1. YAZARLAR

  2. Mehmet Kara

  3. “Çağdaş Arap Düşüncesi"

“Çağdaş Arap Düşüncesi"

Ocak 1995A+A-

19. yüzyıl İslam dünyasında ortaya çıkan düşünce hareketlerinin, günümüz İslam dünyasında tartışılan ve düşünce gruplarının oluşumunu sağlayan en önemli faktör olduğu tartışılamayacak kadar bir gerçekliktir. Tecdid ve Islahat hareketleri (temel kaynaklara tekrar yönelme), modernist reform düşünceleri ve seküler milliyetçi anlayış biçimleri, 19. yüzyılın sonlarında İslam dünyasının düşünsel haritasını oluşturan fikir hareketleridir. Günümüz İslam dünyasına baktığımızda da aynı fikir hareketlerinin, düşünce ve tartışma alanlarını görürüz. Kuşkusuz değişim söz konusudur, ancak genel karakteristiğe baktığımızda tesbitin yerinde olduğu anlaşılacaktır.

19. yüzyıl İslam dünyasındaki bu hareketliliğin daha çok Arap coğrafyasında varlığını gösterdiği de bir tesbitten öte gerçekliktir. Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Ferid Vecdi, Sekip Arslan, Tahtavi, Mustafa Kamil, Necip Azuri, Nasif el Yazıcı, Şumeyil, Antun, Abdurrahman el-Bezzaz, Abdurrazık, Taha Hüseyin, (Afgani'nin fikirlerinin de bu coğrafyada muhatap bulması) gibi pek çok düşünür o dönemde Arap siyasi düşünce yelpazesini oluşturmuşlar ve İslam dünyasını da etki alanlarına almışlardır. Kuşkusuz İslam dünyasının diğer coğrafyalarında da bazı gelişmeler olmuştur, ancak Arap coğrafyasındaki kadar yelpazesi geniş ve yoğun olmamıştır. Söz konusu dönemde Arap düşünce akımlarını, belli bir içerik, siyaset ve toplum düşüncesi dahilinde, Hamid İnayet'in (Arap Siyasi Düşüncesi'nin Seyri, Yöneliş Yayınları, İst-1991) çalışmasında olduğu kadar sistematik olmasa da belli perspektifleri geniş olarak açıklama çabasında olan Albert Hourani'nin çalışması, "Çağdaş Arap Düşüncesi" adıyla İnsan Yayınları (İst-1994) tarafından okuyucuya sunulmuştur.

Haurani, kitabı yazmaktaki amacının 19. yüzyıl sonundan itibaren başlayan Arap düşünce akımlarının genel bir tarihini vermek olmadığını, belli bir içerik dahilinde siyaset ve toplum düşüncesini ilgilendiren Avrupa nüfuzunun ve siyasi gücünün etkisiyle oluşan perspektifi ortaya koymayı amaçladığını belirtmektedir. Haurani bu çerçevede dört kuşağa mensup. (1830-70, 1870-1900, 1900-39 ve 1939 ve sonrası) yazar ve düşünür silsilesini ele alarak çalışmasını şekillendirmeye çalışıyor.

Yazar kitabına "İslam Devleti" kavramını açıklamaya çalışarak başlıyor; İslam'ın ilk dönemini ahlaki bir sistem kavramıyla tanımlıyor. "... Kur'an ve Hadislerden zamanla insanların Allah'ın isteği doğrultusunda huzurla yürüyebilecekler ve bu sayede cennet'e ulaşmayı ümit edebilecekleri bir yol (şeriat) çizen, insan amellerinin ahlaki bir tasnifi olan kapsamlı bir ideal ahlak sistemi doğdu, (s. 16)" Ahlak sistemini çeşitli boyutlarıyla açıkladıktan sonra "Kanunlar sisteminin" de varlığından bahsediyor... Şeriat bir ahlak sistemi olduğu kadar bir kanunlar sistemiydi de... Bu nedenle İslam toplumu ayrıca bir devlet olmaksızın tam olamazdı, siyasi harekette Allah'a hizmet etmenin bir yoluydu, (s. 18-19)

Haurani İslam Devleti kavramını İslam Tarihi'nin dönemlerine göre tarif ve tahrif edildiğinden bahsediyor. Mezheblerin bazı uygulamaları yasallaştırması sonucunda, ilk dönemden sapmalar olduğunu doğru tesbitlerle ortaya koymaya çalışıyor. Bu çerçevede sünnilerin, Yunan Felsefesi'nden ve mistik düşünce tarzlarından birtakım unsurları aldıklarını ve bunlara göre bir tarz geliştirdiklerini ifade ediyor, (s. 23) Memluk krallarının halifelik kurumunu ve halifeyi saraya has kılarak seküler bir döneme gelindiğini de haklı bir şekilde ortaya koyuyor, (s. 27) Akabinde zalim sultanın nasıl meşru kılındığını da doğru teshirlerle izah ediyor, (s. 29) Bütün bunların sonucunda Aristo'nun "Ethics"i ışığında yorumlanan ve Yunan Felsefesi'ne göre bir imamet doktrini geliştirildiğini tesbit ediyor, (s. 30)

Yazar kitabın ikinci bölümünü Osmanlı İmparatorluğu'na ayırarak, Türlerin İslam'la ilişkilerine değinerek, özellikle sünni medreselerine ve hukukuna verdikleri önemi vurguluyor.

Üçüncü bölümde ise '"Avrupa'yla ilgili ilk görüşler" ele alınıyor. Bu bölümde Haurani, 18. yüzyılda Osmanlı'nın Batı ile olan ilişkilerini denge politikalarıyla açıklamaya çalışıyor. Osmanlı'nın Avrupa devletleriyle eşit şartlarda çarpışacak gücünün olmaması sonucunda Avrupalı devletlerin İstanbul'daki diplomatik nüfuz savaşına girdiğini, bu savaş sonucunda da Osmanlı'nın Avrupa güç dengeleri arasında politika ürettiğini tesbit ediyor, (s. 56) Bu politikaların da Osmanlı'yı ilk siyasal batılılaşmaya ittiğini şöyle ifade ediyor; Kendisini korumak için Avrupalı düşmanlarına karşı Avrupa'lı müttefikler bulmak ve kendini modern dünyanın yeni askeri tekniklerine açmalıydı. Yakın Doğu'da ilk siyasi batılılaşma grubunu ortaya çıkaran da bu ihtiyaçlardı. (s. 59)

Gerçek anlamda siyasal (Batı tipi öğrenim görmüş kişilerin batılı düşünceyle toplumu açıklamaya çalışmaları) ve kurumsal (orduda, basında ve eğitimde batılı anlamda değişiklikler) batılılaşma 18. yüzyıl başlarında İslam dünyasında görünür olmuştur. Batı'nın gücüne erişebilmek için Batılı teknik ve metodları kullanımı ise batılılaşma sonucunun ilk sebepleri olmuştur. Yazar bu bölümde Arap dünyasındaki ilk batılılaşma ya da Avrupa'ya bakış açısını oluşturan ilk değerleri incelerken Napolyon'un Mısır'ı işgalini dönüm noktası olarak görüyor. Bu tarihten sonra Batı düşüncesinin Arap düşüncesinin girdiğini ve etkilenmelerin daha sonra direk temaslarla birlikte daha da ilerlediğini söylüyor. Yazar dördüncü bölümde Çağdaş Arap Siyasi düşüncesinde önemli rol oynayan ilk kuşak düşünürlerinden Tahtavi, Hayreddin Paşa, Butros el Bostani'nin düşüncelerinden büyük oranda etkilenen, aynı zamanda da bu düşünceleri pratikte görmek için siyasi arenada mücadele eden kişiler olması dolayısıyla önemlidirler. Yazarımız bu düşünürlerin beslendiği kaynakları ve düşüncelerini iyi tahlil etmesine rağmen, onların siyasi yönlerine ve yönlendirici (batılı anlamda) vasıtalarına yeteri kadar işaret edememektedir. Özellikle Tahtavi ve Bostani'nin Arap dünyasındaki Avrupai düşünce ve siyasal etkinlik mücadelesindeki aktif rolleri onların kimliğini tamamlayan ve varlık koşullarını oluşturan yönleridir.

Kitabın beşinci bölümünde ise Arap siyasi düşüncesinde özellikle Abduh ve takipçilerini etik alanına alan 19. yüzyılın büyük İslam mücahidi ve müceddidi Cemaleddin el Afgani ele alınıyor. Yazar Afgani'yi devrimci panislamizmin mimarı, dini ve milli hislerle Avrupa radikalliğinin karması, hayatı 19. yüzyılın son çeyreğindeki bütün İslam dünyasını etkileyen kendisini tanıyan herkes üzerinden bütünüyle olmasa da güçlü bir etki bırakan, kendini inançlarına adamış inatçı, zahit bir kişi olarak Blunt'un ağzından tarif ediyor. (s. 132)

Onun temel sorunun Müslüman ülkeleri siyasi olarak güçlü ve başarılı yapmaktan ziyade müslümanların, dinlerini doğru anlama ve onun öğretisine uygun olarak yaşama hususunda ikna etmek olduğunu tesbit ediyor. Ancak Afgani'nin düşüncesine ve mücadelesine derinlemesine baktığımızda bilgi ile eylemi bir bütün olarak ele aldığını, dolayısıyla siyasi güç ve mücadele noktasında da bu bütünlük içerisinde değerlendirdiğini görmekteyiz. Ayrıca yazar Avrupa'nın düşünsel ve siyasal olarak yayılmasına hayatı boyunca bütünüyle karşı çıkan Afgani'yi Ziya Gökalp'ın düşüncelerine paralel bir kategoriyle aklın ürünü olan modern Avrupa bilimlerini kabul ettiğini söyleyerek mahkum ediyor. (s. 135) Oysa Afgani Batı düşüncesiyle ve siyasetiyle hayatını ortaya koyarak mücadele etmiş bunun anlaşıldığı her Avrupa merkezinde de kovuşturma ve takibe uğramıştır. "Tabiatçılığa Reddiye" adlı eseriyle de, vahyi düşünceyi zehirleyen, Avrupa düşüncesini yarattığı modernist ve rasyonel tutumlara bayrak açmıştır. Afgani ilim adamı, fikir adamı ve aksiyon adamı olarak müslümanların karşı karşıya bulunduğu derin açmazlar hakkında ciddi tezleri, İslam ümmetinin kurtuluşu ve birliği için tutarlı ve gerçekçi tesbitleri ve teklifleri olan bir müslüman olarak yaşamış ve kimliğini bu vasıflarla oluşturmuştur. Yazar son olarak Afgani hakkında içinde tartışmaları ve önyargıları da barındıran şu ifadeleri kullanıyor; O modern düşünceye birçok taviz vermiş olabilirdi, ancak Kur'an'da ve peygamber'e dönme fikrinden hiçbir tavizde bulunmadı. (s. 143)

Altıncı bölüm ise Afgani çizgisini daha sistematik hale getirme gayretinde bulunan İslam dünyasındaki fikri tartışmaları derinden etkileyen ve arkasında takipçiler bırakan büyük ıslahatçı Muhammed Abduh'a ayrılmıştır.

Yazar öncelikle Abduh'daki Afgani etkisinden bahsederek, ondan ayrıldığı noktaları tesbitle ise başlıyor. Akabinde Abduh'un hayatı boyunca mücadelesine verdiği hedeflerini yazar iki kategoride topluyor. Bunlardan birincisi düşünceyi taklidin prangasından kurtarmak ve dini ümmetin büyüklerinin anlaşmazlık zuhur etmeden önce anladığı gibi anlamak, dini bilginin elde edilmesinde ilk kaynaklara dönmek ve onları Allah'ın dinde aşırılık ve karıştırılmaları engellemek için yaratılmış olduğu insan aklının ölçüleriyle tartmalı, ikincisi ise Arap dilinin yazım şeklinde reform yapmaktır. (s. 161-2)

Abduh'un ideal toplum arzusunu onun dilinden aktarıyor; İdeal toplum, Allah'ın emirlerine boyun eğen, onları genel refahın ışığında ve rasyonel olarak yorumlayan ve onlara saygı etrafında birleşen toplumdur. Bu erdemli toplumdur. Fakat aynı zamanda mutlu, refah içinde ve güçlü bir toplumdur. Allah'ın emirleri aynı zamanda insan toplumunun da ilkeleridir. ...(s. 169) Peygamberin gerçekleştirdiği bu ideal toplumun gerilemesini ise şu ifadelerle izah ediyor; Abduh, eğer bu mükemmel toplum sonunda gerilediyse bunun iki sebebi vardı. Birincisi İslam'a yabancı olan unsurlar felsefeler ve aşırılık ruhunu getiren şiiler ve İslam'ın temel tabiatını silikleştiren belli bir tasavvuf şekli...(s. 170)

"Abduh'un Mısırlı öğrencileri; İslam ve Medeniyet" diye isimlendirdiği yedinci bölümde yazar, Abduh'un düşüncelerinin devamcılarının ikiye ayrıldığını izah etmeye çalışıyor. Bunlardan birincisini Reşid Rıza, Ferid Vecdi gibi onu gerçek anlamda takip edenler olarak, ikincilerini ise Abdurrazık gibilerinin Abduh'un düşüncelerini modernist ve seküler alana indirgeyerek gerçek hedefinden saptıranlar şeklinde tarif ediyor. Ancak kitabın içeriğinin geneli göz önüne alınınca yazarın bu düşüncesiyle genel düşüncenin çeliştiğini görüyoruz.

Yazar kitabının ana temasını Arap coğrafyasındaki siyasal ve sosyal düşüncenin modernleşmesi eğilimini, Abduh düşüncesine bağlayarak oluşturuyor. Burada gördüğümüz çelişki ise; kişileri ve olayları değerlendirirken doğru sonuçlara varmasına rağmen genelleştirici yaklaşımlarında yanlış sonuçlara ulaşmasıdır. Bu durum özellikle Abduh ve düşüncesini değerlendirilen sık sık düştüğü yanlışlarla karşımıza çıkıyor.

Haurani kitabının sekizinci bölümünü ise Mısır milliyetçiliğine ayırarak, tek bir Mısır milletimi yoksa Arap milleti mi? tartışmalarına fikirleri ile katılan Mısırlı düşünürlerin görüşlerine yer veriyor. Özellikle Mustafa Kamil ve Sa'd Zağlul'un düşüncelerini ön plana çıkararak bu bölümün çerçevesini Mısır'ın bağımsızlığı ve Mısır milleti oluşturma çabalarıyla sınırlıyor.

Afgani-Abduh çizgisinin en belirgin temsilciliğini yapan ve özellikle tasavvufa karşı verdiği mücadelesiyle, bu alanda çeşitli tartışmaları başlatan Reşit Rıza ve düşünceleri kitabın dokuzuncu bölümünü oluşturuyor. Yazar Rıza'nın Abduh çizgisinin taşıyıcısı ve takipçisi olduğunu belirttikten sonra tasavvuf macerasını anlatıyor. Gazali'nin etkisiyle tasavvufi silsilelerden Nakşibendi silsilesini seçerek tasavvuf öğretilerini takip ettiğini, ancak giderek tasavvufi sistemlerin tehlikelerinin farkına vardığını, Mevlevilerin bir ayininde ise şüphelerinin dramatik bir şekilde yüzeye çıktığını söylüyor. Tasavvuf öğretilerine olan tepkisini ise Rıza'nın dilinden aktarıyor: Ey insanlar! Sizlere müslüman diyebilir miyim? Bunlar yasaklanmış hareketlerdir. Hiç kimsenin onları seyretme ya da sükutla geçiştirme hakkı yoktur. Böyle yapmak onları kabul etmektir. Bunlara uyanlara Allah'ın bir hitabı vardır. "Dinlerini bir şaka ve eğlence haline getirdiler."Ben yapmak zorunda olduğum şeyi yaptım; şimdi sizde bu işi terk edin, umulur ki Allah sizi affeder. (s. 248) Ayrıca tasavvufun İslamı güç ve hareket olarak değil de pasif bir itaat şeklinde öğreterek ümmeti bozduğunu; törenlerinin, sarhoşluk, uyuşturucu kullanmak ve başka ahlaksızlıklar için fırsat yarattığını söylüyor. (s. 255)

Yazar Rıza'nın tasavvufla ilgili düşüncelerini anlattıktan sonra mezhebler hakkındaki düşüncelerine dikkat çekiyor ve Rıza'nın bu konudaki düşüncelerini şöyle özetliyor: Sünniler ve Şiiler arasındaki birliği mutlaka gerekli olduğuna inanıyordu ve bu birlik ona göre şarta bağlıydı; Birincini iki mezhep ihtilaf ettikleri konular arasında anlaşabilecekleri ve birbirini bağışlayabilecekleri üzerinde işbirliği yapmalıdırlar; ikincisi bir mezhebin bağlısı diğerini yerdiği zaman buna bizzat kendi grubunun bir üyesi tarafından cevap verilmelidir. (s. 253)

Yazar kitabının onuncu bölümünü çağdaş arap siyasi düşüncesinin seküler tarzının oluşmasında öncülük rolleri bulunan hristiyan laiklerden Şumeyyil ve Antun'un düşüncelerine ve değerlendirmelerine ayırıyor. Suriye protestan koleji mezunu Şıblı Şumeyyil ve Lübnanlı gazeteci olan ve hayatının büyük bir kısmını Batı'da geçiren Farah Antun'un batılı kavram ve düzenlerle oluşturdukları düşüncelerini ele alan Haurani, Antun'un Abduh ile olan tartışmasını değerlendirdikten sonra bunların düşüncelerini genel olarak düzeltmeye çalışıyor. 19. yüzyıl İslam dünyasını saran milliyetçilik hareketlerinden birisi olan ve yüzyılın sonlarına doğru siyasi hedefleri olan Arap milliyetçiliği onbirinci bölümün konusu. Yazar bu bölümde Arap milliyetçiliğinin oluşumunu tarihi süreç içerisinde değerlendirirken, Türk milliyetçiliği mimarlarından Jön Türklere de atıflarda bulunuyor. Arap milliyetçiliğinin oluşumunda aktif olarak yer alan Bostani, Necip Azuri, İbrahim el Yazıcı gibi isimlerin görüşlerine yer veriyor. Ayrıca Reşid Rıza'nın Arabizm ile ilgili görüşlerine de yer vererek onun ağzından şu ifadeleri aktarıyor. ..."Ben diyorum ki, ben bir Arap müslümanın ve binlerce Arap ve binlerce Arap ve Arap olmayan müslümanlarla din kardeşiyim ve binlerce müslüman ve gayri müslim Arapla ırk kardeşiyim.

Bu bölüm için genel olarak önemli bir eleştiri getirebiliriz. Beyrut Amerikan Koleji'nin Arap milliyetçiliği görüşünün ortaya çıkmasında ve teorilerinin üretilmesindeki etkisi yeterince hatta hiç göz önüne alınmamıştır. Oysa buradan mezun olan çoğu hristiyan birçok düşünür, Arap milliyetçiliğinin teorisini oluşturdukları gibi mücadelesini de vermişlerdir. Mesela bir Konstantin Zureyk'in düşünceleri ve faaliyetleri kısa geçilmiştir.

Kitabın onikinci bölümünü ise yazar, Batılı fikirleriyle tanınan Mısırlı düşünür Taha Hüseyin'e ayırıyor. Haurani Taha Hüseyin'i üç kuşak boyunca Arap ülkelerinde ki sosyal düşüncenin ve siyasi eylemlerin altında yatan fikirler sisteminin nihai ifadesi olarak tanımlıyor, (s. 351) Yazarın bu tesbitine bütünüyle katılmak mümkün değildir. Çünkü Taha Hüseyin'in kuşağında da Afgani-Abduh çizgisini takip eden ve İslami ıslahatı savunan düşünürler bulunmaktadır. Bunları da üç kuşağın nihai ifadesi olarak değerlendirdiğimizde yanlış sonuçlara ulaşmamızı sağlar. Bu bağlamda Taha Hüseyin, üç kuşağın nihai sonucu olarak mı yoksa Lamte, Renan, Faucalt, Durkheim, Anatole France ve Santillana'nın yarattığı bir dünür olarak mı değerlendirmek daha doğrudur? Sorusuna ikinci tesbitin daha uygun düştüğü, düşünce ve pratiklerinden anlamak çok zor değildir.

Haurani kitabının son bölümünde son söz olarak "Geçmiş ve Gelecek" başlığıyla bazı değerlendirmelere yer veriyor. Yazar sonuç olarak, Çağdaş Arap düşüncesinin oluşum sürecindeki tartışmaları değerlendirmeleri, yaklaşımları tek bir alana indirgeyerek "Milliyetçilik düşüncesiyle" kayıtlıyor. Kendi tarif ve tabiriyle şöyle diyor; 1939'a gelindiğinde bir asır geçti gitti. Onunla birlikte belli tür bir siyasal düşünce de belirdi. Bu düşünce en açık ifadesiyle Arap ya da Mısırlı, Türk ya da Fars, Kürt ya da Yahudi veya Ermeni olsun, milliyetçiydi, (s. 367)

Yazar'ın bu tesbitini ulaştığı temel sonuç olarak değerlendirdiğimizde - ki öyledir - haklılık payının olduğunu kabul edebiliriz, ancak genele teşmil edildiğinde kabulü mümkün değildir. Afgani - Abduh çizgisiyle oluşan Tecdid ve ıslahat hareketlerinin takipçileri hiç bir zaman eksik olmamıştır. Reşid Rızalar, Sekip Arslanlar, Mehmed Akifleri söz konusu dönemin tevhidi arzulayan ümmetçi düşünür ve aksiyonerleridir. Hasan el Bennalar, Malik b. Nebiler, Seyyid Kutuplar, Ali Şeriatiler ve daha bir çok düşünür, sonraki kuşakların İslami düşünceyi yaşatmaya çalışan fikir adamı ve aksiyonerleridir. Onların mücadelesi ne Arabizm, ne Türkizm ne de İranizm'dir. Öz olarak kaynağa yeniden dönülerek gerçek İslamın canlandırılması ve yaşatılmasıdır. Bunun da Haurani'nin tek kategoriye indirgediği milliyetçi düşünceyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Haurani'nin kitabının geneli hakkında önemli gördüğümüz konulardaki eleştirilerimizi bir kaç noktada toparlarsak; ilk olarak kitabın amacı Çağdaş Arap Düşüncesi'nin ortaya koymak olmasına rağmen Mısırlı düşünürler ve onların düşünceleriyle yoğunlaşarak, Suriye, Irak özellikle de 19. yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarında Arap dünyasında Batılı düşüncenin yaygınlaşmasında önemli etkileri olan Lübnan gibi bölgelerdeki düşünürlere ve onların faaliyetlerine yeterince yer verilmemiştir. Mısır eksenli bir paradigma oluşturulmuştur. Kitaba Çağdaş Mısır Düşüncesi dense daha isabetli olurdu.

İkinci olarak Çağdaş Arap Düşüncesi'ni ıslahat hareketlerinde (temel kaynaklara tekrar dönme isteği) ifadesini bulan "Abduh düşünce tarzına" bağlanan, modernist ve seküler düşünceleri savunan, Batı eğitimiyle techizatlanmış düşünürleri bu çizgide değerlendirmek de Abduh çizgisine ve düşüncesine farklı yaklaşımın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yazarın bu tesbiti, taban tabana zıt düşünce ve düşünürlerin ortaya çıkışını ve bu süreçte meydana gelen her gelişmeyi Abduh reformizmiyle açıklamasından kaynaklanmaktadır. Abduh düşüncesinin geneline baktığımızda böyle bir sonuç çıkarmanın imkansızlığını açık olarak görebiliriz. Abduh modern dayatmalara karşı bazı alanlarda taviz vermiş veya modernist tutumun tuzağına düşmüş olabilir, ancak onun inatla savunduğu düşünce dinin yeniden ihyası ve vahyin gerçekliğine tekrar dönmektir. İstikrarlı bir tarzda savunduğu bu düşünceler ise gerçek anlamda "İslami geleneği (sünnetullah)" temsil eden ilkelerdir.

Üçüncü nokta ise Arap düşüncesinin oluşmasında etkili olan ve yirminci yüzyılda çığ gibi büyüyen gayri müslim okullarına ve buralarda yetişen gayri müslim düşünürlere gerekli yer verilmemiştir. 19. yüzyıl sonunda, kısa bir sürede sadece Mısır'da Batılılar tarafından açılan 77 koleji (M. Nakavi; İslam ve Milliyetçilik, Bengisu yay.) düşündüğümüzde faaliyetlerindeki çabaların boyutlarının ciddiyetini görebiliriz.

Son olarak; bütün bu eleştirilere rağmen kitap Çağdaş Arap Düşüncesi için akademik ölçüler dahilinde başvuru kitapları arasında yer alacak nitelikte bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR