1. YAZARLAR

  2. Mustafa Atav

  3. Sosyalleşme Bağlamında Birkaç Mesele
Mustafa Atav

Mustafa Atav

Yazarın Tüm Yazıları >

Sosyalleşme Bağlamında Birkaç Mesele

18 Mayıs 2009 Pazartesi 20:45A+A-

Demografik yapının hızla artış yönünde değiştiği, kapitalizmin tüketim çılgınlığını yazılı ve görsel efektlerle tetiklediği ve bunu tahkim etmek için insanı modern zamanlar problemi olarak yeniden köleleştiren sanayi toplumu olmayı vazgeçilmezlere getirdiği bir vasatta yaşıyoruz. Yine insanı makineleştiren ve tükettiğini insan olmaya yönelik ne kadar değer varsa hiçe saydırarak ürettiren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bu hercümerç içinde insanın yalnızlaştığı, bahsedilen olumsuzluklar nedeniyle çaresiz bireyselleştiği, bireyselleştikçe kendisine eşref-i mahlûkat olduğunu/olması gerektiğini hatırlatan değerlerden uzaklaştığı ve buna dair geliştirilmiş söylemlere yabancılaştığı bir vakıadır.

Bir şekilde bütün bu olumsuzlukları Allah’ın hidayeti ve inayetiyle fark eden Müslümanların, kaotik yapı içerisinde heder/heba olan diğer insanlara bizatihi işaret ederek göstermesi, facianın boyutunu olanca gerçekliğiyle tarif, tavzih etmesi gerekmektedir. Bunun için çok kullanılan şekliyle sosyalleşme olgusunu vahyi/tevhidi ölçekler nezdinde günümüze özgü olarak yorumlamak, Kur’an’da da emir ve tavsiye edildiği gibi emr-i bil maruf nahy-i anil münker çerçevesince eyleme sokmak gerekmektedir.

Kendisinden başka herkesi hiçe sayan, kendi çıkarları için dünyayı tükettikçe tüketen tuğyan etmiş, tağut kavramını bizatihi üzerine yakıştırmış egemen siyaset ve kahramanları tarafından kirletilen, yine toplumların gündemini meşgul etmek için geliştirdikleri global/küresel ve dahi yerel siyasetin boğuntusu arasından, tevhidi kimlik inşası için olanca gücüyle başkaldıran insanlara ihtiyacımız olduğu bir realitedir.

Fakat ne yazık ki bütün bu olumsuzluklar yine bizzat onlar tarafından keşif ve tarif edilmesine rağmen ilahi çağrıya gönül vermiş insanlarımızı da yiyip yutmaktadır. İçinde yaşadığımız vasatta güya insana/Müslümana/hakka hizmet etmek için yola çıkmış kirli siyasetin kurumsallaşmış örneklerinin başlangıçta iyi niyetle içine dalan insanımız bir müddet sonra bulunduğu zemini meşrulaştırmakta ve maalesef içinden çıktığı topluma yabancılaşmaktadır.

Sırası gelmişken ve zaten niyet olarak koyduğumuz İslam düşüncesinin toplum boyutunda yaygınlaşmasına özgü olarak bir takım şeyleri hatırlatmaya çalışalım.

Kelamcıların da yazıp çizdiklerine göre varlık âleminde yet tutan her insana verilen akıl kendisini yaratanı keşfedebilecek bir donanıma sahiptir. Buradan hareketle akıllı olan her insan yaratıcıya iman etmek ve iman olgusunun nasıllığını tarif eden kitap ve peygamberlere tabi olmak zorundadır. İman ettiğini, ilahi iradeye tabi olduğunu beyan ve ikrar eden insan/herkes sonrasında da inandığı değerleri başkalarıyla paylaşmak ve bu doğrultuda tebliğ yapmak, yani emr-i bil maruf nehy-i anil münker görevini ifa etmek mecburiyetindedir. Bu hiyerarşik algıdan biri ihmal edildiğinde anlaşılacağı ve aslında herkesin bildiği ve kabul ettiği gibi iman mükellefiyeti bihakkın ifa edilemeyecektir.

 “İman ettim demekle kurtulacağınızı mı zannettiniz Nasıl iman ettiğinizi ve ne derece samimi olduğunuzu ölçeceğiz“ (Ankebut/2) diyen ilahi ikazdan da anlaşılacağı gibi inandık demekle kurtulamayacağımız gerçeği ortadır.

Altını çizme babında söylersek iman etmek bireysel sorumlulukken, inandıktan sonra bu sorumluluğu başkalarına da hatırlatmak moda tabirle sosyal bir sorumluluk/görevdir. Çünkü bize verilen yaşam süresini içinde bulunduğumuz toplumda geçirirken, toplumun diğer bireylerinin inanç ve eylemlerinin ne’liğine bigane kalmamız istenilen bir şey değildir. Hz. Peygamberin sosyal boyuttaki tebliğinden örnek alınması gereken sıralamaya göre bireyden topluma ve oradan da-ki esas konumuz bu olmamakla beraber - toplumu idare edecek sistematiği oluşturabilmek, şimdi içine dalınan kirli siyasetin öğretisine göre değil bilakis ilahi iradenin öğretisine tabi olunarak sağlanabilecek bir durumdur. Bu doğrultuda Peygamberi örnekliği (usvetül hasene) günümüze olanca sahihliği ile taşıyarak sosyal platformda Müslümanların ilki sadedinde görev üstlenmek ve bu görevi de diğer Müslümanlarla paylaşmak Kur’an’ın emrettiği bir olgudur.

Daha da açarsak, ilahi mesaj ön kabulden sonra talip olanlara, talip olmaya namzetlere ve hatta Kur’an’ın ifadesiyle kalpleri mühürlenmişlere bile iletilmelidir ki inandığını iddia edenlerin sorumluluğu hafiflemiş olsun…

Herkes bilir ki bunun yolu/yöntemi ile ilgili asr-ı saadetten bu yana çok şeyler yazılıp çizilmiş ve söylenen her şey vahiy/ayetle ve Hz. Peygamberin sözleriyle delillendirilmiştir.

Yaşadığımız zaman dilimi itibariyle ele alırsak tebliğ yani emr-i bil maruf nehy-i anil münker vazifesinin ne’liğine dair birtakım şeylerin günümüze özgü bir şekilde yeniden altının çizilmesi gerekmektedir.

Allah’ın iradesine ters, her türlü bilgi bombardımanının olanca hınç ve hızla insanı kuşattığı bir ortamda yaşadığımızı yeniden vurgulayalım. Demografik yapının nicel olarak artması, artan nüfus içinde birey olanların çağın getirdiği profan rahatsızlıklara düçar olması/kılınması, egemen kirli siyasetin bu rahatsızlığı tetikleyici yöntemleri teknolojik/görsel efektlerle süsleyerek ve üstelik üzerine abanarak kullanması bireyin vahyi öğretiye doğrudan muhatap olmasını engelleyen güç/unsurlardır. Bunun üstüne bir de 1400 yıldan bu yana İslam düşüncesine dair gelişmiş bilgi kirliliğini eklemlersek işin vehametini ve zorluğunu ortaya koymuş oluruz. Yani bu kirliliğin farkına varıp iman eden herkesin belki de eski dönemlerden daha çok üstüne görev/vazife düşmektedir.

Hz. Peygamberin hayatını ihsas ettirmeye çalıştığımız çerçevede okuyanların göreceği ve aslında bildiği gibi o kendisine vahiy geldikten sonra metazori olarak Mekke’den Medine’ye hicret edinceye kadar vahiy olgusuna karşı refleks geliştiren insanlarla hayatın içindeydi. Kendisine şefkat ve muhabbet duymasına rağmen peygamberliğini kabul etmeyen amcasının emanında tebliğini sürdürdü. Medine’ye hicretinden sonra da ve Mekke’yi fetihten sonra da bu minval üzerinde tebliğini gerçekleştirdi.  Devamla, hepimiz biliyoruz ki tebliğinde zengin/fakir, sınıfsal, ırki, kavmi ayrılıklar gözetmeden vazifesini ifa etmesi istenmiş ve seçkinlere hitap etme gayreti abese süresini yorumlayanların kabulüne göre vahiyle kınanmış, seçkinlerin vahye rağmen davetine (Kafirun suresi) karşı da hep uyarılmıştır. Özellikle söyleyelim ki, o davetini her kesime, talip olan, kulak veren herkese yapmış; Hz.Ebubekir’e ayrı, Hz.Ömer’e ayrı ve Bilal-i Habeş’e ve hatta Ebu Cehil’e ayrı bir biçimde tavır geliştirmemiştir. Hz. peygamber hayatın içinde ve hayatın tüm katmanlarında bulunup sosyalitesini sürdürmeseydi -ki Muhammed’ül Emin olmasını bu sosyal ilişkilerde ki olumlu rolü sağlamıştır-öncelikli olarak tebliğin makes bulması noktasında maksat hasıl olmazdı. Vahye muhatap ve tabii ki Peygamber olmak ve kendisinden sonraki nesillere örnekliği taşımak bunu gerektiriyordu çünkü.

Yine Peygamberi örneklikten yola çıkarsak şimdinin insanı olarak bizim de aynı kriterlerle sosyalleşerek, yani içinde yaşanılan toplum katmanları ve bireyleriyle ilahi öğretiyi paylaşmak önkoşuluyla, bizatihi örnekliği üzerimizde gösterip anlatmak için yine sosyal boyutta kaynaşmamız olmazsa olmazlardandır. Bu doğrultuda Müslümanların yaşadıkları çağın gerçekliklerinden yola çıkarak diğer bireylerle ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi için sosyalleşme problemlerinin farkına varmaları ve beraberinde üstesinden gelmeleri gerekmektedir. Kaynaşma dediğimiz şey başta da değinmeye çalıştığımız gibi vahyin rağmına gelişmiş ideolojilerin sistemlerine entegre olmak değildir elbette. Unutmayalım ki içinde yaşadığımız siyasal zemin değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen, öncelikli olarak vahiy olgusunu, sonra peygamber gerçekliğini ve örnekliğini yok sayan kanun ve yasalarla bezenmiştir.

Basite alınmayacağını umarak bizzat hayatın içinden kesitlerle sosyalleşmeye engel olan/olabilecek birkaç meseleye değinelim.

Birinci sıra çok gündemimizde olduğu için gerçekte sosyal/toplumsal ayrışmalara sebep olan siyasallaşma olgusuna ait. Enformatik bombardımanın bizi kendisinden uzak tutmadığı, bizim de bile isteye konuşmaktan haz aldığımız, gerçekte Kur’an’i tasavvurun istediği şekliyle bize şuur/bilinç kazandırması gereken siyasetin gündelik dili, insani hasletlerimizi maalesef dumura uğratmıştır. İnsanı/toplumu, ilahi iradeye göre idare etme sanatı olarak İslam düşüncesi içinden tarif etmemiz gereken siyaset,  beşeri ideolojilerin elinde ve dilinde tiksinilecek ve kendisinden fersah fersah uzak durulacak bir kavram olagelmiştir. Bütün bunlara rağmen yaşadığı çağın gerçekliliklerinden bigane kalınmamasından hareketle tevhidi ilkeleri merkeze almış her Müslüman bu kavramı kendi inançları doğrultusunda yeniden formüle etmek ve gündemde tutmak durumundadır. Fakat bu temenniler doğrultusunda başlangıçta iyi niyetle mevcut siyasete soyunan insanımız neredeyse sisteme entegre olurcasına geçmişinden bağını koparmakta, içinden çıktığı topluma selam bile veremeyecek boyutta yabancılaşmaktadır. Kendilerini uyarmak ve ikaz etmek isteyenlere karşı da koruma ve iletişimsizlik bağlamında sekreterya duvarı oluşturmaktadır. En iddialı yaklaşıma göre zaten, gayr-i İslami düşüncelerle şekillenen verili siyasetin içine girmemesi gereken insanlar için de aslında telaşa mahal yoktur(!)… Çünkü o zemine bile dahil olmakla kaybetmiş gibidirler(!)..

Burada ilave edilmesi gereken başka bir sorun vardır ki önemli olan da budur.

Sendikalar, dernekler, vakıflar ve varlığı iddia edilen cemaatler bir şekilde inanç ve ideolojilerine göre kâh iktidara kâh güçlü muhalefete ram olarak icra-i faaliyet eylemektedirler. Siyasetin rengine göre her iktidar döneminde bu kurumlarda kendisine yer bulmuş birçok insanın makam/mevki ve statüsünün yine bu kurumlarda oluşturulan istişari merkezlerde üstelik yerel siyaseti de baskılayarak değiştiği/değiştirildiği bir realitedir.

İktidar değişiminde de önceki iktidarın atadıklarının sürgüne gönderildikleri, onların yerlerine yenilerinin görevlendirildiği ve bu sebeple devlet kadrolarında-nemize lazımsa söylemek- şişkinliğin olduğu ve yine bu sebeple bürokrasinin iş göremez hale geldiği, devlet bütçesinin ekonomik olarak çöktüğü hep söylenilir durulur.

Dikkat edilirse bu tür değerlendirmelerde insanın ahirete yönelik kaygılarından öte bu dünyaya yönelik beklentileri ve kaygıları merkeze yerleşmiştir. Bu durumu kendine dert edinen insanların inandığı değerleri topluma ulaştırmak, yani kendi çıkarları doğrultusunda siyasallaşmak dururken sosyalleşmek istenilen bir şey değildir artık. Onlar için sosyalleşmek kendi konumlarını çıkar doğrultusunda değiştirecek kişi ve kurumlarla birlikte olmaktır.

Hepimizin şahit ve ortak olduğu günlük konuşmalarımızda kim hangi belediyede, kim hangi kurumda, kim hangi işletmede vs. hangi makama yerleşmiş veya tersinden bakılırsa güya haksız yere tenzil-i rütbeye maruz kalmıştır onlar konuşulmaktadır.

Konuşulduğunda eleştirilen kirli siyasetin makam/mevki statü kazandırdığı insanımız, üzerinde durulması ve tartışılması gereken bir şekilde hem içinden çıktığı topluma yabancılaşmakta ve hem de kendi değerlerinden uzaklaşmaktadır. Bu sebeple ilahi iradenin doğrultusunda toplumu bilinç kazandırmak için istenilen siyasete değil de beşeri ideolojileri tahkim etmeyi amaç edinmiş siyasete uzak durarak, hesap verme gününe hazırlanmak/hazır olmak niyetiyle sair insanlara ilahi mesajı taşımak/paylaşmak adına sosyalleşmek olmazsa olmazlardandır.

Hatırlatma fayda vardır, makam/mevki/statü beklentilerinin iftiraya, dedikoduya, çekişme/nizaya sebep olduğu yaşanılan tecrübelerle ortadadır. Bu durumun Müslümanların temsil ettikleri inanç ve düşünceye uygun olmadığını, haliyle muhataplarımızı kendi değerlerimize davet etmemizi engelleyeceğini söylemek herhalde abes kaçmayacaktır.. Yine sendikal faaliyetlerden küçük bir örnek ele alırsak, buralarda işçi ve memurların insanca yaşam koşullarının oluşturulmasına yönelik olsun, işçi ve memurun görevlerini hakkınca yerine getirmek konusu olsun pek tartışılmamaktadır. Sendika vb.lerin genel karakteristiğine göre bunlar tali meselelerdir. Asıl mesele oralarda kendisine özgü siyasetin havasını koklayarak makam/mevki/statü peşinde koşmaktır ve özellikle de iktidarları tahkim edecek insan gücünü oluşturmaktır!

Bahsedilen bu meseleler basit gibi gelse de gerçekte insanımızı tüketen, buna rağmen başka insanlar için cazibe/çekim merkezi olan şeylerdir. O sebeple içinde bulunduğumuz yapılarda sosyalleşmeyi Peygamberi örneklikten yola çıkarak geliştirmek, insanımızı başka arayışlar içine sevk edecek söz ve eylemlerden ve dahi anlayışlardan uzak tutmamız gerekmektedir. Giden gider elbette ama buna bizim sebep vermemiz istenilen, arzu edilen bir şey değildir.

Bağlam kopuyor gibi görünse de İkinci mesele, birlikte icra-i faaliyet eylediğimiz insanlardan akşamdan sabaha bizim gibi bilmelerini ve her şeyi tıpatıp bizim gibi anlamalarını istememizdir. Tarihi verilerden de anlaşılacağı gibi inanan insanlar ve buna bağlı gelişmiş yapılanmalar imandan sonra elde ettikleri bilgiler neredeyse mutlaklaştırılmış ve müntesiplerden de bütün bunlara şeksiz şüphesiz bağlanmaları istenmiştir.

Oysa imandan sonra bilgilenme sürecinin bütün insanlar için aynı düzlemde gerçekleşmeyeceği hakikati ortada iken gelinen noktaya mutlaklık izafe edip, Kur’an’ın da(Al-i İmran/103) ikaz ettiği tefrikaya davetiye çıkaracak davranış/tavır geliştirmek olması gereken değildir. Bu durumun günümüzde de görüldüğü gibi içe kapanmacı, seçkinci ve belki de elitist bir yapılanmaya sebep olduğu bir realitedir. Bu anlamda Müslümanların öncelikli olarak kendi aralarında inançtan sonra sosyal anlamda vahdeti sağlamaları gerekmektedir. Ütopik gibi görünse de bu temenniyi sık sık dile getirmek nihayetinde tebliğ vazifesini üstlenmiş herkesin üzerine vazife olsa gerektir.

Diğer taraftan iman gerçeğini reddeden insanlarla, kendilerine tevhidi/hakikati duyuran, anlatanlara karşı bizatihi kendileri “ötekileştirme” ameliyelerini gerçekleştirmedikleri sürece onlarla beraber hayatın içinde olmak gibi bir zorunluluğumuz vardır. Önemine binaen söyleyelim ötekileştirme iman olgusundan sonra zihinsek aktivite bağlamında ve bireysel anlamda zorunlu olarak istenilen bir şeyken, sosyal anlamda arzu ve tavsiye edilen bir durum değildir, ta ki cepheleşene kadar.

O yüzden sosyalleşme olgusu dâhilinde inanmama konusunda tavır geliştiren insanlarla olan ilişki biçimi üzerinde de ayrıca kafa yormak gerekmektedir.

Yaşadığımız zaman dilimini göz önüne alırsak sürekli bir itiş kakış durumu içinde olduğumuzu kabul etmek durumundayız. Onlar ve bizler; o mahalle, bu mahalle kavgaları alıp başını gitmektedir. Tekrardan vurgu yaparsak bıraktık kendisini İslam dairesi içinde tanımlamayanları Müslüman kesimlerde de mahalle kavgası yaşanıp durmaktadır. Bu sıkıntıya karşı alınabilecek önlemler, uygulanabilecek yöntemler Kur’an’da tanımlanan iman ettiğini iddia eden insana ait rol modeli bilmek ve anlamakla mümkündür. Bu itiş kakışın bizi seyredenler tarafından “Kendilerine çeki düzen vermiyorlar, kalkıp bize ahkâm kesiyorlar!” mazeretinin üretilmesine sebep olmaktadır ki bu söze hiçbirimizin kulağı yabancı değildir.

Bu bağlamda söylenebilecek son söz şudur. Bilgi edinme/öğrenme insandan insana, coğrafyadan coğrafyaya göreceli olarak değişebilen bir olgudur. Olması gereken, enformasyonun olanca çılgınlığıyla seyr-ü sefer ettiği bu vasatta ilahi iradeyi merkeze koyarak en sahih bilgiye ulaşmayı çabalamaktır. Bu süreç içinde bilgilenmede eşgüdüm, paralellik mümkün olmayacaktır. Geçmişe atıf yaparsak yirmiüç yıl gibi süreç içerisinde yakinen şahit olamadığımız olaylar ve anlayışlar çerçevesinde vahyedilmiş hakikatin kitaplaşmış hali olan Kur’an’ın akşamdan sabaha şıpın işi, iman etme konusunda değil bilgi bağlamında anlaşılmasını beklemek safdillik olur. Bu çerçevede gelişebilecek anlam farklılıklarının sosyal ayrışmalara sebep olması da herhalde tercih edilen bir şey değildir.

Üçüncü mesele ise zenginlik ve bir kısmına yukarıda değinmeye çalıştığımız makam/mevki vb. sosyal statülerin farklılığı ve haliyle bu farklılığın insanlarla ilişkilerimizi olumsuz şekilde yönlendirmesidir.

Müslüman olduğumuz gerçeği ortada olduğundan bu ifade edilemez ve savunulamaz ama nasıl oluyorsa artık yaşanır ve yaşatılır. İnsanların birbirleriyle olan teşrik-i mesailerinin bu ön kabuller noktasında şekillendiğini inkâr etmenin de gereği yoktur. Bugün bazı cemaatlerin toplumda ekonomik, siyasal ve sosyal gücü olan insanlara daha bir rağbet ettiği bilinen bir durumdur. Bu işleyişin iki taraf açısından tavizlere yol açtığı, insanları kimlik erozyonuna uğrattığı ve en kötüsü de vahyi ilkelere rağmen diğer din ve ideolojilerle mağlubiyet psikolojisi doğrultusunda uzlaşmaya sebep olduğu ortadır. Güce yaslanarak güya sosyal gelişmeleri ama aslında siyasal pozisyonu tetiklemek sloganik kabul edilmezse eğer, ilk davet yıllarının gerçekliğiyle örtüşen bir durum değildir. Hakeza Hz. Peygamber’in iki Ömer’den birinin Müslüman olmasını istediğine dair rivayetlere yaslanarak bu davranışı meşrulaştırmaya çalışanlar, rivayetin Kur’an’i gerçeklikle bağdaşmadığını görmek istememektedirler. Abese süresinde de örneklendirildiği gibi böyle bir girişimde bulunmak razı olunan bir tutum değildir. Bu faktörlerin sosyal ayrışmaya, sınıfsal çekişmelere, haset ve kibre, Kur’an’i karşılık olarak tekebbürce bir tutuma, istiğna/müstağnileşme vb. gibi olumsuz kavram karşılıklarına doğru insanı evirip çevirdiği gerçeğini hatırlatma herhalde fayda vardır.

Hülasa;

Daha özele inersek yakın geçmişte RP, şimdinin AKP’si içinde görev alan ve gençlik yıllarında umut vaat eden bir dolu insanımızın çarkın işleyişi arasında yenilip yutulduğu, durumu tavzih eden eleştirel yazılarda dile getirilmektedir.

Bu zaafiyet ve çöküntü sistem mühendisleri ve sosyologları tarafından zaten önceden hesaplanmış ve istenilen bir şeydir.

Toplum ve bireylerinin tepeden tepeden jekoben bir edayla idare edilmesinin; onların anlam dünyalarının iktidarın arzu ve emelleri doğrultusunda manipüle edilmesinin bir aracı olan siyasi partilerin, bu partilere oy vererek/verdirerek kendi ikballeri doğrultusunda ram olmuş bir takım cemaat ve tarikatların yüzbinlerce insanı nahak yere kamplara böldüğü ve siyasi hırs nedeniyle tarihte de örnekleri yaşandığı gibi birbirlerini kırdırdığı bir vakıadır… İlave edelim, garip olan şu ki; uydum kalabalığa tarzı davranış sergileyen insanlar, güya bunun farkında olmadan ve güya kendilerini siyaset yaptıklarını zannederek egemen siyasetin gücüne kendilerinden olanları ezme ve ötekileştirme pahasına katkıda bulunmaktadırlar. Siyasal zeminin toplumları ayrışmaya götürdüğü, yineleyerek söylersek kavgalara ve siyasal cinayetlere yol açtığı bilinen bir gerçekliktir. Hakeza, insana hizmet etmek için yola çıkanların bir müddet sonra kendi menfaatleri doğrultusunda yoldan çıkıp başka insanları ezmeye ve katletmeye yönelik çatışmalarını içinde yaşadığımız vasatta ayan beyan görmekteyiz. Müslüman olduklarını beyan edenleri kendi siyasetine ram olmadığı gerekçesi ile Yahudi uşağı, siyonizmin hizmetçisi ilan eden sair Müslümanların söylemleri hiçbirimize yabancı değildir. Bu tutumun Kur’an’i kavramlardan yola çıkarsak müstağnileşmeyle ve istikbar sahibi olmakla neredeyse eşdeğer olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek. Kaldı ki gerçekte her iki tarafın da meşru bir zeminde, vahyi ilkelerle bezenmiş kanun ve yasalarla siyaset yapmadıkları da ortadadır.

Dolayısı ile bütün bu problemlerin üstesinden, eleştirsek de içinde bulunduğumuz toplum/insanlarla Kur’an’ın tarif ettiği değerler manzumesi çerçevesince, ta ki onlar aksini istemedikleri sürece sosyal bağlarımızı sürdürerek gelebileceğimiz izahtan varestedir

Bütün bunlar, yine eleştirdiğimiz inanç ve ideolojilerin ama global ölçekte olsun ama yerel ölçekte olsun yeryüzü temsilcilerinin tuzağına düşmeden olabilecek bir şeydir.

Moda tabirle sosyalleşmek, çirkin/kirli siyasete ram olmadan, toplum/insanlardan kopmadan, kopmayı gerektiren zaaflara duçar olmadan ve en önemlisi Kur’an’i gerçeklikten ayrılmadan ve tabii ki sahih İslam düşüncesini yaşadığımız çağa özgü olarak insanlara ulaştırmak bağlamında özellikle yerine getirilmesi istenilen bir görevdir.Bunun Karşılığı da İslam düşüncesine özgü olarak elbette ki  emr-i bil maruf nehy-i anil münkerdir.

YAZIYA YORUM KAT