1. YAZARLAR

  2. Yıldız Ramazanoğlu

  3. Şiraz’dan Haberler
Yıldız Ramazanoğlu

Yıldız Ramazanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Şiraz’dan Haberler

29 Ağustos 2007 Çarşamba 13:10A+A-

Şiraz havaalanına iner inmez doğru Persepolis"e gittik. Burası antik bir Pers şehri. Taht-ı Cemşid deniliyor halk arasında. Öyle muhteşem bir insanlık deneyimi ki uzun bir yazıyla özel olarak anlatılması lazım.

 

SADİ

 

Oysa ben hemen Şeyh Sadi"yi anlatmak istiyorum. Şiraz toprağından, Bağdat"ımızda yetişmiş bir 13. yüzyıl bilgesi ve şairi. Kerim Han Kalesi Sarayı"nın avlusunda derin hikmet dolu bir uykuya dalmış. Gülistan"dan sonra şimdi de sessizliğiyle büyülüyor gelenleri. Mezarı taş işçiliğinin en  mahzun ve mütevazı motifleriyle, kazınmış dualarla süslenmiş. Toprak rengi bir istirahat yeri. 

 

Mezar toprağın içinden yükselmiş bir gövde gibi hem hayatla hem ölümle uyumlu. Çevresini dolaşıp bir adam boyundaki bu mezara baktığımızda, içimizde bu dünyadan ne kadar hızla geçip gittiğimiz duygusu kat"i bir netlikle belirdi. Bir mezarın etrafında dolanan hayatlarımız. Kubbenin duvarına şiirleri kazınmış yıllar öncesinden. En çok dikkatimizi çeken ve biraz da şaşırtan şey gençlerin buraya hem de hafta içi bir günde akın etmiş olmaları. Yılın her günü  böyle bir hal olduğunu, mekanın dua eden duvardaki şiirleri okumaya çalışan gençlerle dolduğunu duymak Sadi"nin bir gülistan içinde medfun olduğunu aynel yakin hissettirdi.  Nasıl umutlanmaz insan gelecek nesiller için. 

 

Gençlerle birlikte duvara yazılmış olan şiirlerden birini okumaya çalışmıştık : sadece bir gece yolculuğundan ve yıldızlardan sözettiğini öğrenebildim. Farsça bilmez misin böyle kalırsın işte dedim kendime. 

 

Lise yıllarında okumuştum annemin Bostan ve Gülistan kitabını. Kitap yoktu bende epeydir. Hemen kaliteli bir basım almaya karar vermiştim ki, İstanbul"a döner dönmez Erzurum"dan gelen Vedat Aydın Mehmet Kanar"ın Gülistan tercümesini hediye etti. Bu denk düşmeyi nasıl izah etmeli, tam da Şiraz"ı yazarken. Açıyorum bahtıma bir sayfa gözlerimi kapatıp. Hiçbir şey yapmayıp, ahiret yolculuğuna çıkan kişiye yazık/Göç kösü çaldığı halde o yapmamıştır yol hazırlığı henüz/Yolculuk günü sabahının tatlı uykusu eder yolcuyu yolundan/Bu dünyada yeni bir bina yapan giderken, bırakır konağını başkasına/ Sonra gelen de kapıldı aynı hevese/Oysa bitiremez kimse bu binayı.

 

Taş merdivenlenden aşağıya indiğimizde bir de ne görelim. Mezarın altından çağıldayan bir su akmasın mı. Nereden gelir nereye gidersin diye sorası geliyor insanın. Kenarına hemen sandalyeler dizilmiş kimi çay içiyor kimi nargileyle demleniyor. Herkesin gözü sürmeli gibi güzel. Sanki bir film platosu. Bu kadar mı güzel olur insanlar.

 

Rutubet vardı ama kimsenin aldırdığı yoktu. Çünkü bu suyun Şeyh Sadi"nin mezarından kaynayıp geldiğine inanılıyormuş. Bu kadar karanlık yerde balıkların kaçıp gitmek yerine eksilmeyen büyük bir kalabalık oluşturmaları, burada bir keramet olmasının delili olarak kabul edilmiş. Gerçekten böyle karanlık denebilecek gökyüzüsüz bir yerde balıkların coşkuyla yüzüp durması binbir hayal düşürüyor insanın gönlüne.  

 

Seneninn son çarşambası içinde cin sihir büyü olduğu düşünülen insanlar buraya getirilip şifalı suyla yıkanıyormuş. Taslarla başından aşağı hani.  

 

Şehirde dolaştıkça yürüdükçe içimizden Hafız"la ne zaman karşılaşacağız diye geçirmeden edemiyorduk. 

 

Şehrin ritmi alıştığımız şehir ritminden çok farklı. İçlerin sesi duyulacak kadar güzel bir sukunet var. Bu şehir bana oldukça şeffaf göründü. Bu dünyada makine gürültülerine boğulmadan önce neyi yaşıyorduk bize bunun ipuçlarını verdi. Şehre yukardan bakınca da aşağıya inince de aynı şey. Ölüm ve hayat arasında bir soğan zarı bile yok, burada birlikte yaşanıyordu sanki ölüm ile kalım, bunu anlamak lazım. Kalbin anlamını düşündürdü huzurlu sokaklar. Kalp nedir, neye yarar. Bu sorular sanki unutulmuş da, kalbi olan bir şehirle karşılaşınca hemen hatıra gelmiş. Şehir ölümün şefkat ve alarmla yaklaşması gibi geliyordu bizden doğru. Yere basmamız, zamanın işlemesi, ölümün kalbimizle aynı anda tıkırdayan ayak sesleri. Her nefis mi tadacak, herkes mi.  

 

Şiraz"da 1.5 milyon insan yaşıyor. Turunç ağaçlarının meyvaları birer lamba gibi, cennetten çıkmış birer armağan gibi bizi her sokakta her parkta ve bütün çay bahçelerinde karşıladı. Şehrin nişanesi. Şiraz tam bir tarım şehri, bitki dostu. İnsanları doyuran, besleyen anaç bir  şehir. Toprakla uğraşılan şehirleri mübarek görürüm ben. İnsanları da verici olur. Burası ise fasılasız dört bin yıldır toprakla uğraşan, damarlarında doğa gezinen bir kent. Şiraz"a sır şehri anlamında şehr-i roz denmiş. 18. yüzyılda başşehir olan bu şehirde saltanatın belgeleri  saklanmış yüz yıllarca.

 

Hafız için sabırsızlanarak Persepolis"ten aşağılara iniyorduk. Biz acele ettikçe kudret eli bizi dolandıracak ve hikmetinden sual olunmayacak bir güzellikle tam akşam ezanı okunurken şaire kavuşturacak. Bu saat ona ve bize ne kadar yakışan bir vakit oldu. Gün çekip gitti,  karanlık indi diye zeval vakti hüznüne kendimizi kaptıracakken bir aydınlanmayla yeniden gündüze kavuşmuş gibi parıldayacaktık, bu da olacaktı sonunda.

 

Ama vakit öğle ve bu şölene daha var. Şimdiki zamanda ilk ilgimi çeken bir askerdi. Telefon kabininde biriyle konuşuyor. Onu halden hale geçmiş, antik günlerden, binbir inançtan dolanmış son durak olarak Müslümanlıkta karar kılmış bir Persepolis çocuğu suretinde görüyordum. Anayolun kenarında çadorlu genç bir kadın bir sandalyeye oturmuş bir yandan cep telefonuyla konuşuyor, ikinci eliyle sigarasını içiyor maharetle. Konuştuğu kişi karşısındaymış gibi kahkahalar atmayı da ihmal etmeden. Antik zamandan İslama, dinle meczolan siber çağına akıl erdirmeye çalışıyordum doğrusu. Kadın beni düşündürdün dedim ona doğru içimden.  

 

Hiç alakasız bir şekilde kafamda uzaklar çarpıştı.   

 

İnsanların yeni yazılmış ya da varlığından yeni haberdar olunmuş bir kitaba ulaşmak için çölleri aşarak dağlardan geçerek uzun yolculukları göze aldıkları zamanları düşündüm. Bir şehir hakkında, mesela adalet kavramına nasıl yaklaşıldığı hakkında tutarlı bir şeyler duyabilmek için. 

 

Geçenlerde bir gazeteci arkadaşım söylemişti. Bir yerel yönetim İstanbul"la ilgili muhteşem bir kitap yollamış her bir kişiye. Değerli bilgiler, olağanüstü güzel fotoğraflar...Açıp bakan bile olmuyormuş. Yerlerde sürünüyormuş kitaplar bolluktan. 

 

VEKİL camiini, hamamı ve pazarı nasıl olsa gider görürsünüz ey okur! Ben size oteldeki piyano çalan adamdan sözetmek isterim. Akşam yaraları iyileştiren bir ses geliyordu kulağımıza. Tuşlara basan parmak uçlarındaki duyarlılık bire bir içe işleyen bir ritimdeydi. Klasik batı müziğini Fars ruhunun herkesi anlayan genişliği içinde yorumlayan bir İranlı piyanist. İnsanla kendisi arasındaki bütün yabancıları aradan çıkaran anlatılamaz bir uslup.  Üzerimizden yetimlerin başını okşayan bir şefkat eli gibi geçiyordu. 

 

Çay içerken Hüma kuşu geliyor birden kesme şekerin sarıldığı kağıdın üzerinde. Bunun beni ne kadar heyecanlandırdığını anlatamam. Bu efsane olmuş masal kuşunun şeklini ilk kez görüyordum. Kuyruğu tam bir şaheserdi. Şeker kağıdını hemen sakladım. Kuşumun kimin başına konarsa ona uğur ve kısmet getirdiğini biliyordum. Tam bir hayat öpücüğüydü. Fakat benim için onun şeklini görmek, kağıdını saklamak, içindeki şekeri çayıma atmak yeterince muhteşemdi. Bundan büyük bir kısmet düşünemiyordum. Artık Hüma"nın resmi her nerede görüle, tiz bana ulaştırıla dostlarım.

 

ÇARŞI

 

Tahmin edileceği üzre birçok müze var tabii. Anlatmaya değer elbet. Fakat insanlardan sözedeyim öncelikle. Vekil külliyesinin çarşısına daldık. Çarşı biz kadınların asla atlayamayacağımız bir yer. Yorgunluktan ölsek te vazgeçmek olmaz. Bir şey almak mecburi değil ama bakmak şart. Ağlayan bir çocukla göz göze geldik. Çocuk tüm masumiyetiyle gözünü kırpmadan bakıyordu. Beni bir yerden tanıdı. Ben komşu kadın. Yüzyıllar önce ikimiz de aynı yaştayken ben bir küçük kız iken buralarda bir kez daha karşılaşmışız da böyle bakışmışız sanki annelerimizin elini tutarak. Bir oyun tutturmuşuz isimlerimizi bile sormadan.  

 

Yaşlı bir Pers erkeği. Karşımdan geliyor. Ona yol verdim. Gözleri beni etkiledi. Herşeye sönmüş bir arzuyla bakıyordu. Bu bakış buralara özgü mü. Her yerde bu yaşta erkekler böyle mi bakar. Hiç öyle değil. Bu içinden bu dünyanın geçip gittiği ama öteki dünyanın görülmeye başlandığı bir bakış. Ayna gibi şeffaf. Sırlarla sırlanmış bir bakış. Pers erkeğinin kumaşlar arasında kaybolmuş biz kadınlara ibretle bakışını görünce değişti halim. Gözüme bir şey oldu. Demek yüzyıllardır böyle tutkuyla dokundu kadınlar kumaşlara, sarı ve beyaz madenlere..Büyük küçük bütün gözbebeklerini tutsak alan yosun istilası. Yosunların en son görme merkezine dal atması. Kapatması. Öteki dünya kapalı. Bir ihtiras ve tutku. Sarı ve kırmızıdan ne haber diye akıl çelmeler. Bir çelmeyle yere kapaklanmalar. Çarşının parlaklığından göz gözü görmezken Fars erkeğinin bakışlarıyla bir an karşılaşan yosunlu gözlerim. Yüz binlerce yıldır bizim gibilere tanık olmuş, doymuş bir tanığın yüzü. Doymuş yüzleri çok severim. Hiç beklenmedik bir anda gencecik birinde de çıkıverir ortaya. Tutkusuzluk mu. Hiçlik ve boşluk mu. Başka tutkular mı. Rimbaud ateşi mi genç yaşta. Yolda düzülen kervan. İnce yollara sapmış, dünyanın ana yolundan sapmış, yoldan çıkmış insan. Horlanan kişi.

 

Esnaf ne kadar olgun ve talepsizdi bir bilseniz. Bekliyorlar sessizce. Okuyanlar vardı. Gazetesini açıp. Kitabını açıp.

 

Pırıltılı kumaş toplarını rulolarını bir el arabasıyla taşıyan adam arabayı hızla sürerken bana çarptı. Bacağım çok ağrıdı. Kemiğimi kırdı sandım öyle yani. Bir üzülmek. Bebahşi dedi birkaç kez. Tamam, lütfen, dert etme, affettim seni, camilerin her noktasını nakışlayan kardeşlerimin kardeşi. Sen onların bir parçası değil misin. Nakışlar aşkına. 

 

Bir de seksen yaşlarında bir adam koca küfe dolusu kadın kumaşı taşıyordu. Sırtında hem de. Ona kimse dur dememiş, diyememiş, diyemez. Yüzü keskin ve izzetli. Korku verecek kadar kararlı. Hareketlerinde genç bir adamın kıvraklığı var neredeyse. Yüzü yaşlanmış biraz. İşte bu adam şu gün şu saat itibariyle beni Doğuyla karşılaştırdı. Evet o beni. İçimde birden manevi bir coğrafyanın bilinci ışıdı. Sessizce bir söylev yükseldi. Doğu nedir kardeşlerim. Bu adamdır işte. Bu adamın yüzündeki anlatılamaz ifadenin sağ yanağımda açtığı bıçak yarasıdır. Bu izle yaşadığım şehre dönecek olmamdır. Herkesin yanağımdaki derin oyuğu hangi acayibin açtığını soracak olması benim de susup kalacak olmamdır. 

 

Çarşı ne tuhaf. İlk insanlardan bir sonrakilerin ürünleri var. Dokunmuş halılar, kakmacılık, hasır örmeciliği, hatta keçe bilir misiniz, işte o. Taş oymacılığı. İnanılmaz güzel el dokuması keseler. Mektup koy, koku koy, takı, hurma, inci, incir, Laristan kınası, zaferan, nar, ne istersen. 

 

Nasir ül Mülk mescidine vardığımızda bizi karşılayan tiyatro sahnesi unutulacak gibi değildi. Mescidin içinde hz. Hüseyin"in 40. Günü(Erbaa) anma toplantılarında sahne alacak bir tiyatro gurubu prova yapıyordu. Bir mescidde tiyatro provası Fars dünyasına yakışır bir güzellikti. Kostümleri giymişler, rollerini ezberliyorlar. Yeşil giyinmiş olan adam iyileri iyi tarafı, kırmızı giyinmiş olan da kötüleri temsil ediyordu, sarı kostümlüler de ortada olan sıradan insancıklar. İnsancık dememi sadece seyreden müdahale ya da inisiyatif gücü enerjisi olmayan haklıdan yana duracak bir hayat belirtisi göstermeyenler için kullanmış gibiyim. Ya yanılıyorsam, ya bu halin içinde de nice kutu kutu haller varsa, cehaletimden kestirip atıyorsam. Her suskunluk acz mi ki. Gün doğmadan bu sessizlikten neler doğar, doğmuştur nitekim. 

 

Şehirden hayal gibi geçip gidiyoruz. Bağ-ı İrem köşkünden de. Çoktan mahvolup giden İrem bağlarından kinaye yaptırılmış. Yakın zamanların eseri. Gökyüzüne uzanan servi ağaçları sanırım huzuru simgeler. Çılgındır bu ağaçlar. Köşk çepeçevre gül tarhlarıyla kuşatılmış. Köşkün dış cephesi çini süslemelerle dolu. Ortalarında her biri yakın dostumuz olan Yusuf"un Züleyha"nın, Ferhat"ın ve Şirin"in olağanüstü içli tasvirleri var. Bu bizi kendimizden geçirdi.  Güller yok daha. Biz Mart sonu gittik. Hepsi tomurcuğa durmuş. Buna dayanmak çok zor. Bu gizlilik ve örtülme ağlama yaratır. Binlerce tomurcuk, içleri dolu. Ümit ve korku içinde bekleme. İçlere görderme hali. Dağların taşların içi dolu. Hepimizin sırrı bu tomurcuğun içinde. Açmış bir gül insanın aklını başından alır. Açmamış tomurcuk ise Hıra dağındaki sarsıntıya kadar götürür insanı. Nasıl okusun. Öğretilmeden renkler görülmeden bildirilmeden. Bu tomurcuk denizinde düşünüp naçar kalınca ayetler gökten yağmaya başladı. Zamanımızı yerimizi yurdumuzu şaşırdık. Bildiğimiz herşeyi unuttuk. Sanatın kaynağından şaheserler. İçimiz hasret doldu. Elden ne gelir. Not alacaktım bu acayipleri. Yakalayamıyordum ki akışı. Bir ara platform olsun. Bizi biri tutsun yuvarlanıp gitmeden. Hafız"a ne zaman diye kısık sesler çıkıyor boğazımızdan. Sığınma imdat istimdat. Hafız"ın düşü. Hafız"ın izi. Ne olacaksa. 

 

O günlerde Tahran"da siyah bayraklar dalgalanıyordu. Yas günleri malum, Safer ayında da sürüyor. Hergün Aşura hergün Kerbela. Peygamberin torunu için yüzlerce yıldır milyonlarca insanın olay şu an gözlerinin önünde cereyan ediyormuş da çaresiz kalmışlar gibi sıcak gözyaşları dökmeleri dünyanın en kalpli olayı. Bu acı kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldı, işte bu noktada artık hayranlık makamındayız. Dünyayı sulayın gözyaşlarıyla kardeşlerim, biz yapamadık. 

 

HAFIZ

 

Ömer Hayyam Nişabur"da yatıyor dedi birisi. Ben de 1993 de Tus şehrinde ziyaret ettiğim şair Firdevsi"yi andım saygıyla. Şehnameyi hatırladım içim burkularak. Homeros"un İliada"sı gibi ibretlik destansı eser. Hafız krizi. Sabırsızlık sızlanma, ah u vah had safhada. Nihayet Hafız"ın kabri başındayız. Şehrin sinir ucu. Sadede gelinen nokta.

 

Görkemli bir türbe yapılmış. Şatafatla başı hoş olmayan biri olarak nedense gözüme batmadı.  Çünkü sade bir görkem. Bazen gerekli. Kabrin başında Divan"dan gözü kapalı bir sayfa açıp kısmetine çıkanı okumak bir gelenek. Herkes kendi beytini bulma telaşında. Beyitlerle insanlar eşleşecek, yazgılar pay edilecek. Deşifre. Şifre. Tehlikenin farkında mısınız diyecektim ya sesim çıkmıyordu.  

 

Ezan sesleri gelmeye başladı. Namaz kılacak bir yer var mı. Kadınlar için konulmuş işareti izleyerek geldiğim kapı dar bir yeri gösteriyordu. Başımı eğerek karanlıkça küçük kubbeli bir mekana girdim. Kapısı yok. Sadece bir oyuk. Bir adam namaz kılıyordu. Sarıklı ve ince yapılı biri. Şii kaftanı giymiş. Kapı olmayan kapının önünde kızlar oturmuş. Ayakkabılarımı dışarda bırakmıştım. Bu adam da nenin nesi. Ayakta dünyasını mı değiştirmiş. Görmüyor olanı biteni. Kendinden geçmiş bir molla. Şii ya da sünni değildi. Vecd mezhebinden cezbe meşrebinden bir adam. Parçalarına ayrılıp bütünleniyor sanki her daim. Öyle sarsıntısıyla fırtınasıyla duruyor. Hey Yarabbim. Durdum arkasına doğru, tabelaya güvenerek. Mekanı genişletiyor ne okuyorsa öyle kıyamda. Kadın oyuğunda bir adam, ne iş. Adamın yüzünden namazda sırtıma  küçük kartopları atıldı başka bir alemden. Bazıları acıttı. Takıldı kafam, oyuğu kararttım mı diye. Çıkıp gittim. Görmedi bile beni. Bihaberdi etraftan. Buralara yanlışlıkla girmiş insan suretinde bir kuş olmasın. Öyle hafifti. Bu loşluk. Bir hıçkırık mı duyuyordum. Bir kuş mu ötüyordu. Kanadıyla kayaya mı çarpmış. Ezilmiş mi. Bir şey mi pişiyordu içerde. Yanık kokusu. Kuş eti. Et yanıyor. Erbabı olmadığım işlere karışmadan kaçıp gitmeli. Bu şehre kendimi kaptırırsam ağır etkileneceğim. Yolumu kaybedersem yolumu bulur muyum. Böyle şehirler kroşeler indirir beklenmedik anda. 

 

Arkadaşlarım kafeye gitmişler. Kahvehaneye. Işık yok fazla. Karanlıktaki aydınlanma  birbirimizi biraz seçecek kadar. Taht gibi kurulmuş geniş divanlara ayaklarımızı çekip oturduk. Uzattık, tekrar topladık. Öğreniyoruz. Şark usulüne alışkın değiliz. Bizim şark bitti mi. Yan oturup rahatça bir ot yastığa yaslanmak hayal sanki. Sakin ve durgunca bir muhasebe yapmak uzak bir düş. Sonra mütevazi bir havuz. İçine para atılıyor, dilek tutmak için. Her milletten paralarla dolmuş. Müzik ki iç işlemesi. İç delme burma burkma hançerleme sonra da ileri mi gittim diyen notaların oyukların üzerinden geçmesi meselesi.

 

KEDİ  

 

Kapının girişinde biraz önce karşılaştığımız uzun saçlı sakallı dünyanın her zamanına ait fal satıcıları fal bakıcıları geldi aklıma. Gidip bir fal almalı. Minik beyaz kuşlar ağızlarıyla kısmetimi çektiler. Bunu okutacağım Farisi arkadaşıma...

 

Oturma divanlarından birinin altında karanlıkta bir kedi hanım hanımcık oturmuş ortamı içine çekiyordu. Rehberimiz Laden"le bakıştık. Aynı şeyi seyrediyoruz sandım. Aynı yöne bakıyorduk çünkü. Güldük. Divana yerleşmiş bir Alman aileyi gösterdi. Merakla etrafı tarıyorlar, konuşmaları çalınıyor kulağımıza. Evet ama Laden ben kedideyim.Yan yana oturuyor, aynı kahveden içiyor aynı yöne bakıyoruz ama gördüklerimiz farklı. Turunç ağaçlarının üzerindeki altın meyvelerin lamba gibi parlayan görüntüsünün arasından kediyi gözlüyordum. O sakin ve huzurlu. Müziğe kulak vermiş. Bunu bir belli ediyor ki. Kulaklarının dik duruşundan anlıyorum. Kulak ve kalple bir iş görüyor. Kimseden bir zarar görmeyecek olmanın hatta birazdan taltif edilecek olmanın getirdiği bir emniyet. Karnına bir darbe beklemiyor mesela ama birazdan bir parça ekmekle peynir gelecek belki daha fazlası bunu biliyor. Sığındığı yerden gözlem yapıyor bilmiş bir edayla. Korkuttu beni. Hepimizi sınıyor. İmtihan kedi.

 

Şiraz"ı gördüm dünya gözüyle. Hafız"ın kabri başında kendi beytimi buldum. Kediden acaba kaç not aldım. O kedi kimdi. Bu sızıyla terkettim şehri.

 

İkindi yağmuru, Ağustos 2007

YAZIYA YORUM KAT