1. YAZARLAR

  2. KENAN ALPAY

  3. Teferruat Listesini Genişletmenin Muhtemel Maliyeti
KENAN ALPAY

KENAN ALPAY

Yazarın Tüm Yazıları >

Teferruat Listesini Genişletmenin Muhtemel Maliyeti

16 Nisan 2019 Salı 10:57A+A-

31 Mart seçimleri sonrası oluşan tablonun sebebi sadece İstanbul’un bazı ilçelerinde sandıkların tekrar sayımından ibaret değil. Son olarak Büyükçekmece ve Maltepe’de sahte seçmen ve kayıp oy iddiaları üzerine yapılan itirazlar Yüksek Seçim Kurulu’nun değerlendirmesine sunuldu. Büyükçekmece için adli ve idari soruşturma sürüyor halen. Dün itibarıyla YSK, Maltepe’de 160 sandığın daha yeniden sayılması yönünde karar aldı.

31 Mart seçimleri için daha önce hiç kullanılmayan sıfatlar çok rahat bir şekilde kullanıldı ve hiç yapılmayan benzetmeler çok yaygın bir biçimde yapıldı. Süratli bir biçimde seçimi hile ve şaibeyle, sandığı kumpas ve darbeyle birlikte zikreden değerlendirmeler devreye girdi. Üstelik bu değerlendirmeler tecrübe edildiği ve beklendiği üzere CHP cephesinden yükselmedi bu kez. Son olarak en başından bu yana sükûnetini ve sabrını muhafaza eden Binali Yıldırım da benzer bir değerlendirme yaparak şunları söyledi: “Oylar sandıkta iç edilmiştir, bu kadar açıktır. Bizim oylarımız karşı adaya yazılmıştır. Bu seçim başlı başına murdar olmuş bir seçimdir.

O Benzetme ve Kıyasların Açacağı Zararlar

Oysa yapılan itirazlara uygun olarak “iç edilen oylar” olup olmadığı tetkik etmek, varsa gereğini yapmak üzere bütün partilerin görevlendirdiği temsilciler YSK’da yapılan yeniden sayım işlemine katılıyorlar. Ancak bu süreç henüz sürerken “seçimi başlı başına murdar olmuş” ilan etmek doğru ve kabul edilebilir bir teklif olmasa gerek. “Murdar” kelimesi “kirli, pis, iğrenç” gibi anlamlara geliyor ve İslam açısından yenmesi yasaklanmış “hayvan leşi” manasını da taşıyor. Artık AK Parti’yi resmen temsil eden değerlendirmelerde de kullanılan kavram ve benzetmeler şüpheye değil doğrudan doğruya büyük ve affedilemez bir suça işaret edecek şekilde seçiliyorsa sürecin mahiyeti kökünden başkalaşıyor demektir.

İlk gün AK Parti adayı Binali Yıldırım ile CHP adayı Ekrem İmamoğlu arasındaki farkın 27 bin civarında olduğu ilan edilmişken yapılan itirazlar sonucu bu sayı 13 binin altına düşmüştür. Zaten Yıldırım da işleyen süreci “adalet ve hukuk talebi” olarak tanımlıyor ve YSK’nın vereceği nihai kararı saygıyla karşılayacağını da beyan ediyor. Benzer bir vurguyu daha güçlü bir biçimde Cumhurbaşkanı Erdoğan da şöyle yapıyor örneğin: “Sonuç ne olursa olsun biz YSK ne karar verirse bunu kabul edeceğiz.” Aksi durum zaten söz konusu olamaz. Fakat bütün bunlarla birlikte seçim süreci sandıkta bitmiş olsa dahi YSK nezdinde yapılan itirazlarla devam ediyor. Bu sebeple dönüp dolaşıp hile ve şaibe hele hele kumpas veya darbe gibi benzetmelere, murdar ilan etmelere hiç kimsenin hakkı yoktur.

Ankara veya Antalya, Erzincan, Kütahya, Kırşehir, Bayburt, Amasya gibi şehirlerin elden çıkması ve özel olarak İstanbul’un AK Parti’nin elinden çıkmak üzere olması ağır bir sarsıntıya yol açmış, ciddi bir biçimde endişeyi büyütmüş ve yaygınlaştırmıştır. Bu sarsıntı ve endişe İstanbul’un temsil ettiği iktisadi ve siyasi nüfuz kadar özellikle dindar-muhafazakâr kitleler için psikolojik eşik olmasıyla da doğrudan alakalıdır.

Seçim sürecinde yapılan değerlendirmelerde beka kaygısı ifade edilirken her ne kadar İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri özellikle birlikte işaret edilmişse de yaşananlara bakınca Ankara’nın söylendiği kadar bir ağırlık teşkil etmediği ancak İstanbul’un söylenenden daha fazla bir ağırlığı temsil ettiği anlaşılmıştır.

31 Mart sonrasında oluşan toplum nezdinde algılanan atmosfer şudur: YSK’daki sürecin uzayıp gitmesi, kimi itirazların kabulü ya da reddiyle ortaya çıkan tablo sağlıklı ve soğukkanlı, yeterince ikna edici ve güven telkin edici yönetilemiyor. Söylemler sertleştikçe özellikle medyada hâkim olan dil alaycı, tehditkâr ve soyut düşmanların çözümlenemeyen esrarengiz tuzaklarına karşı verilen bir savaş tefrikasına dönüştükçe toplumun siyasete ve seçim müessesine olan güveni çöküyor, çürüyor ve öfkeye dönüşüyor. Hükümet’e yakın medyaya hâkim olan itici, mütekebbir ve laubali dilin AK Parti’yi zayıflatırken rakiplerine olan sempatiyi beslediğini aklı başında hiç kimse inkâr edemez.

Tasfiye Edilsin, Kayyum Atansın Çağrısı

Panik haliyle verilen beyanlar, endişeleri izole etsin diye yapılan kıyas ve teklifler aslında mevcut sıkıntıyı gidermek bir tarafa daha da büyütüyor ne yazık ki. Doğru düzgün bir muhasebe yok, etraflı bir özeleştiriye yanaşan da yok. En küçük bir katkısı olmayacağı bile bile kayıpların faturası meçhul yetkili ve adreslere kesiliyor hala. İhanet içeride hızla büyüyen, dal budak saran en tehlikeli düşman olarak dikkatlere sunuluyor. Koşulsuz itaati değil de istişareyi teklif eden yakınlarla hesaplaşmak, partinin kurucu kadrolarıyla kıyasıya kavga etmek, ayak uyduramayanları tasfiye etmek, soru soranları ve tereddüt edenleri trenden indirmek salık veriliyor ha bire. En güçlü tedavi yöntemi, safları daha da sıkılaştırma yolu kesinlikle buradan geçiyormuş meğer.

Dikkat çekici bir biçimde bu süreçte “teferruat” kavramı eskisi kadar etkili bir söylem olarak neredeyse baş tacı ediliyor. Oysa biz toplum olarak Kemalistlerin ve Fethullahçıların “teferruat” kavramına yükledikleri anlamı, bu kavram üzerinden nasıl bir siyasal ve toplumsal düzen takdim ettiklerini gayet iyi biliyoruz. Uzun yıllar boyunca Kemalistlerin “söz konusu vatansa geresi teferruattır” mottosunun bu ülkeyi nasıl da kirli ve karanlık bir bataklığa sürüklediğini büyük kayıplar yaşayarak tecrübe ettik. Takip eden zaman diliminde Fethullahçıların sadece başörtüsünü değil esasen mü’min ve muvahhid olmaya dair tüm değerleri “teferruat” saydığını kimileri çok geç öğrendi maalesef. Ama nasılsa en makul saydığımız/sandığımız isimler bile adeta hiç ibret almamış gibi aynı kavram, kıyas ve önermelere sarılmakta bir beis görmüyor. (Arapça bir kavram olan teferruat sadece ayrıntı demek değil aksine bir şeyin ikinci derecedeki tamamlayıcı unsurları demektir.) Hele hele imanın esası gibi takdim edilen şu “vatanseverlik” kriterini öne çıkarırken ve demokrasiye yönelik tutarsızlıkları imlerken Kemalizmin “yumuşak” karakterli romantik şairi Attila İlhan’a referans vermeler filan feraset ve basiretinin tümden yitirildiğini gösteriyor.

 

Tekrar mecburi istikamet diye girmek zorunda bırakıldığımız yol şu: Bütün meseleler ve çözüm yolları vatanın bekasına endekslenirse şayet kim hangi cesaretle devleti daha fazla güçlendirmek ve siyaseti olabildiğince mezkezileştirmekten öteye bir teklif sunabilir? Bugünlerde start alan HDP’nin kazandığı belediyelere kayyum atamak yerine doğrudan doğruya belediye başkanı atama teklifi neden Doğu ve Güneydoğu’yla sınırlı kalsın ki! Gayet tabii olarak yarın öbür gün diğer bölgelerde CHP’li, MHP’li, İYİ Parti’li, SP’li belediyeler için de seçim yerine atama yolu teklif edilebilir. Sanılanın aksine “mesele vatan ve devlettir beyler vatan ve devlet, kendinize gelin!” çağrılarına eşlik eden devletsizliğin ve vatansızlığın nasıl korkunç bir sonuç olduğunu tahayyül etme çağrısı makul ve yapıcı aynı zamanda kuşatıcı ve rehabilite edici bir çıkış yolunu işaretlemiyor. Devlet ve vatan söylemleri birey ve toplumun temel hak ve özgürlüklerinin arkasına düşmüşse, sosyal adaletin çatısı altında tesis edilen güvenlik ve refah çağrıları güçlü devletin gölgede kalmışsa eğer sadece siyaset değil aydınlar, akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri de seçim sandıklarından verilen mesajı alamamış demektir. Sadece partileri değil partileri iktidara getiren, muhalefete mahkûm eden veya marjinalize eden halkın irade ve tercihini de teferruat sayan mantık yapısı itibariyle genişledikçe genişleyecektir doğal olarak.

Seçimlerden çok daha ağır kaybı verilen mesajın ilgililerce alınmamasıyla yaşayacağımız muhakkaktır. İnşallah bu tür söylemlerde ısrar ve inat edilmez.

Yeni Akit

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum