1. YAZARLAR

  2. Mustafa Şentop

  3. TSK mensupları kendilerine ayrıcalıklı bir hukuk düzeni mi istiyor?
Mustafa Şentop

Mustafa Şentop

Yazarın Tüm Yazıları >

TSK mensupları kendilerine ayrıcalıklı bir hukuk düzeni mi istiyor?

01 Ağustos 2010 Pazar 07:22A+A-

Darbe soruşturmaları ve davalarıyla ilgili süreç Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) hukuka bakışını göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır.

Tarihî hukuk düzenini ilga etmekle, yani darbelerle dolu bir kurumun hukuka bakışını belki de pek çok kimse merak etmeyecektir. Ancak değişen dünya ve Türkiye şartlarının, hemen her konuda ayrıcalıklı bir yerleri olduğunu düşünen TSK mensuplarını da, varlıklarını hukuk düzenine borçlu olduklarını anlama ve buna göre davranma konusunda geliştirmiş olması gerekir, diye düşünmek olağan karşılanmalıdır. Eskiden "devlet"i ve "hukuk"u sadece belli insanların tekelinde birer yapı olarak gören vatandaşlar yerini, artık, haklarının ve yetkilerinin farkında, merak eden ve soran vatandaşlar almaya başlamıştır. Her gün gazetelerin manşetlerinde keyfi ve sorumsuz iş ve işlemlerle itham edilen TSK mensuplarının varlığı bile bu değişim tablosunun bir göstergesidir.

TSK mensupları da bu milletin fertleri arasından yetişmektedir; olağanüstü yeteneklere sahip, farklı bir insan türü değildirler. Subay yetiştiren okulların vermiş olduğu eğitimin amacı, içeriği, bu eğitimi verenlerin kapasitesi Türkiye ortalamasının üzerinde değildir. Hatta verilen eğitimin amacını dikkate aldığımızda, sadece belli bir istikamette yetişmesi hedeflenen kişilerin genel anlamda iyi yetişen ülke insanlarına göre belli ölçüde "geri" olmasını da tabii karşılamak lazım; askerlik hizmet ve gerekleri için eleman yetiştiriliyor. Yine TSK mensupları, bu ülke insanlarının ödediği vergilerle oluşturulan gücü ve imkânı kullanmaktadır; maaşları, üniformaları, silahları, lojman ve diğer imkânları bütçeden karşılanmaktadır. Bütün bu imkânlar, bazı "üstün" ve ayrıcalıklı insanların hakkı olduğu için değil, kanunlarla tayin edilmiş görevlerin yapılması için tahsis edilmektedir. Bu sebeple, darbecilik, siyasete müdahale, sadece hukuka aykırı olmamakla kalmaz, aynı zamanda ahlaka da aykırıdır; milletin parasıyla alınan silahı millete ve milletin seçtiklerine yöneltmek hem hukuksuzluk hem de ahlaksızlıktır. Siyasi görüşlerin, "vatan kurtarmanın", "Cumhuriyet'i korumanın" yolu hukuk düzeninde gösterilmiştir; kanunlarla belirlenmiştir. Silahın gücüyle, hele hele kamu parasıyla alınıp teslim edilmiş silahın gücüyle millete yön vermeye kalkışmanın elbette bir müeyyidesi olacaktır.

Darbelerin her zaman, ülke dışında bir "güç"e dayandığını düşünmekteyim. Millet seçimlerde, oy vererek iradesini ortaya koymaktadır; darbe yapanların, hangi masalı anlatırlarsa anlatsınlar, millete dayanmadıkları açıktır. O halde, "kimin adına" ülke yönetimini üstleniyor darbeciler? Milletin temsilcisi olmadıklarına göre, kimin temsilcisidirler?

Bir süredir devam eden darbe soruşturmaları ve yargılamaları çerçevesinde, TSK'nın tutumu sürekli dikkat çekmiştir. Yakın zamanlara kadar, hukuku tamamen kendi kendine uygulayan yapı değişmektedir. Yeni anayasa değişiklik paketinin, pek tartışılmayan, önemli maddelerinden biri, askerî yargının sadece hukuk devleti ilkelerine göre şekillenmesini öngören hükümlerdir. Çoğu kimse farkında değildir, askerî yargı sadece hukuk devleti ilkelerine göre değil, aynı zamanda askerlik hizmetinin gereklerine göre işlemektedir. "Askerlik hizmetinin gerekleri" askerî yargının çalışmasında, teorik olarak, keyfiliğe yol açmaktadır. Münferit uygulamalar elbette vardır; ama askerî yargının işleyişinde bir prensip olarak, askerlik hizmetinin gerekleri ibaresi, üst rütbelere çıkıldıkça, komutanların yargı önüne çıkmasına imkân vermeyecek bir esneklik sağlamaktadır. İşte, böyle bir yargı düzeninin sağladığı emniyet içinde, kendince doğru bulduklarını yapan ve zamanla yaptıklarının doğru olduğuna inanan yüksek rütbeli subaylar, bir kamu görevlisinin en önemli sorumluluğu olan hesap verme sorumluluğunu taşımamaktadır.

TSK'NIN 'KURUMSAL İTİBAR'I TEHLİKEDE Mİ?

Sivil yargıda devam eden davalar bu bakımdan oldukça farklı bir tabloyu Türkiye'nin önüne koymaktadır. Sadece hukuk ilkelerine göre şekillenen ve işleyen yargı karşısında bir tutum belirleyememe, bir panik havası yaşama, "askerlik hizmetlerinin gerekleri" keyfiliğini sürdürmeye çalışma halleri bunun açık bir göstergesidir.

Balyoz planı ile ilgili olarak İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin vermiş olduğu karar, tam da bu anlamda, hukuk anlayışının öğrenilmesini sağlayan bir kritere dönüştü. Darbe soruşturmalarında, Genelkurmay adına yapılan değerlendirmeler belirli bir çerçeve izlemektedir. Önce, "hukuka saygı" başlığı ile yargılama sürecinin devam ettiği ileri sürülerek açıklama yapmaktan kaçınılmakta; somut bilgiler ortaya çıkınca, Taraf Gazetesi'nin haberlerine karşı olduğu gibi, başlangıçta inkâr yoluna gidilmekte; bilgiler somutlaştıkça, tevil yoluyla ikrarlara başlanmakta (LAW silahı değil, boru!); nihayetinde, kişilerin yaptıklarıyla TSK'nın kurumsal olarak ilzam edilemeyeceği ifade edilmektedir.

Kişilerin eylemlerinin kurumları ilzam etmediğini kabul etmek gerekir. Hatırlanırsa, siyasi partilerin kapatılmasında da, parti mensuplarının eylemleri doğrudan siyasi partiyi kurumsal olarak ilzam etmemektedir. Parti üyelerinin eylemlerinin yaygınlığı ile yoğunluğu ve bu eylemlerin siyasi parti tarafından açık veya örtülü olarak benimsenmesi halinde ise parti "suç odağı" haline gelmektedir. Bir başka ifade ile mensuplarının eylemleri kurumları ancak, bu eylemlerin açık veya örtülü olarak benimsenmesi halinde ilzam etmektedir. Son olayda açıkça, daha önce ise kamuoyunun bir şekilde bilgisi dışında, ciddi ithamlarla soruşturulan veya yargılanan TSK mensuplarına, avukat edinmede yardımcı olma, mali yardım toplama, hukuki yardımda bulunma, bazı idari görevlendirmelerle duruşmalara katılmaktan kaçınmaya yardımcı olma, mahkeme kararlarının yerine getirilmesini engelleme ya da savsaklama gibi kurumsal anlamda yardım olarak değerlendirilecek bazı uygulamalar ortaya çıkmaktadır.

Bir mahkeme tarafından verilmiş yakalama kararına karşı, haklarında ciddi bir iddianame ile dava açılmış subayların itiraz dilekçelerinin Genelkurmay'da hazırlanması, mahkeme kararının uygulanmasını geciktirmeye yönelik stratejilerin belirlenmesi açık bir şekilde kurumsal anlamda benimsemeyi göstermektedir. Genelkurmay Başkanı'nın bir mahkeme kararı akabinde Başbakan'la veya Cumhurbaşkanı'yla görüşmesi de bu bakımdan sorunludur; mahkeme kararına etki edilmesi mi talep edilmektedir? Genelkurmay'da kanunlar çerçevesinde "adli müşavir" olarak çalışan ve kamu görevlisi olan kişilerin, bazı kurum mensuplarının kişisel ceza davalarıyla ilgili devreye girip çalışmalar yaptığına dair haberler de tabloyu tamamlamaktadır. Bütün bunlar henüz yalanlanmış da değildir. Şu halde, Genelkurmay, ağır bir iddianame ile haklarında dava açılan, anayasal düzeni değiştirmekle suçlanan mensuplarının eylemlerini, eskiden olduğu gibi kişilerin eylemleri kurumları ilzam etmez demeyerek benimsemekte midir? Görüntü tam da bu görüntüdür.

Ortada bir mahkeme kararı olmadığına göre, sanıklar "suçlu" kabul edilemez. Ancak mevcut hukuk düzeni, siyasi partileri suç odağı olarak kabul ederken, mensuplarının mahkûm olması şartını aramamaktadır. TSK mevzuatında da, mahkûm olmadan da suçla itham edilen kişiler hakkında işlem yapmak gerekli görülmektedir. Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) öncesindeki tutumlar, mensupların kişisel eylemlerini kurumsal olarak da benimseme şeklinde değerlendirilecek tutumlardır. Suçla itham edilen ve aranan kişiyi saklamak ve korumak da suçtur; Genelkurmay Başkanı da dahil bütün YAŞ üyeleri böyle bir suçun faili olabilirler. Siz hukuku görmeseniz de, hukuk sizi muhakkak görür.

Şu noktayı gözden kaçırmamak gerekir; Balyoz davasında mahkeme tarafından yakalanmaları kararlaştırılanlar arasında YAŞ'ta terfileri söz konusu olan kişi sayısı on civarındadır. TSK açısından bu on kişinin vazgeçilmez kişiler olduğunu düşünmek mümkün değildir. Nitekim, bazı yayın organlarında, terfideki sıralamalar bakımından yapılan değerlendirmeler bunu ortaya koymaktadır. Yani, mahkeme tarafından haklarında yakalama kararı verilen kişilerin YAŞ'ta terfileri konusu kurumsal anlamda da TSK açısından gerçek anlamda bir zaruret değildir. O halde, ağır bir iddianame ile haklarında dava açılmış kişileri YAŞ'ta terfi ettirmeye çalışma işi ancak ve sadece mahkeme kararına karşı bir tutum olarak değerlendirilebilir.

Askerler ve polisleri diğer güç kullananlardan ayıran, kanunların verdiği yetkiyle ve kamu adına iş yapıyor olmalarıdır; kamu adına değil de şahısları adına iş yapmaya kalkıştıkları, kanunların çizdiği sınırın dışına çıktıkları zaman eylemleri meşruluğunu kaybeder, şakilik haline gelir. Genelkurmay Başkanı emekli oluyor ama TSK varlığını sürdürecektir. Kurumun itibarını her şeyin üstünde düşünmek ancak gerçek devlet adamlarına yakışır.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT