yani Bavyera’da minareli câmi olmaması demektir..’ demişti..

Yani, bugün İsviçre’de karşımıza çıkan minare ve mescid mes’elesinin ve temelde İslamofobi’nin kökleri Almanya’da da vardı..

Şimdi, Avrupa toplumlarının bünyesinde potansiel olarak daima var olan bu hastalığa nasıl yaklaşmak gerektiği hesab olunurken, mes’eleye sadece müslüman zenginlerin ve müslüman toplumların devletlerinin meşhur  İsviçre bankalarındaki paralarını çekerek onlara hadlerini bildirmek gibi yaklaşım ve teklifler  ilk planda cazib gözükse bile, o zenginlerin ve o devletlerin, daha baştan, o zenginlikleri, o  dev servetleri oralara yatırırken bir İslamî hassasiyetinin olmadığı ortadadır ve böyle bir tablo ortaya çıkınca onların ‘kasalarının vatanı’na küsmeyeceklerı de tahmin edilmelidir..

Avrupa toplumlarının herbirisine bulaşması muhtemel olan bu ruhî / psikiatrik domuz gribi virüsünün etkisinin kırılabilmesi için. Çaremiz ve o toplumlara sunacağımız aşının adı, yine İslam ahlâk ve adâletidir.. Ve o hasta toplumlara acıyıp merhametle yaklaşmak, öfkeyle yaklaşmaktan daha etkili olabilir..

Biz kendimiz bu ahlâk, adâlet ve merhametle ne kadar donanımlı olursak, bu ırkçı, faşizm karışımı İslamofobia paranoiası’nın tedavisi de o kadar ihtimal dâhiline girer..

YAZIYA YORUM KAT

14 Yorum