1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Siyaset, masumiyet ve öğrenciler
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Siyaset, masumiyet ve öğrenciler

11 Aralık 2010 Cumartesi 00:56A+A-

Ulrike Meinhof'un hayatını okuyorum. Yakın dönemde yaşananlara meraklı olanlar bu ismi hemen hatırlayacaklardır. Ulrike, bir dönem Almanya'da çeşitli eylemlerle ismini duyuran "Kızıl Ordu Fraksiyonu"nun lideridir.

Kitap, babası beş yaşındayken ölen, annesinin bakamadığı, üniversite öğretim üyesi ve bir aktivist olan manevi annesinin yetiştirdiği, hayatını iyi bir Hıristiyan olmaya adamış gibi gözüken, yaşanan her şeye karşı son derece duyarlı, neredeyse azizece davranan bir genç kızın nasıl bir eylemciye dönüştüğünü anlatıyor. Çocukken arkadaş çevresindeki herkesin hor gördüğü, oyunlara almadığı engelli bir çocuğu nasıl kollamaya, ona sahip çıkmaya çalıştığını görüyoruz. Bir gün manevi annesine şöyle der: "Galiba onunla evleneceğim. Çünkü onunla kimse ilgilenmiyor, göz kulak olmuyor. Öyleyse bunu ben yapmalıyım." Aynı duyarlılık onu toplumsal eşitsizlikler konusunda da "hemen, şimdi" bir şeyler yapmaya ittiğinde, en kestirme yol olarak eylemi görmüştür.

Ulrike'nin hayatı, Almanya hapishanelerinde "kendini asmasıyla" son bulur. Gerçekten öyle olup olmadığı şüphelidir, çünkü "çete"nin diğer önde gelen lideri A. Baader de 1977'de hapishanedeki hücresinde ensesinden vurulmuş olarak bulunmuştur.

Yazı bizim öğrenci olaylarıyla ilgili, ancak konuya Ulrike ile girdim. Kastım, eylemci öğrencilerin birer Ulrike olmak istedikleri değil. Sadece iki hususu öne çıkartmak istiyorum: Birincisi, insanların hayatları düz ve klişelere sığdırılacak bir hayat değildir. İki, bazen toplumsal ve politik şartlara ilişkin en derin insani duyarlılıklar kişiyi bambaşka bir bağlama savurabilir. Çok açık, Ulrike ve onun yöntemine dünyanın farklı yerlerinde ortak olanlar başarılı olamadılar. Ancak kendini iyi yetiştirenler, entelektüel, politik, iktisadi elit düzeyine yükselenler toplumu değiştirme konusunda çok daha ciddi bir imkân elde ettiler. Muhtemelen Ulrike aynı duyarlılık, toplumsal/politik ilgi ve bunların teşvik ettiği çalışma disiplini ile başka bir yol tercih etseydi, Almanya'ya olduğu kadar insanlığa da daha fazla hizmet ederdi. Ondan geriye kalan yaralılardan, ölülerden, bombalardan ve bütün bunları gerekçelendiren parlak sözlerden oluşan bir miras.

Bu tür keskin eylemciler, kendilerini şöyle meşrulaştırıyorlar: Toplumsal şartları hızla değiştirmek için mevcut gayri meşru düzenin çarpıklığını görünür hale getirmek, çelişkilerini açığa çıkartmak ve onu krize sürüklemek için "eylem" gerekir. Bunun hemen yanında ise pratikle desteklenen bir devrimci profili söz konusu. Eylemin dışındaki diğer yollar düzenle uyumu ve barışı zorlayabilir, kişiyi dönüştürebilir. Bunlar da eylemcilerin çelişkileri. "Düzen" krize sürüklenebildiğine göre, ondaki esneklik, tahayyül edilen bir "adil" yapıya doğru çevrilmesini de vaat etmez mi? Bu yol iğneyle kuyu kazmak gibi geliyorsa, doğrudur, zaten iğneyle kazılmayan kuyu işlevini yerine getirmiyor, bazen de ölüm kuyuları oluyor. İkincisi ise, "devrimci düşüncelerin" düzenin gerçek hayat şartlarına dayanamayan bir zayıflıkla malul olduğu, eylem ile ona sahte bir iklim sağlandığı fikri ikrar edilmiş olunuyor.

Gelelim bizim eylemci öğrencilere. İlk eylem, Dolmabahçe'de Başbakan'ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto etmek, orada "seslerini duyurmak" için planlanmıştı. Polis, otobüslerle İstanbul'a gelen öğrenci gruplarını şehre almadı, direnenleri de "güç kullanarak" dağıttı. İkinci eylem, SBF'de Burhan Kuzu'ya ve daha düşük düzeyde CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum'a karşı yapıldı. Batum protesto edildi, Kuzu'ya yumurta atıldı. Protestoya maruz kalan siyasiler eylemleri kınadılar, öğrencilerden çok üniversite yönetimini gerekli tedbirleri almadıkları için eleştirdiler. Öğrenciler de "bu eylemlerden hoşnut kaldığı anlaşılan, buradan iktidara karşı bir muhalefet potansiyeli çıkar mı, ilgisine sahip, ancak bu dikkatlerini tarafsız habercilik ve olayları tüm yönleriyle kamuoyuna aktarma bağlamına yerleştirerek meşrulaştırmaya çalışan" TV kanallarına konuk oldular. Hemen belirteyim, muhakkak olayların faili olarak öğrenciler ne düşünüyorlar, olup bitenleri nasıl okuyorlar, bundan kamuoyunun haberi olması gerekir ve medyanın buna aracılık etmesi çok normal. Ancak buna ilişkin haberciliğin "iktidar ilişkileri" bağlamına yerleşmesi, iletilen anlamın rengini değiştiriyor. Söylemlerinden "siyasal masumiyet"e büyük önem verdikleri hissini doğuran öğrenciler bu okumayı yapabiliyorlar mı belli değil. Aynı şekilde "amacın masumiyeti" araçları mubah kılar, diye de düşünülebilir. Ama üniversite eğitiminin, branşı ne olursa olsun, amaçla aracın birbirini dönüştürdüğüne dair bilgiyi onlara vermiş olması gerekir.

Eylemci öğrencilerin, "rahat rahat oturmak yerine polisle çatışmak, dayak yemek, risk üstlenmek ve bütün bunları toplumun çıkarları için yapmak" şeklindeki bir anlatı üzerinden kendilerini gördükleri ortada. Fikirden, yöntemden, analizden doğrudan eyleme ve onun dramatik sonuçlarına dayalı bir haklılık ve masumiyet üreten bu dil tehlikeli. Tıpkı Ulrike gibi, hassasiyetleri olan insanları siyaset ne olursa olsun, bir ok gibi öne fırlatan bir dil bu. Bir kere böyle bir "haklılık ve meşruluk" temeli oluşturulduktan sonra, diğer toplumsal kurallar da artık daha naif ve teferruat kabilinden "şeyler" olarak görülmeye başlanır. Yumurta mı atılmış, insanların canı mı yanmış, ne önemi var. Bizim de canımız yandı. Eylemimiz marifetiyle varmak istediğimiz hedefin büyüleyici temizliği süreç içinde yaşanan her tür "kirli görüntü"yü mazur hale getirir. Konuğa saygı, nezaket, şehirli bir hayatın değerleri yerlerini devrimci tahayyülün çatışmaya dayalı tasarımına bırakır.

Bir başka husus şu: Öğrenciler için öncelikli olan "İstanbul'un rövanşını almak, siyasileri cezalandırmak" düşünceleridir. Ancak televizyon kanallarında bu tür bir anlatım sevimsiz olacağı için, öncelik "demokratik protesto hakkının kullanılması, eşitlikçi olmayan bir iletişim biçiminin reddedilmesi" kılığına bürünmektedir. "Demokratik haklar" her siyasi grubun doğruluğunu kendi siyasi algısından çıkartabileceği bir ilkeler seti değildir. Bunun egemen olduğu bir toplumsal yapıda "şiddet" aynı gerekçe ile sürekli kendisini yeniden ve daha üst düzeyde üretir. Yine "demokratik haklar" çerçevesinde yumurtadan sopaya, oradan da başka araçlara geçmek zor olmaz. Yeter ki bir kere o yola girilsin. İkincisi ise eşitlik talebi. Fakülteye konuşmaya gelmiş bir siyasi ile dinleyici olan öğrenciler zaten "eşit" olamazlar. Tıpkı derslerde hocaların öğrencilerle eşit olmaması gibi. Farkı doğuran "şiddet, çıkarları korumaya dönük bir otorite" olsa bu haksızlıktır, fakat farkı doğuran "bilgi" ise eşitsizlik eşyanın tabiatı icabıdır. Fikrin yerini eyleme terk ettiği bir dünyada, bileği güçlü olanın düşünürler hiyerarşisinde yukarıya doğru tırmanması ve nihayet her şeyi bilmesi olağandır. Ancak böyle düşünen birisi, konferansa gelmiş kişiyle "eşitlik" talebinde bulunur, hatta onu gerektiğinde başka yöntemlerle "aydınlatmaya" çalışır.

Öğrencilik insanın hayatında çok önemli bir dönem. Politik örgütlenmeler üzerinden "erken bir kifayet duygusunu" öğrenciye sunan çok ciddi bir tuzağa karşı dikkatli olmak gerekiyor. Zaten tekemmül eden kişinin yol ve yöntemi de farklı oluyor. Marks'ın dediği gibi "Yanılsamalardan kurtulmanın yanılsamalar doğuran bir şarttan kurtulma" olduğunu anlıyorlar. Şartları da "şiddet" değil, fikir dönüştürüyor.

Nihayet şunun altını çizmek lazım. Polis gücünün öğrencilere karşı kullanılmasında çok sabırlı olmak, şiddeti en son seçenek olarak görmek gerekir. Çünkü polisin gücü, sıradan eylemciyi, bedensel acıları üzerinden keskinleştirir. Kitapların yapamadığını biber gazı, cop yapar. Ayrıca öğrenciler bizim çocuklarımız. Küçük çocuk kimliğini ve reşitliğini ana babasından, üniversiteye giden çocuk ise toplum ve devlet üzerinden kazanmaya çalışır. Onlara bir ölçüde bu fırsatı vermek yarın toplumsal hayatta oynayacakları kendilerine güvenli rolleri bakımından da değerlidir.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT