1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ABD, İran’ı Türkiye ve Suûdî ile savaştırmanın entrikalarında..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

ABD, İran’ı Türkiye ve Suûdî ile savaştırmanın entrikalarında..

17 Ekim 2011 Pazartesi 22:53A+A-

[email protected]

9 Ağustos günü yayımlanan‚ ’Suriye Yangını, İran ve Türkiye’yi de karşı karşıya getirir mi?’  başlıklı ve ’öyle bir durumun hiç bir zaman gerçekleşmemesi’ temennimi de taşıyan yazım üzerine, bazıları, öyle bir ihtimali gündeme getirmenin altında bile bir özel mâna aramaya kalkışmıştı, şu veya bu ülkenin tarafdarlığı adına..

Devletler ayrı hedefleri, ayrı stratejileri ve tabiatiyle ayrı maslahat ve menfatleri temsil ederler.. Aralarında sürekli dostluklar ve düşmanlıklar olmaz.. Hele de komşu durumunda iseler, bu, daha bir böyledir.. Gerçi, bugün coğrafî uzaklıkların da bir etkisi yok.. Böyle olunca da, herhangi bir hedef, ideal veya menfaat karsışında farklı tavır takınan en uzaktaki ülkelerle bile dost veya düşman olunabilmekte.. Hattâ, coğrafî uzaklık hasebiyle, askerî açıdan karşı karşıya gelmeleri eskiden sözedilemiyecek olan ülkeler, bugün yüzlerce- binlerce km. menzilli füzelerle, kendilerine düşman bildikleri ülkeleri vurabilmekteler..

Bu bakımdan, son zamanda giderek gerdirilmeye çalışılan İran- Türkiye ilişkilerine sadece temenniler ve inanç değerlerimiz açısından değil, bunların ötesinde, reel-politik mecburiyetler açısından da bakmak gerekir..

*

’1639’dan beri savaşmayan iki komşu ülke’ klişesindoen öteye geçmek..

Tarihe baktığımızda.. İran- Osmanlı (ve bugün, Türkiye) ilişkilerinde genel olarak, klişeleşmiş bir sözü tekrarlar durur ve; ’1639’dan, Qasr-ı Şirin Andlaşması’ndan bu yana, bu iki ülke ve devlet, birçok alanda bir sıkıntılarla, sürtüşmelerle karşılaşmışlar ise de, askerî olarak karşı karşıya gelmemişlerdir..’ deriz..

Bu tarz beyanlar, biraz da, bu iki komşu ülkenin, bir takım sıkıntılara rağmen, savaşmalarının her iki ülke için de yıkımdan başka birşey getirmeyeceği ve böyle bir savaştan asıl faydalananın emperyalist güçler olacağı görüşünün doğruluk derecesinden de gelmektedir..

Ama, maslahatı gözetleyen bu tarz yorumlar, gerçeği ne kadar yansıtmaktadır?

Tekrarlıyalım ki, ’bu Qasr-ı Şirin Andlaşması’ndan sonra hiç savaş olmamıştır’   iddiası, bir yakıştırmadan ibarettir.. Çünkü, 1639’dan sonra, askerî olarak da  pek çok kere karşı karşıya gelinmiştir ve hem de öyle küçük çaplı askerî karşılaşmalar değil, ciddî savaşlar halinde..

Bunlardan en önemlilerine değinmek gerekirse..

1724’de İstanbul’da Rusya ile Osmanlı arasında imzalanan bir anlaşmayla, masada İran olmadığı halde, yani İran’ın gıybetinde, İran taksim olunmuştur!. Bunun için de o anlaşmaya ’İran Muqâsemenâmesi / (İran’ın taksimi) Anlaşması’ denilmiştir..

Şöyle ki, İran, Kafkaslar’ın kuzeyinde, taa Dağıstan bölgesine kadar olan bölgeleri elinde bulunduruyordu ve Çar Petro zamanında Rus orduları, Kafkaslar’a inerek Derbent ve Batum’u işgal etti. Sonra da Bakü’yü ele geçirdi..

İran o sırada, doğuda Afganistan’la da savaş halinde olduğundan zor duruma düştü..

İran’ın bütünüyle Rusya’nın eline geçmesinden endişe eden Osmanlı da İran topraklarına girdi.. Kermanşah, Khoy ve Kafkasya’yı kontrolü altına aldı..  Osmanlı, Gence, Karabağ, ve Tebriz’i; ayrıca, 4. Murad zamanında İran’dan alınan, ama sonra tekrar İran eline geçmiş olan Revan (Erivan)’ı da tekrar almak istiyordu..

İşte o şartlar altında, Fransa’nın tekrar arabuluculuğu ile bir araya gelen Rusya ve Osmanlı, İran’ın iki devlet arasında paylaşılmasını kararlaştırıldı.. 

Ve III. Ahmed öneminde, 1724 tarihinde, İstanbul’da (İran Muqasemenâmesi) imzalandı.. Bu andlaşmaya göre Ruslar, Dağıstan ve Hazar kıyılarını; Osmanlılar da, İran’ın batı illerini, Gence, Karabağ, Revan ve Tebriz’i alıyorlardı..

Bu anlaşma ile, Osmanlı Devleti, Rusya’yla ilk kez ittifak yapıyordu..

İki taraf da paylarına düşen bölgelere yerleşmeye başladı.. Ama, sünnîlerin yaşadığı bölgelerin Ruslara bırakılıp, şiîlerin yaşadığı bölgelerin Osmanlı tarafından alınması sadrâzamın siyaset bilmezliğine verildi.. O sırada İran’da, Şah Huseyn’in yerine geçen Şah Tahmasb  o anlaşmayı kabul etmediğini açıklayıp, her iki devletle de savaşa girişti. İranlılar birtakım topraklarını geri aldılar.

Osmanlı ordusunun savaşa çıkmasını isteyenlere, Lâle Devri’nin sadrâzamı olarak ün yapan Nevşehirli Damad İbrahim Paşa karşı duruyor, öyle bir savaşa yaklaşmıyordu.

O dönemin ünlü şairi Nedîm’in,

’Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl-u bahâ’dır,
Bir sengine yekpâre acem mülkü fedâdır..’

(Bu İstanbul, kıymeti ölçülemiyecek benzersiz bir şehirdir.. / Bütün bir İran ülkesi onun bir tek taşına değmez..) dediği dönemler..

Bu durum 1730- Patronu Halil İsyanı’nı getirdi beraberinde..  III. Ahmed tahtan indirildi, yerine I. Mahmûd geçti. Yapılan savaşlar sonunda Tebriz ve Hemedan Osmanlılarca geri alındı.. İran barış istemek zorunda kaldı.

İmzalanan bir andlaşmaya göre;

1- Genci, Tiflis, Dağıstan Osmanlı’da kalacak,

2- Tebriz, Kermanşah, Hemedan İran’a iade edilecek idi..

Bu andlaşma İran halkını memnun etmedi. İran Şahı Tahmasb’ın yerine geçen Nâdir Şah andlaşmayı tanımadığını ilan ve güçlü bir orduyla Bağdad’ı işgal etti, ama, sonra geri çekildi. Birçok zaferler kazanan Nâdir Şah, savaşta durması gereken bir yer olduğunu düşünüp,  bir kaza ile, o zaferlerine gölge düşürmemek için eski sınırlarda anlaşılabileceğini ilân etti. Rusya ve Avusturya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti bu teklifi kabul etti. ’II. Qasr-ı Şirin’ diye de anılan  ’1746- Kerden Antlaşması’ ile, 1639- Qasr-ı Şirin Andlaşması’ndaki sınırlara geri dönüldü.

Bu kadar da değil.. 

Rusya karşısında ağır bir yenilgi alan ve 1813’de -İran’ın sosyal bünyesi için de hiç bir yenilginin yapmadığı derecede ağır bir sosyal travma mesâbesindeki- Gulistan Andlaşması’nı imzalamak zorunda kalan İran;  bir de, Bağdad ve (İran ve bugünkü Irak ve Türkiye sınırları arasındaki Kürdistan sınırları içinde olan) Şehr-i Zûr mıntıkasında meydana gelen huzursuzluklarda dahli olduğu suçlamasına mâruz kaldı ve  II. Mahmûd, 1820’de İran’a savaş açtı..

Ama, İran ordusu beklenmedik başarılar göstererek Erzurum ve Diyarbekr’e dayandı..  Ne var ki, savaşta oldukça zayıf durumda olan Osmanlı’nın imdadına bir salgın hastalık yetişti.. İran ordusunda başgösteren ağır bir kolera salgını üzerine,  Fethî Ali Şah, barış istemek zorunda kaldı ve 1823- Erzurum Andlaşması yapıldı ve İran aldığı her yeri geri verdi..

Demek oluyor ki, 1639’dan beri, 370 yılı aşkın bir zamandır savaşmayan iki komşu ülke şeklindeki klişe hiç de doğru olmayıp, bu iddianın gerçekliğini araştırmak bile istemeyiz..

*

Bu hatırlayışlardan sonra..

Şimdi, Türkiye ile İran’ı yeniden karşı karşıya getirmek isteyen uluslararası şeytanî güçler ve bunların başında da Amerikan emperyalizminin bulunduğunu unutmaksızın.. Ve 370 yıldır savaşmamış iki ülke klişesine de fazla bel bağlamaksızın, konuya soğukkanlılıkla bakmak gerekir..

*

Ve bugün,  iki zıd stratejiye dayanan iki komşu ülke..

Açıktır ki, tarih sadece geçmişe aid bir hadiseler yumağı olmayıp, bugün ve yarınlarımızı da şekillendirmekte etkilidir ve coğrafyalar da, kaçınılmaz olarak, farklı stratejilerin dayanak noktaları olabilir..

Elbette ki, İran ve Osmanlı (ve bügün Türkiye), tarihte farklı sosyal dinamiklere sahib oldukları gibi bu gün de, farklı temellere dayanmaktadırlar..

Geçmişte; İran, asırlarca Şahlık’la yönetilen bir tarihî arka-plana ve kültürel birikime sahib idi.. Ama, bu ülke son 32 senedir, müslüman halk kitlelerinin milyonlar halinde qıyâm etmesiyle gerçekleşen ve Şahlık sistemini tarihin çöplüğüne fırlatan bir büyük sosyal inqılab yaşamış olup, bugün genel düzenlemesini şiî-İslam yorumuna göre hazırlanmış olan bir anayasa çerçevesinde ve İslam Cumhuriyeti diye anılan bir yönetim tarzıyla yönetilmektedir..

Osmanlı Devleti ise, gecmişte, sunnî-hanefî İslam yorumunu esas alarak, İslam tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü  büyük bir gücünü temsil ederken; onun enkazı üzerinde yükselen yığınla devletten birisi olan TC. sistemi ise, katı bir laik-materyalist- kemalist- jakoben / tepeden inmeci bir yönetim tarzı ile yönetilmektedir, 80 küsur yıl boyunca.. Ve bu 88 yılın sadece son 8-9 yılında ise, bugünkü Hükûmet, yeni bir siyaset oluşturmak ve Türkiye’yi tarihî ve kültürel temellerine döndürmek yolunda -en azından- bu zamana kadar  görülmemiş şekilde uzun soluklu adımlar atmakta..

Bu da ister istemez, tarih boyunca birbirini hep gözetlemiş, kollamış ve diğer tarafın daha fazla güçlenmesinin, kendisinin aleyhine olacağı endişesini taşımış olan komşu ülkeleri ve özellikle de İran ve Türkiye’yi birbirine karşı temkinli bir duruma getirmektedir..

Nitekim, bunu son Suriye Buhranı’nda da gördük..

Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Libya’daki halk ayaklanmalarını ’inqılabçı eylemler’ olarak alkışlamış, desteklemiş olan İran, aynı halk hareketleri ve kanlı çatışmalar Suriye’de de sahnelenince, Suriye’deki muhalifleri emperyalizmin oyununa gelmiş, kandırılmış ve siyonist İsrail rejiminin önünün açılmasına daha bir hizmet eden kitleler olarak suçlamış ve dahası, Türkiye’nin, Suriye’deki 40 yıllık Esed Hanedanı rejimine yaptığı tavsiyelere kulak asılmadığını görmesi ve muhalif protestocu kitleler ve şehirler üzerine bombardımanlar yapılması üzerine, bu duruma şiddetle karşı çıkması da; İran’ı Türkiye’ye karşı dolaylı sert eleştiriler yöneltmeye sevketmiştir. Diplomatik ve siyasî beyanlarda her ne kadar daha temkinli ifadeler kullanılsa bile, hele de İran medyasında yer alan ağır eleştiriler bu zıdlaşmanın giderek netleşmekte olan emareleridir..  Laik TC medyasında İran üzerine yazılanlar ise, 30 küsur yıldır söylenenlerden de zâten bilinmekktedir.. 

İran’ın bu siyasetinin mezhebî kaygılar olduğu söylense de, o iddialar pek tutarlı gözükmemekte.. Ama, stratejik ve jeo-politik gerekçeler daha tutarlı olduğu görülmekte..

Nitekim, bugün Afganistan’ın batı sınırlarından taa Akdeniz’e kadar uzanan İran- Irak- Suriye uzanan kalın bir coğrafî şerit, ilk planda, Türkiye’nin ’Yeni Osmanlıcılık’ denilen hedeflerine veya hayallerine karşı bir sed çekme hareketi olarak da değerlendirilmektedir.. Çünkü, bu coğrafî sed ile, -90 yıl öncesine kadar- 400 yıl birlikte yaşamış olan Arab diyarları ve Kuzey Afrika ile Türkiye arasında bir coğrafî engel oluşturulmaktadır..

*

Türkiye’nin, 200 yıldır Batı’cı siyasetin, ve 60 yıla yakın  zamandır da NATO’nun pençesinde olduğu unutulmamalı..

Türkiye’nin, yaklaşık 200 yıldır Batı’cı bir siyaset izlemesi ve 60 yıla yakın zamandır da, kapitalist emperyalizmin vurucu gücü olan NATO’da USA’dan sonraki en büyük orduyla, Batı dünyasının menfaatlerinin bekçiliğini Ortadoğu’da da sürdürdüğü ortadadır.. Ve bu durumdan kurtulmanın da ancak inqılab çapında bir kararlılıkla mümkün olacağı açıktır..

Bu bakımdan, Türkiye, bir taraftan siyonist İsrail rejimiyle münasebetlerini en düşük duruma getirmeye çalışırken, diğer taraftan da, müttefik olduğu NATO dünyasına, ’endişe etmeyiniz, sizden uzaklaşmıyoruz..’  mesajı verircesine, İran’a karşı kurulan NATO- Füze Kalkanı Sistemi’nin radarlarının Türkiye’ye yerleştirilmesini kabul ettiğini açıklaması, İran’ı tabiatiyle kızdırmış ve İran’da İnqılab Rehberi sıfatıyla, bu ülkenin en üst karar merciini temsil eden Âyetullah Seyyid Ali Khameneî’nin konuşmalarının genel çerçevesi içinde, diğer bütün yetkililer de, Amerika ve müttefiklerinin ve de siyonist rejim (İsrail)’in tepesine İran füzelerinin gerektiğinde inebileceğini ifade etmeye daha bir ağırlık vermişlerdir.

Gerçi, Ahmed Davudoğlu, İran’a yönelik herhangi bir saldırıya Türkiye toprakları üzerinden asla izin vermiyeceklerini açıkça belirtmektedir, ama, bunun bir sözden öteye bir mâna ifade etmiyeceği de açıktır.. Çünkü, 1991’deki B. Amerika- Irak Savaşı sırasında da, Türkiye’nin öyle bir izni yoktu; ama, Adana- İncirlik’ten kalkan yüzlerce savaş uçağının ’eğitim uçuşu’ adı altında havalanıp, Irak’ın muhtelif noktalarına binlerce ton bombaları atıp, 8-10 saat sonra üslerine geri döndükleri ve şeklen Türkiye’nin izni dışına çıkmadıkları şeklindeki uygulamalar da kimse için gizli değildir..

Bu gibi, şeklen izin dışına çıkılmayan saldırıların yarınlarda İran için de tekrarlanabileceğini tahmin etmek zor değildir..

*

Obama da bir gün, ikinci bir Colin Powell konumuna düşebilir..

İşte böyle bir durumda, Amerikan emperyalizmi, birden bire, bizzat Amerikan Başkanı Obama’nın ağzından, Suûdî rejiminin Washington’daki büyükelçisinin İran’lılarca öldürülmek istendiğine dair bir açıklamayı yapınca, dünya kamuoyunun dikkati buh aber etrafında toplandı..

Obama, ’bu suikasd teşebbüsüne dair, elimizde kesin deliller olmasaydı, bunu açıklamazdık.’ demekte ve iddiasını bu şekilde güçlendirmeye çalışmaktadır..

Ama, hatırlayalım ki, 2003- Irak / Amerika Savaşı öncesinde de, Irak’da nükleer  reaktörlerin resimlerini o zamanki Amerikan Dışbakanı Colin Powell  BM. Güvenlik Konseyi’nden dünyaya gösterdiğinde, dünya şaşakalmıştı..

Ama, daha sonra, bu fotoğrafların Amerikan Başkanı Bush’a, İng. Başbakanı Tony Blair tarafından verildiği anlaşıldı.. Blair’in ise o fotoğrafları, o tarihten 15 sene kadar öncelere aid bir akademik çalışmadan arakladığı, sözkonusu çalışmayı yapan akademisyen tarafından ortaya konuluvermişti..

Durum ortaya çıkınca, Colin Powell istifa etmiş ve ’kendimin ve dünyanın kandırılmasına âlet oldum, bu utancı ömrünün sonuna kadar taşıyacağım..’ diyecek kadar olsun, bir pişmanlık duygusunu izhar edebilmişti..

Şimdi de, Obama’nın başta türlü kullanılmak istenmediğine kim garanti verebilir?

Kaldı ki, böyle bir iddia doğru ise.. Amerika’da 3 milyon kadar İran vatandaşı’nın yaşadığı düşünülürse, bazı İranlılar böyle bir teşebbüste bulunmuş veya kullanılmış olamazlar mı?

Ama, Washington’daki Suûd Büyükelçisi, Kral Abdullah’ın ve Amerikan Yönetimi’nin nezdinde ne kadar önemli ve muteber kişi sayılırsa sayılsın, İran gibi bir büyük ve güçlü devletin, menfaat ve siyasetlerini böylesine küçük ve uluslararası hukuk açısından da çılgınlık olarak nitelenebilecek küçücük eylemlerle temin etmeye çalıştığını varsaymak bile, akla ziyan sayılabilir..

Nitekim, İran makamları bu iddiaları bir ’Holywood showu’, ve ’komik bir senaryo’ olarak nitelemekten geri durmadılar ve belgeleri bizzat görmek istediklerini açıkladılar ve dahası, Batı medyası da, bu iddiayı ciddîye almadı..

Bu cümleden olmak üzere, İran’da İnqılab Rehberi Khameneî, ’Batı’nın uluslararası alanda “İran fobisi” oluşturmaya çalıştığını, ancak “bu etkisiz ve aptalca yöntemlerin” başarısızlığa mahkum olduğunu; Amerika’nın bu gibi “yanlış politikalarının bataklığında’’  debelendiğini’ söylerken;  Cumhurbaşkanı Ahmedînejad ise, "Amerika’nın, gündemi değiştirmek için suikasd planı iddiasını ortaya attığını ve amacının Wall Street protestolarına gösterilen ilgiyi azaltmak olduğunu" dile getiriyordu.. 

Amerikan cebhesi açısından da, bu iddialar o kadar tutarlı gözükmüyordu..

Nitekim, Amerikan Kongresi’nin İstihbarat Komitesi’nde Demokrat Parti’yi temsil eden Senatör Dinne Feinstein, “Suikasd planı geriliminin savaşa kadar tırmanabileceğine” işaretle,  “Benim, ‘Savaş girmeli miyiz’ sorusuna cevabım hayır. Zâten, ellerimiz Irak ve Afganistan ile dolu ve Pakistan’la ilişkilerimiz kötüleşiyor” diyor, İran’a yönelik ekonomik yaptırımların arkasında durulması gerektiğini savunuyordu. Feinstein, özellikle İran Merkez Bankası’nın hedef alınmasını ve bu bankayla ilişkisi bulunan tüm yabancı ülke ve şirketlerin de kara listede yer almasını istedi.

Fox News Sunday programında açıklamalarda bulunan Feinstein, “Kudüs Gücü liderleri, iddia edilen suikast planından haberdar olsa bile, İran’ın dinî lideri’nin bu plandan haberi olduğunu gösteren bir delil bulunmadığına” da dikkat çekiyordu..

Obama’ya karşı 2008 başkanlık seçimlerini kaybeden Cumhuriyetçi Parti Senatörü John McCain ise, “Obama yönetiminin İran politikasının açıkça başarısız olduğunu” ve  İran rejimine karşı yaptırımların sertleştirilmesini ve rejimin altını oymak için “gizli faaliyetler yürütülmesi gerektiğini’ savunuyordu..  Temsilciler Meclisi’nin eski sözcüsü Newt Gingrich de, Obama’ya yönelik eleştirilere katılarak, “Başkan’ın İran  ile ilişkilerinde tamamen kararsız bir şekilde hareket ettiğini” öne sürüyor ve “Amacımız İran’daki diktatör rejimin değiştirilmesi olmalı… Tahran rejiminin sistematik olarak altını oymak için hiçbir şey yapmadık” diyordu.

Washington Post gazetesine konuşan Amerikan bazı yetkilileri de, ’İran’ın göklere çıkarılan Kudüs Gücü’nün, Suûdî elçisinin suikasd işini, Amerika’da yaşayan yaşayan İran asıllı bir oto satıcısına ve Meksikalı uyuşturucu satan torbacılara havale etmesini “ucuz roman” (pulp fiction) diye niteliyorlardı.. Alman Uluslararası Güvenlik İlişkileri Enstitüsü’nden İran uzmanı Volker Perthes ise “Tabiî ki herkesin aklına Amerika’nın  2003 yılında “Irak’ta kimyasal silah var” yalanı geliyor. Herkes Amerikan istihbaratının ifşaalarından fazlasıyla şüpheli” demekteydi..

*

’Müslümanım..’ diyen herkesin, daha bir dikkat ve rikkat içinde olması gereken bir fitne zamanı..

İran’ın Suûdî rejimi ile arasının zoraki bir çatışmazlık seviyesinde olduğu bilinmektedir.. 1987-Hacc mevsiminde İran’lı 430 kadar hacının Mekke’de Suûd güvenlik güçlerince katledilişinin hesabını İran henüz de soramamıştır.. Buna rağmen, her iki taraf da, münasebeti ölçülü bir seviyede tutmaya çalıştığı görülmektedir..

Nitekim, iki hafta kadar önce, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin imamlarından Şeyh Ali Abdurrahman Huzeyfî, özellikle de Suûd vatandaşı olan şiî müslümanların El’Avâmiye’ bölgesindeki bazı gösterileri üzerine, şiî müslümanlar ve inançları hakkında, içinde ağır saldırılar taşıyan bir konuşma yapınca, bizzat Kral Abdullah’ın emriyle o vazifeden elçektirildi.. Bu da, İran’ı memnun etmiş olmalıdır, tabiatiyle..

Ama, tam da işte  o gelişmenin hemen arkasından, Obama’nın, Suûd Büyükelçisi Âdil El’Cubeyr'i öldürülmesi teşebbüsü üzerine açıklama yapması ilginçti..

Obama’nın bu iddiaları üzerine, Suûd rejiminin dışbakanı Suûd el’Faisal da derhal, ’İran’a aynen mukabelede bulunacağız..’ diyordu.. Suûd Khanedanı’nın önde gelen yetkililerinden Turkî el’Faisal ise, ’Elde yeteri kadar delil ve belge var.’ diyor ve ’İyi hesablanmış bir mukabele-i bilmisl ile, bu suikasdin bedelini İran’dan bir kişiye ödettirilmesi gereği’nden sözediyordu..

*

Hillary’nin Türkiye’yi koruma aşkı nereden depreşti dersiniz?

Tam da bu tartışmalar tırmanırken ve Amerika daha bir tutarsızlaşırken..

Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton, İran’ın Türkiye’ye saldırdığını söylüyor ve Türkiye’yi tahrike yelteniyordu..  Bu arada, Obama’nın emriyle, ’Türkiye’nin İran konusunda Amerikan siyasetlerinin çizgisine çekilebilmesi ve ikna edilebilmesi için, özel ve seçkin diplomatlardan oluşan bir hey’etin Ankara’ya gönderildiği’ haberleri geliyordu..

Hillary Clinton, Reuters'e verdiği mülâkatta, ’İran'ın Türkler'le rekabet ettiğini ve Türkiye'ye karşı saldırganca bir tavır izlediğini’  belirterek şu iddialarda bulunuyordu: "İran Türkiye'ye saldırıyor, çünkü Türkiye, füze saldırılarına karşı NATO'nun korunması için NATO radarını topraklarında konuşlandırmada bizimle anlaştı. Türkiye'ye saldırıyor, çünkü Türkiye, İslam'ı kabul eden, ancak Türkiye'nin son yıllarda başardıklarıyla daha uyumlu bir çizgi izleyen laik devletleri savunuyordu. Türkiye iyi bir komşu olmaya çalıştı. Herkesin şu anda öğrendiği şey, hiç kimsenin İranlılar'a karşı emniyette olmadığı.."

*

Burada, hatırlamanın tam zamanı..

Sovyetler Birliği  dağıldığı- çöktüğü zaman, Türkiye, doğu sınırlarında artık Sovyet tehdidinin kalktığını düşünüp, yeni düzenlemeler yapmaya kalkıştığında, Bruxell’deki NATO merkezinde Amerikan komutanları‚ ’Hayır, NATO’nın sınırları Türkiye’nin doğusunda, İran sınırında biter ve sizin İran sınırınızda bir savunma boşluğunuz var..’ demişlerdi..

Bugün de Türkiye, Hillary Clinton, yani, Amerikan emperyalizmi tarafından, ’Siz bilmezsiniz, biz sizi sizden daha iyi biliriz, siz İran tarafından tehdid ediliyorsunuz..’ diye aldatılmaya çalışılıyor..

Türkiye’nin geçmişteki yöneticilerinin Batı’ya kayıdsız-şartsız nasıl teslim olduğunu biliyoruz.. Son 150-200 yıllık örneklerin herbirisini tekrarlamaya gerek yok..

En yakın örneği, Ecevit..

Amerikan Hükûmeti‚ 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın faili olarak Afganistan ve Irak’ı gösterdiğinde, zamanın Türkiye Başbakanı Ecevit, ’Amerika müttefikimizdir, söylediklerine inanmak durumundayız..’ diyerek, kayıdsız-şartsız destek vermişti..

Temennimiz,  bugünkü Türkiye yöneticilerinin de, aynı çapsızlığa ve körlüğe, basîretsizliğe düşmemeleri..

Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden olan İran ve Türkiye’nin birbirilerine karşı düşmanca tavırlarının, bu iki taraftan hiçbirisinin de faydasına netice vermediğine tarih de tanıktır; ve böyle bir zıdlaşmadan asıl büyük faydayı ve aslan payını ancak ve ancak emperyalist-şeytanî güçler elde edecekler ve sevinç duyacaklardır..

İnşaallah, her iki taraf da tarihi tekerrür ettirmezler ve öyle bir çılgınlıktan kaçınırlar.. 

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum