1. YAZARLAR

  2. Yıldırım Türker

  3. Tembelliğe övgü
Yıldırım Türker

Yıldırım Türker

Yazarın Tüm Yazıları >

Tembelliğe övgü

18 Nisan 2009 Cumartesi 15:35A+A-

‘Beni 20 yıl sıkıntıya mahkûm ettiler/Düzeni içinden değiştirmeye çalıştığım için’ diye başlıyor büyük Kanadalı şair Leonard Cohen’in bir şarkısı. Sınıf bilincinin pek de şık bir şey olmadığını düşünenler Cohen’i sevemez. Bu yazıyı okumaları da icab etmez. Cohen aynı şarkı/şiirde “Şu moda sanayinizden hiç hazzetmiyorum efendi/Şu sizi zayıf tutan haplardan hiç hazzetmiyorum/ Kızkardeşimin başına gelenlerden hiç hazzetmiyorum” diye devam ediyor. Sonra da açık seçik bir ilan-ı harp: “işte geliyorum, hakkınızı avcunuza vereceğim/ Önce Manhattan’ı alacağız, sonra da Berlin’i” Cohen, hayatı boyunca ‘cool’ olmadı. Diyelim Fransız muadili olduğu iddia edilen Serge Gainsbourg’un serinliğini rüyasında bile görmedi. Gainsbourg, Fransız manacılığıyla yarattığı şiiri en kabadayı haliyle okudu durdu. Gainsbourg,’Fiziksel aşk, çıkmaz sokak’ diye gırtlağının en afili yerinden şarkıcılığa tenezzül etmezmiş gibi yaparken, Cohen, bir an olsun politik olmaktan uzak kalamayarak “Seni çıplak görmem şart/hem butlarını hem kasıklarını” diye hıçkıyordu.

Kişinin boranlar fırtınalarla sınanan dostluk-akrabalıkları hayatın küçük lütuflarından doğuyor. Cohen, benim canım dostum, kan kardeşim. Onu tanıyıp sevdiğimde henüz 16 yaşındaydım. Bir tesadüfün fısıltısıyla hayatımın şairlerinden biri oldu. Serge’i hep sevdim, ben de onu çok ‘cool’ buldum. Ama kanımın akış yönü hep ondan çok daha canhıraş, çok daha yaralı adamları işaret ediyordu. ‘Ekonomi politik’in püskürttüklerini. Serüvenlerinin şahsi bütünlüğü konusunda sevdiklerini asla tam olarak ikna edemeyenleri. Sürüklenmelerle, sürekli bir mahmurluk hali yaşayanları. Her yaptıkları, her ürettikleri manifesto tadında olan, döne döne kendine ve çevresine batan adamlarla kadınları. Hayatı kolaylaştırmak için kıllarını kıpırdatmayan, sırtlan gibi uluyan, kelebek kadar kısa ömürlü, uçucu yaratıkları. Yaşamak istedikleri dünyayı rüyalarında görüp bir daha ayılamamışları. Acemileri. Kimileyin konuşurken terleyen, beceriksiz, küskün yaratıkları. Durup dururken etraflarını çoşkularıyla kasıp kavuranları. Sıkılmamak için çırpınanları. Hayatta kaybedecekleri tek şeyin sıkıntı olduğuna inananları. Tanrısı ‘Heves’ olanları.

Dünya çok küçük, bir an boş bulunup çırılçıplak halini görüverdiğimizde. Ama ne kadar kışkırtıcı. Gökyüzü ne kadar büyük. Ne kadar ferah günbatımları. Hep birlikte tembellik yapıp, yıldızların altında düş kurmak bile olabilir insanlığın bütün mutluluk hayali. Tembellik hakkımız dışında ne mene bir kutsal amaç bir araya getirebilir yüreklerimizi? Üretimin, emeğin gözü kara bir hınçla yüceltildiği bir hayat tanımına karşı özgürlüğün çıplak dili. Yaban ritmi. Gelişen, büyüyen, uygarlaşan, hayat kalitesi artan bir insanlık ülküsü adına hayattan vazgeçen, şahsi hayatını üretime satan insan kalabalığı karşısında dilimiz tutulmadan, şöyle bir gerinip tembelliği savunmak zorundayız.

Esir devleti

Bertrand Russell, 1932 yılında yayımlanan denemesi; ‘Aylaklığa Övgü’de sonsuz bir berraklıkla kapitalizmin ahlakını anlatır. Gündelik çalışma saatinin dörde indirilip herkesin daha rahat yaşayabileceği bir düzene karşı kimilerinin günde 10 saat çalışmaya zorlandığı, kimilerininse işsiz bırakılıp açlığa mahkûm edildiği düzen. Neden? Çünkü emek, görevdir. İnsanlar da ürettikleriyle orantılı değil, sanayii tarafından belirlenmiş değerlerine orantılı olarak bir ücret alırlar. Russell, buna ‘Esir Devleti’nin ahlakı der. Ünlü topluiğne örneğini de bu noktada devreye sokar. Diyelim ki bir grup insan dünyanın ihtiyacını karşılayacak kadar topluiğne üretiyor. Bu arada biri çıkıp aynı süre içinde iki misli toplu iğne üretmenin yolunu açan bir buluş gerçekleştiriyor. Ama yazık ki dünyanın iki misli topluiğneye ihtiyacı yok. Russel, bu noktada mantıklı bir dünyada topluiğne üretiminde çalışan insanların günde sekiz saat yerine dört saat çalışma düzenine geçmeleri gerekir, diyor. Oysa bu, esir devletinin mantığı açısından tehlikeli. İnsanlar sekiz saat çalışmaya devam eder. Topluiğne fazlası olur. Kimi topluiğne üreticileri iflas eder. Bu sektörde çalışanların yarısı işten atılır. Kalanlar yine çok çalışmaya mahkûm edilir.

İngiltere’de 19. yüzyılın başlarında yetişkinlerin gündelik mesaileri 15 saatti. Çocuklar da 12 saat çalışmaya mahkûmdu. Kimi çokbilmişler çıkıp bunun fazla olduğunu söylediklerinde karşılarında sorgulanmaya hiç niyeti olmayan bir mantıkla karşılaştılar: Çalışmak, yetişkinleri alkolden, çocukları da yaramazlıktan uzak tutar.

Kapitalizmin çalışmaya zorlayan, emeğin onuru diskuru, sosyalizmin acıklı uygulamalarında da karşılığını buldu ne yazık ki. Emeğin fetişleştirildiği, mutluluğun kendini üretime adamış, çalıştıkça daha çok çalışmak isteyen emekçinin ufkuna gerildiği dünya tasviri Kropotkin’lerin, Bakhunin’lerin çığlıklarını boğarak kaçınılmaz akıbetine bakıyordu. Esir devleti, yüzyıllardır insanlığın üretebildiği tek model olarak kaldı.

İnsanların boş vakitlerini değerlendirebilmeyi öğrenmelerine fırsat tanımayan bir düzen bu. İçinden değiştirmeye çalıştıkça müebbet sıkıntıya mahkûm ediliyoruz. Yalnızca daha çok ücret, herkese iş ve benzeri savsözlerle mücadelemizi adlandırdığımızda hayatı toptan ıskalıyoruz. Özgürlük sandığımız, köpek gibi çalışabilmek, kullanmaya kışkırtıldığımız, aslında ihtiyacımız olmayan binlerce ürüne sahip olabilecek parayı kazanmak.

Tembellik, insanın en insani hakkıdır. Emeğin kutsallığı safsatasına karnı tok olanlar özgürlüğü tanımlamaya en yakın duranlardır. Çalıştıranlara iktidar, çalışanlaraysa emeğin kutsallığı, öyle mi?

Vakit, nakit değildir! Vakit, hayattır! Hayatına dön. Fazla mesaiye kalma.

RADİKAL

YAZIYA YORUM KAT