1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Zamanın ruhuyla çelişen Çin
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Zamanın ruhuyla çelişen Çin

22 Temmuz 2009 Çarşamba 10:19A+A-

Doğu Türkistan'daki kanlı olaylar yaşanma sürecinde dünya kamuoyunun bilgisine intikal etti. Hayatlarında Urumçi diye bir şehrin varlığından habersiz insanlar, o şehrin sokaklarındaki eli sopalı, kürekli, demir çubuklu Çinli grupların Uygur avına şahit oldular.

Bir köşeye sıkıştırılmış Uygurların bu öfkeli, gözü dönmüş kalabalıklarca linç edilmelerini gördüler. Doğu Türkistan, Çin resmi literatüründeki adıyla Şincan, dünyanın en içine kapalı, daha doğrusu içine kapanmaya mecbur bırakılmış bölgelerindendi. Ama öyle anlaşılıyor ki modern zamanlarda hiçbir bölge, hiçbir nedenle bütünüyle karanlıkta tutulamaz, oralarda ne olup bittiği insanlığın gözlerinden saklanamaz.

Bunun elbette iki nedeni var: Birincisi kitle iletişim araçları. Onlar hakkında eleştiri mahiyetinde ne söylersek söyleyelim, hakkını teslim edeceğimiz en temel özellikleri bütün insanlığın gözü kulağı olmaları. Belki kimi zaman medyanın, "neyi görmemiz gerektiği" konusunda ideolojiden, egemenlik ilişkilerinden kaynaklanan kendine has bir kastı oluyor. Kimi zaman devreye yönlendirmeler giriyor. Fakat haberlerin, görüntülerin içeriğine dair ne tür yorumlar, tartışmalar yaparsak yapalım, nihayetinde onlar sayesinde dünyada artık karartılmış bölge kalmadı. Bu mühim. İkinci neden ise küreselleşmeyle ilgili. Küreselleşme emek hariç, malı ve mali sistemi küresel hale getirdi. Her yer üstü açık pazar oldu. Bu ortamda ticaretin, tüccarın, paranın girdiği her yere bir parça elbette insanın gözü, vicdanı da giriyor. Hem ekonomik düzenin itibarıyla dünyaya açılacaksın hem de kimi bölgelerini siyasi kararlarla temerküz kamplarına çevireceksin. Bu mümkün değil.

MEDYA VE KÜRESELLEŞMENİN DEĞİŞTİRDİKLERİ

Daha yirmi otuz sene önce Sovyetler Birliği, Çin gibi ülkelerde hayatın nasıl aktığı hakkında sınırın diğer tarafına doğru dürüst bilgi gelmezdi. Uluslararası yarışmalara katılan Doğu Bloku sporcuları bile bu bilinmezlikten nasiplenirler, sırlarla sınırın bu tarafına gelip yine sırlarla dönerlerdi. Arada "özgür dünyaya" kaçan kimileri orada yaşananlara dair iç karartıcı hikâyeler anlatırlardı. Ancak bunun ne kadarı gerçekti ne kadarı kaçma gerekçesini daha ikna edici hale getirmeye dönük tezyinattı, kolaylıkla ayırt etmek mümkün değildi. "Özgür dünya" da zaten hikâyelerin daha baştan çıkartıcı olmasını beklerdi. Bunun mukabilinin Doğu Bloku'nda yaşandığı muhakkaktı. "Özgür dünya"yı seçen mülteciler "beyinleri kapitalizmin kirli fikirleriyle bulanmış, satılık" insanlardı. Onlar halkların temiz ideallerine ihanet etmiş hainlerdi. Aradaki aşılmaz sınırların ardındaki dünyaların ideolojik bir rekabet içinde bulundukları hallerde, karşılıklı bilgilerin gerçekliğinden ve tutarlılığından şüphe etmek için çok sebep vardır. Şunu söyleyebiliriz: Batı dünyası prensipte çoğulculuğu benimsediği, muhalefete iktidar olma hakkını tanıdığı halde, Doğu Bloku'nda muhalefet hayal edilemezdi. Hakikati temsil eden yönetime muhalefet "akıl işi" sayılmaz, buna kalkışanlar önce psikiyatri servislerine sonra da hapishanelere gönderilirdi. Kitlesel olaylar en sert şekilde bastırılırken, birinci elden şahitler dışında olanları kimsenin ruhu bile duymazdı. Çünkü ayaklananlar "muhalif" değil "günahkâr"dılar ve her türlü cezaya müstahaktılar. Bugün, Fukuyama'nın dediği gibi "tarihin sonu"nda değiliz. Sınırlar esnedi, ülkeler birbirlerine yaklaştı ama hâlâ önemli farklar mevcut. Bu yakınlaşmanın doğmasında, farkların daha nesnel muhakemesinin sağlanmasında başka birçok sebebin yanı sıra, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi medya söz sahibi. Böylelikle, iktidar muhalefet ilişkileri daha insani bir bağlamda şekillenirken, hukuki bir kavram olan "evrensel insan hakları" her yerde gerçekliğe taşınması bakımından medyadan güçlü bir destek alıyor.

Bugün Doğu Türkistan'da neler oldu, henüz bunun tüm bilgisine sahip değiliz. Bu bilgi öyle kolaylıkla elde edilemez. Kitlesel olayların arkasında yüklü bir tarih, derinlere yerleşen birikimler, siyasetler vardır. Ancak kabaca, egemen olduğu coğrafyada "ötekilere" karşı bir kolonyal siyaseti sürdüren, politikalarını sertlikle pratiğe taşıyan Çin yönetim anlayışını biliyoruz. Zaman zaman da "ötekiler" bu baskı politikalarına karşı direniyorlar, protestolarda bulunuyorlar. Doğu Türkistan tek örnek değil. Daha önce de Tibet'te benzeri sahneleri görmüştük. Her ne olursa olsun ortaya bu kadar kanın dökülmesi, kitlesel kıyımların yaşanması sürdürülen politikaların başarısızlığının kanıtı. Belli ki yönetim aklı yanlış bir okuma içinde.

Malum, yönetim aklı dediğimiz nitelik her türlü veriyi nesnellik bağlamında birleştirerek oradan "herkesin çıkarına" politikalar üretmez. Tercihleri, beklentileri, menfaat hesapları, bakışını çarpıtan "ideolojileri" vardır. Çin, her ne kadar son dönemde piyasa aklına yaklaşırken ideolojik geleneğini paranteze almayı öğrendiyse de bunu sadece belli alanlarda, kategorik bir şekilde yapıyor. Dinin bir dublikasyonu gibi insanlara, yöneticilere nüfuz etmiş, mesafeli her bakışın bir günah duygusunu peşinden çağırdığı kutsal ideoloji halen hükmünü sürdürüyor. Küresel ekonomiyle canlı bağlar içindeki Çin merkezi pratiğin, buraya henüz eklemlenme sürecinde olan çevre ise ideolojinin etkisi altında. Urumçi bu ayrımda çevreye düşüyor. Bu sınıfta yer almak, bir tarafıyla yönetimi daha ideolojik politikalar uygulamaya sevk ederken, diğer yandan orada yaşayan insanları daha geleneksel bir dünyanın ve o dünyaya ait dayanışma değerlerinin tarafları haline getiriyor. Bölgenin yakın tarihini takip edenler, Urumçi'deki olayların benzerlerinin kırsal bölgelerde de yaşandığını, ancak zayıf iletişim sebebiyle dünya kamuoyunun gündemine giremediğini söylüyorlar. Olaylar temelde aynı mahiyette, ama onları farklılaştıran yeni bir unsur olarak artık medya devrede.

KRALIN ÇIPLAK OLDUĞUNU KİM SÖYLEYECEK?

Medyanın yayınları Urumçi olaylarını dünya gündemine taşırken bunların nasıl anlaşılması gerektiğine yönelik bağlamı da değiştiriyorlar. Artık bağlam sadece Çin yönetiminin öncelikleriyle şekillenmiyor, başkalarının bakışı, ne dedikleri, ne düşündükleri de devreye giriyor. Medyanın Çin yönetiminin bundan sonraki politikaları için de bir etkisi söz konusu. Kapalı kapılar ardında serbestçe davranamayacağını bilen Çin siyasi elitleri, buradan daha kucaklayıcı, Uygurların haklarını ve taleplerini dikkate alan politikalar geliştirebilir. Bu da barışa hizmet eder.

Bölgeden gelmekte olan haberler, Çin yönetiminin bu yeni durumu yeterince kavramadığını, "kırsal bölge"lerin aklıyla yola devam etmek istediğini gösteriyor. Yüz doksan altı Uygur Türk'ünün kurşuna dizildiği haberi doğruysa bu bir felaket. Sadece Uygurlar için değil Çin için de. Bu mukabele, sivil saldırganlarla rekabet içindeki bir devlet gücünü akla getiriyor. Onlardan daha fazla kan dökerek düzen sağlama işi bir ortaçağ yöntemi. Küreselleşmenin ve iletişimin yenidünyasına adapte olmayıp geleneksel yönetim anlayışını sürdürmeye çalışanların ayakta kalması zor. Ekonomide liberalleşirken siyasette ideolojik vesayeti sürdüreceksin, ortaçağlaşacaksın, bu daha da zor. Zamanın ruhu kendisine ayak uyduramayanları tasfiye ediyor. İbni Haldun'dan Machiavelli'ye Montesquieu'ye kadar birçok düşünüre ilham veren "döngüsel tarih" anlayışının arkasında iktidarların adaptasyon zorluğu yatmıyor mu? Maalesef bazen "çıplak gerçek" görülemiyor. Masaldaki gibi, Çinli yöneticilere "kralın çıplak olduğunu" söyleyecek çevreler yok mu acaba?

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum