1. YAZARLAR

  2. Markar Esayan

  3. Ölüm oruçları ve siyaset
Markar Esayan

Markar Esayan

Yazarın Tüm Yazıları >

Ölüm oruçları ve siyaset

05 Mart 2012 Pazartesi 17:46A+A-

 

Diyarbakır Cezaevi’nde süresiz açlık grevi başlatan Şırnak milletvekilleri Selma Irmakve Faysal Sarıyıldız’ın eylemleri ben bu yazıyı yazarken devam ediyordu. Öcalan’ın yaptığı “açlık grevini bitirin” çağrısı sonrası dışarıdan destek veren ama açlık grevleri “süresiz” olmayan iki kişi dün eylemlerine son verdiler. Önemli olan Irmak ve Sarıyıldız’ı kaybetmeden bu ölümcül sürecin sona ermesi. BDP’den ise Öcalan’ın çağrısına yönelik henüz bir açıklama yok. Eylemin iptali, bu eylemin kararının nasıl ve nerelerde alındığı ile ilgili bir şey olsa gerek. Benim ise tek beklentim geri dönülmez noktaya gelmeden bu iki vekilin açlık grevinden vazgeçmeleri...


Biraz bu tür eylemlerin zihnî altyapısını sorgulamak istiyorum doğrusu. 20 şubatta BDP grubu ve başkanvekilleri, iki milletvekilinin o tarihten dört gün önce başlayan eylemlerine destek vermek için bir açıklama yapmışlardı. 20 şubattaki açıklama şöyleydi:

“AKP Hükümeti’nin aralıksız sürdürdüğü siyasi soykırım operasyonlarını, İmralı Cezaevi’nde giderek ağırlaştırdığı tecrit uygulamalarını ve Kürt sorununda çatışmaları tırmandıran operasyonlarını protesto amacıyla, Şırnak Milletvekili Selma Irmak ve diğer siyasi tutuklular, kaldıkları Diyarbakır Cezaevi’nde süresiz açlık grevi başlattılar. (...) Selma Irmak ve diğer siyasi tutukluların direnişini, eylemini selamlıyoruz. Bu direnişin, bu çabaların diyalog, müzakere, çözüm ve demokratikleşme sürecinin başlamasına katkı sunacağına inanıyoruz.”


En hafif deyimiyle, “Ölümden yaşam çıkarmaya” çalışan, içi boş ve popülist bir jargon bu. Bu iki insanın intihar etmesi, “müzakere, çözüm ve demokratikleşme” sürecini başlatacakmış. Meclis çatısı altında siyaset yapma imkânına sahip grup başkanvekilleri bu intiharları selamlıyorlar. İnanılır gibi değil. Tam bir Ortadoğu kafası; intihar, kurban ve kendini feda kültürü. Toplumda ise öfkeli marjinal kesimler dışında anlamlı bir karşılığı yok.

Ahmet Altan dünkü yazısında değindi. 14 haziranda müzakere masasına tekme atan PKK... Şimdi 13 haziran şartlarına dönmek için iki vekil ölüme gönderilirken, asıl çağrı yapılması gereken PKK’ya ise laf eden yok. Cemil Bayık’ın süreci anlatan sözleri kral çıplak demiyor mu: “Devrimci Halk Savaşı’nı başlattık ama, halk kısmı biraz eksik kaldı.”


Çukurca saldırısından sonra TSK’nın ilk misillemesinde 36 PKK’lı hayatını kaybetti. Sınırötesi harekâtlarda ise örgütün Kandil’le irtibatı kesildi. Hava harekâtlarında Zap, Hakurk ve diğer bölgelerde yüzlerce PKK’lının can verdiği, devam eden aralıklı çatışma ve operasyonlarda da onar yirmişer kayıpların yaşandığı biliniyor. Aynı gün yazmıştım, çünkü çok açıktı; 14 haziran Silvan saldırısı “Öcalan’ı bitirme operasyonuydu”. Barış Konseyi’nde isimler üzerinde konuşulmaya başlandığı tarihler... Silvan saldırısının yapıldığı aynı gün, 1930 model kemalizmden bile daha totaliter, ilkel bir dikey devlet modeli olan Demokratik Özerklik Bildirisi neden ilan edildi? Ateşe neden körükle gidildi? Leyla Zana neden o günkü toplantıyı terk etti? Savaşa neden başlandı? Neden bu kayıplar verildi? PKK, devletle müzakere yapan bir pozisyondan feragat edip, barış imzalayan bir örgüt olma fırsatını neden tepti? Bunu telafi etmek için, Uludere’de nasıl bir karanlık oyun oynandı, henüz bilmiyoruz. Ama oynanan oyunun tek kaybedeni, Kürt ve Türk yoksul gençler, otuz yılın en yakıcı gerçeği bu, onu biliyoruz.


Ve şimdi, Silvan’la bugün arasında hangi kazanımlar elde edildi veya hükümet hangi olumlu adımı farklı olarak attı da, müzakere çağrıları yapılıyor onu çözemiyorum doğrusu. Müzakereler başlasın diye iki vekil ölüme gönderiliyor. Anlamak güç...Herhalde benim gibi işlerin “karmaşıklığını” anlamayanlar için geçerli bu sorular. Ama’lar, ama’lar çok çünkü. Ben de Öcalan gibi düşünüyorum doğrusu. Savaş mı istiyorsun, gücünün yeteceğini, Türkiye’yi dize getirebileceğini mi düşünüyorsun? İyi o zaman, savaşırsın, yener veya yenilirsin. Murat Karayılan’ın Taraf’a gönderdiği mektuptaki gibi, “savaşa başladık çünkü” diye ama’lar sıralamazsın. Savaşırsın.


Ama bunu tercih etmiyorsan, müzakere masasına tekme atmazsın. BDP, hükümet ile Kandil arasında şamar oğlanına dönmez. Siyasete fırsat verirsin. Anlaşma olmadan silahı bırakmazsın belki ama, güçlerini barışa şans vermek için geri çektiğini söylersin. Hatta bu toprakların kültürüne ters ama, devleti şiddetle yalnız bırakır, “Sen beni öldürsen bile, barış imkânlarını sonuna kadar zorlayacağım, ben öldürmeyeceğim, hele hele sivilleri öldürmeyi aklımdan bile geçirmeyeceğim, böylelikle provokasyonlara da alet olmayacağım” dersin. Böylelikle Türkleri ve kamuoyunu da arkana alır, barışın artan yükünü devletin sırtına yığarsın.


Ama olmuyor bir türlü. Taraflardaki ikiyüzlülük ve şark kurnazlığı birbiri ile tencere kapak gibi örtüşüyor. O tencerenin içinde de bir sürü hayat buharlaşıyor. Kimin umurunda ki!

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT