1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. ‘Şehitler’ ve ‘etkisiz hale getirilenler’
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Şehitler’ ve ‘etkisiz hale getirilenler’

27 Haziran 2010 Pazar 20:23A+A-

  “Cellat uyandı yatağında bir gece
               Tanrım dedi, bu ne zor bilmece! 
               Öldükçe çoğalıyor adamlar 
               Ben tükenmekteyim öldürdükçe...” 
                                             (Ataol Behramoğlu, 1975)  

PKK ile Türkiye’nin güvenlik güçleri arasında süren kanlı savaşta resmî rakamlara göre 42.044 kişinin öldüğü açıklandı. Bunların 6.653’üne ‘şehit’, 5.687’sine ‘terör kurbanı’, 29.704’üne ise ‘ölü ele geçirilen’ deniyor. Ne üzücü ki, üç gruba da her gün yenileri ekleniyor. Sadece Hakkâri’deki kanlı çatışmalarda 10’u asker, 19’u PKK’lı 29 hayat söndü. En az 29 ailenin ocağına ateş düştü. “Ateş düştüğü yeri yakar” derler ama bu ateş hepimizi yakıyor.


Bugüne dek devletin ve siyasi iktidarların Kürtlere yönelik baskıcı politikalarını, açık ya da örtük şiddetini, dahası terörünü eleştiren onlarca yazı yazdım. Bu sefer, PKK’ya seslenmek istiyorum: Eşitsiz güçler arasında umutsuz bir savaşı sürdürmenin, ne kültürel ve siyasal haklar için devleti masaya oturtmaya; ne Kürt halkının çektiği acıların kefaretini ödetmeye, ne de Abdullah Öcalan’ın durumunu iyileştirmeye yarayacağına inanıyorum. Aksine, bu şiddet sarmalı, iki toplum arasındaki ilişkileri çürütüyor, nefreti körüklüyor, dolayısıyla bu hedeflere ulaşmayı daha zorlaştırıyor. Eğer amacınız, ‘Bağımsız Kürdistan’ı kurmak için iç savaş çıkarmaksa, bunu mertçe açıklayın. Açıklayın ki, nerede duracağımıza karar verelim. Lafı uzatmayayım, dileğim, tüm ülke bir yangın yerine dönmeden, her iki tarafın da koşulsuz olarak silahlarını bırakması ve bir an önce konuşmaya başlaması.


Şimdi gelelim haftanın konusuna: Yakınları ‘şehit’ veya ‘PKK terörünün kurbanı’ olan Türk ailelerinin acılarını nasıl yaşadıklarını çok iyi biliyoruz ama yakınları ‘etkisiz hale getirilen’ Kürt tarafının bu hallerini pek bilmiyoruz diye düşündüm ve sizi “Ay’ın öteki yüzüne” bakmaya davet edeyim dedim.
   
Türk annesini kıskanmak
 
 

Yıl 2007. Soğuk bir sonbahar akşamında, Diyarbakır’ın Bağlar semtindeki yoksul bir evde, yaşlı bir Kürt kadını titrek ve kederli sesiyle anlatıyor: “Onun ölüsüne sahip olmak isterdim. Onu kendi ellerimle yıkayıp gömmek isterdim.” Sözünü ettiği kişi, Aydın, dört çocuğundan en büyüğüydü. 1990 yılında dağa çıktığında 19 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. 1992 yılı ilkbaharında, Şırnak civarında güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmüş, Şırnak’la Cizre arasında bir yere gömülmüştü. İç savaşın zirvede olduğu yıllardı. Aile korkudan cenazeyi aramaya gidememiş, sonra da bölgeden göç ettirilmişti.

Aydın’ın annesi anlatmaya devam ediyor: “Yaklaşık 15 yıl geçti. Oğlumun bir mezar taşı bile yok ki gidip ağlayabileyim. Öldüğü günden beri tam şuramda, boğazımda bir düğüm var. Her gün biraz daha büyüyor. Bazen kapı çalınıyor. Belki odur diye düşünüyorum. Kapıyı açıyorum o değil. Biliyorum o yaşamıyor. Ama 15 yıldır benim için her gün yaşıyor, her gün ölü. Çünkü vücudunu görmüş değiliz hâlâ, küçük de olsa bir umut var belki yaşıyordur diye. Türkler şanslı. En azından cenazelerine sahipler. Bütün paşalar, politikacılar ve büyük adamlar onların cenazelerine gidiyorlar. Cenaze törenlerini televizyonlar gösteriyor. Onlar ölülerini istedikleri şekilde gömüyorlar. Onların ziyaret edebilecekleri bir mezarları var. Ağlarken başlarını dayayacakları bir mezar taşları var. İnsanlar diyorlar ki ‘bu bir savaş’. Devlet diyor ki ‘onlar terörist’. Düşünüyorum ki bu kader. Bunu anlıyorum. Allahın takdirini değiştiremeyiz. Onu kabul etmemiz lazım. Fakat devlet bizim cenazelerimizden ne istiyor, işte bunu anlamıyorum...”   

 

Ölürler mi güçlü, devlet mi?  

Ağlamaktan göz pınarları kurumuş olan acılı anne, hayatla ölüm arasında bir yerde asılı kalışını öylesine etkili şekilde anlatmış ki ekleyecek tek söz yok. Annenin sorusuyla devam edelim: “Devlet Kürt cenazelerinden ne istiyor?” Cevap basit: Devlet ölüler üzerinden güç gösterisi yapıyor. Egemenin kim olduğunu en acımasız şekilde tekrar tekrar gösteriyor. “Eğer kullanmayı bilirseniz ölü bir beden çok etkili bir araçtır” diyor Fransız antropolog Louis-Vincent Thomas. Evet, bizim devletimiz, ölünün gücünü biliyor. Bu yüzden Türklerin ‘şehitlerini’ al bayraklara sarıp, geniş katılımlı devlet törenleriyle defnederken, Türk annelerin acısını televizyonlardan en çarpıcı biçimde sergilerken, Kürtlerin ölülerinden söz bile etmiyor. Söz etse bile “etkisiz hale getirilen” diyor veya sardalye balığı gibi yanyana dizilmiş ölü fotoğraflarını servis ediyor el altından. Hele o ölülerin annelerinden hiç söz etmiyor. Hiçbir kamera Kürt annelerine çevrilmiyor. Hiçbir yetkili, Kürt annelerini ziyaret etmiyor. Velev ki güvenlik güçleriyle çatışmaya giren her PKK’lı, ‘hain’, velev ki ‘terörist’, peki onların aileleri de mi ‘hain’, ‘terörist’ diye sormuyor kimse. Hatta devlet görevlileri, Güneydoğu Anadolu’daki Türk şehitlerinin cenazelerine bile gitmiyor. Halbuki çatışmalarda öldürülen askerler arasında Kürt çocukları olduğu gibi, pek çok Kürt annesinin bir evladı dağda ise, bir evladı da askerde. Bazı Kürt anneleri bir gün ‘etkisiz hale getirilen’ yavrusuna ağlıyor, bir gün ‘şehit’ olan kuzusuna...


Mezardan çıkarılanlar

Devlet böyle yaparak PKK’lıları iki kez öldürüyor: Hem fizikî olarak hem de simgesel olarak. Çünkü biliyor ki, hangi kültürde olursa olsun ‘ölüyü yerde bırakmak’ en büyük ayıptır, en büyük ezadır. Devlet bu konuda o kadar kararlı ki, çatışmalarda ölen ve arkadaşları tarafından gömülen PKK’lıların mezarlarını arayıp buluyor ve bombalıyor veya tahrip ediyor. Ölülerin kemiklerini sağa sola savuruyor. Sınırötesi operasyonlarda Kandil veya Mahmur yakınlarındaki mezarlık da bu politikadan nasibini alıyor.

Cenazelerin ancak devletin istediği şekilde, istediği yerde, istediği kişilerce, istediği zamanda gömülmesi gibi başka müdahale yöntemleri de var. Ama daha kötüsü de var. 1998 yılında Antalya’nın Serik ve Manavgat ilçelerinde öldürülen 10 PKK’lı Antalya ve Manavgat şehir mezarlıklarına gömüldüğünde ülke tarihinde belki de bir ilk yaşanmıştı. Manavgat’ta binlerce ‘milliyetçi genç’ ve şehit yakınları, “Ne Mutlu Türküm diyene”, “Kahrolsun PKK” sloganlarıyla meydanda toplanmış, ardından yarım saat süreyle Manavgat-Antalya yolunu trafiğe kapatmışlardı. İstekleri, Manavgat mezarlığındaki PKK’lıların mezardan çıkarılması ve başka bir yere gömülmesi ya da daha iyisi yakılmasıydı. Gerekçeleri ise şuydu: Şehitlerle (‘vatanseverler’) teröristler (‘vatan hainleri’) yanyana yatamazdı!

Olaylar büyüyünce, yetkililer kalabalığın isteğini yerine getirdi ve cesetleri mezarlarından çıkararak Antalya Şehir Mezarlığı’na defnetti. Bunun üzerine aynı olaylar Antalya’da yaşandı. Antalyalı yetkililer de kalabalığın talebine uydu, cesetler bir kere daha yerlerinden çıkarıldı ve bilinmeyen bir yere defnedildi. Ne yetkililerden, ne kanaat önderlerinden bir tepki gördük bu insanlık dışı olaya. Böylece, ‘milliyetçilik’ veya ‘vatanperverlik’ bahanesi olduğunda, ayaklar altına alınamayacak herhangi bir etik değer olmadığına yüzümüz kızararak şahit olduk... Halbuki insanlık tarihi boyunca ‘gömülme hakkı’ en kutsal haklardan biri olmuştu. (Bu konuda yazılmış en güzel eser olan Sofokles’in Antigone adlı tragedyasının özetini yazının sonunda bulabilirsiniz.)  


Cenaze değil ‘milli düğün’

Kürtlerin bunlara cevabı ise, cenazelerine sahip olma şansını bulduklarında kitlesel cenaze törenleri düzenlemek oluyor. PKK, cenazelerin düşman (İsrail) üzerindeki etkisini 1980-1982 yılları arasında Suriye ve Lübnan’daki kamplarda kendilerine eğitim veren Filistin Kurtuluş Örgütü’nden (FKÖ) öğrenmişti. FKÖ de, 1936-1939’da Britanyalı mandacılara karşı direnen Filistinlilerden.

İlk gösterişli cenaze töreni, 1990 yılı ocak ayında, PKK’lı Ezidi kızı Binevs Agal (Berivan) için Cizre’de düzenlendi. 13 Mart1990’da Savur’da (Mardin) bir mağarada öldürülen 20 yaşındaki Kamuran Dündar adlı PKK’lının Nusaybin’deki cenazesinde ilk kez dükkânlar kapatılmış, genel grev türü bir eylem yapılmıştı. Cenaze töreni ile 21 Mart’taki Nevruz törenleri birleştirilmiş, o gün Zekiya Alkan adlı tıp fakültesi öğrencisi ‘Kürt halkına yapılan baskıları’ protesto etmek için kendini yakmış, Cizre, Silopi ve İdil’de tansiyon uzun süre düşmemişti. Olaylar sürerken güvenlik güçlerinin halka açtığı ateş sonunda dört kişi ölmüş, dokuz kişi yaralanmış, 138 kişi ise tutuklanmıştı.

Cenazelerin siyasi gücünü gösteren en önemli olay Temmuz 1991’de Diyarbakır’da yapılan Vedat Aydın’ın cenaze töreniydi. Vedat Aydın, Halkın Emek Partisi’nin (HEP) Diyarbakır İl Başkanı’ydı. 5 Temmuz 1991’de evinden polis tarafından alınmış ve iki gün sonra cesedi Diyarbakır-Elazığ yolunda bulunmuştu. Yıllar sonra anlaşılmıştı ki, devletin kadrolu cellâdı Cem Ersever’in ekibi tarafından işkence edilmiş ve başından vurulmuştu. Cenazeye, yüz bine yakın kişi katıldı. Sadece Diyarbakır değil tüm bölge bu olaydan etkilendi. O güne dek siyasi açıdan birbirine düşman olan gruplar elele verdi, halk birbirine kenetlendi.  


‘Değer Aileleri’

Türk tarafının kabul etmesi zor ama PKK da ölülerine ‘şehit’ diyor. PKK’nın şehitlik doktrini İslami referansları olmamakla birlikte ona çok benziyor. Bir kere ölüler İslami geleneklere uygun olarak defnediliyor. Cenazeler imam (mela) gözetiminde camide dualar eşliğinde yıkanıyor. Ölü, mezara başı Kâbe yönünde konuyor. Aynen Türkler gibi onlar da ‘eğer vatan, uğruna ölen varsa vatandır’ şiarına uygun olarak ‘şehitlerini’ âdeta kutsuyorlar. ‘Milli dava’ya bir ‘bedel’ ödeyen ‘şehit’ ailelerine ‘Değer Aileleri’ adı veriliyor ve yerel yöneticiler bu aileleri önemli günlerde ziyaret ediyor, bu ailelerin çocuklarına belediyelerde iş veriliyor.

Bugün âdeta bir düğün gibi yaşanan Kürt cenaze törenlerine binlerce kişi katılıyor. Eğer ölü bekârsa eline kına yakılıyor. Ölen kadınsa, ‘Kürdistan’la evlendiği’, erkekse ‘Kürdistan’ın oğlu’ olduğu söyleniyor. Törene katılanlar rengârenk giysilerini giyiyorlar, zılgıtlar eşliğinde halay çekiyorlar. Zılgıtlara, ‘şehitler’ için yakılmış özel şarkılar veya ‘milli’ marşlar ekleniyor. (1984-1989 yılları arasında her ‘şehit’ için bir şarkı bestelenirken, 1990 ile 1992 arasında ölü sayısı binlere çıkınca bu gelenek doğal olarak sona ermiş, sadece meşhur olanlara şarkı bestelenir olmuştu. Örneğin Vedat Aydın için bestelenen Amedé Serhildané adlı şarkı, 1991 seçimlerinde her yerde çalınmıştı.) Bu düğün/cenazelerde anne dışındakiler ağlamamaya çalışıyor, ya da hıçkırıklar gülme sesleri ile örtülmeye çalışılıyor. Çünkü düşmana koz vermemek gerek diye düşünülüyor. Cenaze gömüldükten sonra bu seremoni ‘Taziye Evi’ denen yasevlerinde sürdürülüyor. Sonra da annelerin dilinde, yüreğinde... Şehitlerin Berivan, Zilan, Siyar, Welat, Rojhat, Zozan, Newroz gibi kod adları yeni doğanlara veriliyor. Böylece aynen Türklerde olduğu gibi, kişisel acılar ‘şehitlik’ söylemiyle milliyetçi söyleme katılıyor, şehitle vatan, bedenle toprak, ölüyle yaşayan, geçmişle gelecek yekvücut oluyor.    


Siz hiç ‘Cumartesi Annesi’ oldunuz mu?  

Bu ülkede sadece çatışmalarda ölenler yok. Bir de ‘kayıplar’ var. Örneğin Hüseyin Morsümbül, 18 Eylül 1980 günü Bingöl’deki evinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alındı. Ardından babası da götürüldü karakola. İkisi ağır işkencelerden geçtiler. Baba şanslıydı, salıverildi. Bir gün görevlilerden biri babaya “Oğlun kaçmış” dedi. Baba, “Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın, bir kuşun kaçması bile mümkün değil” yanıtını verdi ama kimseleri inandıramadı. Hüseyin 30 yıldır ortada yok.

Ailesi Hayrettin Eren’in 21 Kasım 1980’de İstanbul’da güvenlik güçlerince gözaltına alındığını arkadaşlarından duydu. Telaşla Gayrettepe’deki Emniyet Müdürlüğü’ne gittiler. Ama yetkililerden tek bir laf duydular: “Bizde yok!” Aile, Hayrettin’in arabasının Emniyet’in kapısının önünde durduğunu söyledi. Ertesi gün araba da kayboldu. 30 yıldır arabadan da Hayrettin’den de haber yok.

1989 yılının aralık ayında, Siirt’te köpeklerin ağzında insan bacakları görüldüğüne dair dedikodular çıktı. Siirt Belediyesi’nin ve askerî birliklerin çöplük alanı olarak kullandığı Kasaplar Deresi’ne askerî araçların cesetler attığını görenler oldu. Bölgede gizlice araştırmalar yapan gazeteci Günay Aslan, 1989 yılında Siirt Savcılığı’na başvurdu. Aslan’a göre, gözaltında veya açlık grevlerinde hayatını kaybeden 72 kişinin ölüsü Kasaplar Deresi’ne gömülmüştü. SHP’nin ve basının baskısıyla bölgede yapılan ilk araştırmalarda bazı kemiklere ve giysi parçalarına ulaşıldı. 1991’de dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Kasaplar Deresi’nden 12 cesedin çıkarıldığını itiraf etti. Ancak Savcı ‘devletin prestij meselesi’ olduğunu söyleyerek soruşturmayı genişletmeyi reddetti. O gün bugündür, dere açılmayı bekliyor.

Kenan Bilgin
, 12 Eylül 1994’te Ankara’da otobüs durağında gözaltına alındı. Ama bunu polis söylemedi, onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde görenler söyledi. Anlatılanlara göre hücresinde “22 gündür buradayım, beni kaybedecekler” diye haykırıyordu. Aileye her zamanki malum cevap verildi: “Bizde yok!” Hâlâ yok...

61 yaşındaki Nazım Gülmez, 14 Ekim 1994’te Tunceli’nin Hozat İlçesi’ne bağlı Taşıtlı Köyü’nde yapılan aramada jandarmalar tarafından sorguya götürüldü. Yanında üç kişi daha vardı. Daha sonra onlar serbest bırakıldı ama Nazım Gülmez’den bir daha haber alınamadı. Muhtar ve köylülerin şahadeti işe yaramadı. Devletin cevabı belliydi: “Bizde yok!” Devlet sözünün eriydi, Nazım hâlâ yok...

44 yaşındaki Mehmet Özdemir, 29 Aralık 1997’de Diyarbakır hayvan pazarında telsizli kişilerce gözaltına alındı. Karakola giden aileye, “bir şey yok, sorgulandıktan sonra çıkar” dediler. Ailenin içi rahatladı. Ancak ertesi gün sağlığını öğrenmek için tekrar gittiklerinde o meşum cümleyi duydular: “Bizde yok!”

Fehmi Tosun
, 1998’de güpegündüz onlarca kişinin arasında, ellerinde telsiz olan kişiler tarafından kafasına silah dayanarak bir arabaya sokuldu. Olayı üçüncü kattaki pencereden gören eşi Hanım Tosun, deli gibi merdivenleri indi ama kapının önüne geldiğinde kocası ortada yoktu. O günden beri de yok...

Kerim Acar
, 12 Mayıs 2002 günü köylülerinden, 1989’dan beri dağda olan, 1993’ten beri de hapiste olan oğlu Mehmet Şerif’in 2001 yılı sonlarına doğru Muş cezaevinden tahliye edilerek köylerine döndüğünü ancak köy korucuları ve askerler tarafından öldürüldüğünü öğrendi. Olan olmuştu, bari cenazesini verselerdi. “Ceset onlarda değildi” ki versinlerdi...

En az 500 benzer öykümüz var. Ama yerimiz bitti. 1995 yılında, İstanbul’da ‘yasadışı’ Nevruz kutlamaları sırasında gözaltına alınan ve ölüsü aylar sonra Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’nda bulunan öğretmen Hasan Ocak olayından sonra kayıp yakınları, ‘Cumartesi Anneleri / Cumartesi İnsanları’ adı altında örgütlendiler ve 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak her cumartesi, saat 12:00’de, İstanbul’da, Galatasaray Lisesi önünde toplandılar, basın açıklaması yaptılar. Ancak eylemlerinin 170. haftasından başlayarak tam 30 hafta boyunca öylesine büyük engellerle, baskılarla karşılaştılar ki, eylemlerine 200. haftada, 13 Mart 1999’da ara vermek zorun kaldılar. ‘Ergenekon Davası’ ile birlikte yeniden umutlanan kayıp yakınları, Galatasaray Lisesi önündeki buluşmalarına tekrar başladılar. Ne istedikleri belli: Devlet gözaltındaki kayıpları bulsun, sorumluları yargılasın ve artık bu ülkede hiç kimse gözaltında kaybolmasın!    


Şeyh Said, Seyit Rıza ve Saidi Nursi’nin mezarları nerede?  

28 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘vatana ihanet’ suçuyla idam cezasına çarptırılan ve cezaları derhal infaz edilen Şeyh Said ve 46 arkadaşının da mezar yerleri belli değil. (Elbette, isyan sırasında öldürülen binlerce kişinin mezar yeri de belli değil.) Ölmeden birkaç saat önce, Şeyh Said, hücresinde hapishane müdürü Osman Bey ile görüşerek savcı Ahmet Süreyya (Örgeevren) Bey’i vasi olarak tayin ettiği vasiyetnamesini yazmış ve üzerindeki parayı “evlatlarıma teslim ediniz” diyerek kendisine vermişti. Vasiyetnamesinde ayrıca kendisine bir mezar yaptırılmasını istiyordu. Şeyh Said kalkıştığı işin neden ‘vatana ihanet olduğunu’ anlayamamıştı, çünkü onun döneminde insanlar ‘vatan’ için değil, toplumları için iyi olanı yapmak gerektiğini düşünürlerdi. Ama ‘şeriatın kestiği parmak acımaz’ diyerek karara boyun eğmişti. Ama anlaşılan devletin ona bir mezarı bile çok göreceğini hiç düşünmemişti Çünkü kendisi gibi devlete başkaldıran seleflerine, Osmanlı Devleti değil mezarı çok görmek, paşalık bile verirdi.

İdamlar 28 Haziran’ı 29’una bağlayan gece, saat 03:00’ten itibaren, şehrin Dağ Kapısı’nın dışında gerçekleştirildi. Duruşmaları da izleyen halk, mahkûmları bizzat asmak için birbirini ezmiş, her idam mahkûmuna bir devlet görevlisi tahsis edilerek, idamlar gerçekleştirilmişti. Şeyh Said asıldığında halktan bir alkış tufanı kopmuştu. Açılan hendeklere yanyana dizilen ölülerin, halen Diyarbakır Orduevi Bahçesi ile Alman Hastanesi’nin arasındaki bölgede yattığı rivayet olunuyor.

Şeyh Said olayından 12 yıl sonra, yine ‘vatana ihanet’le suçlanarak idam edilen Dersim’in toplum lideri Seyit Rıza ile oğlu ve beş yoldaşının cenazesi de yok edilmişti. 15 Kasım 1937’de Elazığ’daki üç mekânda gerçekleştirilen idamlara tanıklık eden İhsan Sabri Çağlayangil’e göre, Seyit Rıza’nın cenazesi, gömüleceği yer türbe olmasın diye yakılmıştı. Seyit Rıza’nın ailesi yıllardır şu soruya cevap arıyor: Seyit Rıza’nın ve yoldaşlarının cenazesi yakıldı mı? Yakılmadıysa nereye gömüldü? Elbette, devletimizin cevabını tahmin edebilirsiniz: “Bu konuda bilgimiz yok...”

13 yıl sonra 23 Mart 1960’ta Urfa’da doğal yollardan vefat eden ve buradaki Halil’ür-Rahman Camii Haziresi’ne defnedilen Saidi Nursi’nin mezarı da 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, devletlûların gadrine uğradı. Milli Birlik Komitesi tarafından, kardeşinin Konya’ya nakil başvurusu bahane edilerek cenaze Urfa’daki mezarından çıkarıldı ve önce Afyon’a, sonra Isparta’ya nakledildi, sonra da yok oldu. Yıllarca, cenazenin darbeciler tarafından denize atıldığı sanıldı. Ancak daha sonra, cenazenin, Saidi Nursi’nin yakın talebeleri tarafından bilinmeyen bir yere nakledildiği söylendi de yürekler ferahladı.  


Antigone ve ‘gömülme hakkı’

Gelelim Yunan tragedya yazarı Sofokles’in M.Ö. 411 yılında yazdığı Antigone adlı eserine. Antigone yazarın Kral Oidipus adlı eserinin devamı niteliğindedir. Mitolojiye göre Oidipus, babası olduğunu bilmeden Laios’u öldürmüş ve yine bilmeden annesi İokeste ile evlenmiştir. Bu evlilikten Polyneikes ve Eteokles adında iki erkek, Antigone ve İsmene adında iki kız çocukları olmuştur. Gerçeği çok geç öğrenen Oidipus, bu trajik durum karşısında âdeta yıkılır ve gözlerini kör ederek kendini cezalandırır. Bu halde birkaç yıl daha hükümdarlık yapan Oidipus, oğullarının yetkisini elinden almaya çalışması üzerine kızar ve “iki kardeş birbirinin kanına girsin” diye lanet okur. Oidipus’un ölümünden sonra Eteokles ve Polyneikes, babalarının bedduasının gerçekleşmemesi için ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye karar verirler. Fakat bir süre sonra krallığın paylaşımı sorun olur. Eteokles, sırası geldiği halde Polyneikes’e tahtı bırakmak istemez ve onu ülkeden kovar. Bunun üzerine Polyneikes Argos Kralı’na sığınır ve altı kumandanla birlikte Thebai önlerine gelerek kardeşine savaş açar. Ancak savaşta iki kardeş birbirini öldürür. Krallık İokeste’nin kardeşi Kreon’a kalır.  


Vicdani yasalar mı devletin yasaları mı?

Kreon, yurdunu savunurken ölen Eteokles’e kahramanlara yakışacak bir cenaze töreni yapılmasını ister. Polyneikes’i ise kendi ülkesine saldırdığı için vatan haini ilân eder ve cesedin gömülmesini yasaklar. Manasız bir gurur ve ihtirasa kapılarak verdiği bu emir aslında toplumda yerleşmiş âdetlere aykırıdır. Fakat halk memnuniyetsizliğini dile getirmeye, Kreon’a karşı çıkmaya cesaret edemez. Buna sadece Antigone karşı çıkar. Çünkü o, tanrısal ve vicdani yasaların, insanların koyduğu yasalardan üstün olduğuna, dolayısıyla ‘kahraman da olsa, hain de olsa, her ölünün gömülmeye hakkı olduğuna’ inanır.

Tarihin belki de ilk ‘sivil itaatsizlik’ eylemcisi olan Antigone, canını tehlikeye atarak kardeşini gömer ama Kreon buna çok kızar. Antigone’nin nişanlısı olan oğlu Haimon’un ve halkın tüm itirazlarına rağmen Antigone’yi kayalar içindeki bir mezara diri diri gömmeye karar verir. Bu sırada sahneye çıkan kâhin Teiresias, Kreon’a düşüncesizce davrandığını söyler. Ölülerin hakkının verilmesi gerektiğini, aksi takdirde uğursuzlukların peşini bırakmayacağını belirtir. Kreon, Teiresias’in kehânetinden etkilenir, Antigone’yi zindandan çıkarmaya ve Polyneikes’i bir tören yapıp gömmeye karar verir. Fakat geç kalmıştır. Antigone kendini asmış, Haimon da sevgilisinin yanında hançerle hayatına son vermiştir. Kreon, büyük bir pişmanlık ve üzüntü içindeyken bir kötü haber daha alır; Oğlunun acısına dayanamayan Kraliçe Eurydike de kendini öldürmüştür.

Kıssadan hisse: Egemenler egemenliklerini sürdürmek için tabular yaratırlar. Burada tabu Polyneikes’in gömülmeye layık görülmeyen ölüsüdür. Freud’dan bildiğimiz gibi, tabuya dokunmak en büyük suçtur. Nitekim Antigone kardeşini gömmenin bedelini hayatıyla öder. Ancak kaybeden aynı zamanda kazanandır; kazanan ise kaybedendir. Antigone, tragedya kahramanına uygun bir şekilde davranır ve öleceğini bile bile kendi etik değerini sonuna kadar savunmayı göze alırken, ölümü ile savunduğu değeri yüceltmiştir. Kreon ise, insanların (devletin) kanunlarını tanrısal ve vicdani kanunların üstünde görmesinin bedelini felâket üstüne felâket yaşayarak ödemiştir.

Not:
Bu bölüm, Dilek Zerenler’in “Antigone’nin İki Farklı Yorumu” (www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s18/zerenler.pdf) adlı yazısından derlenmiştir.

[email protected]

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum