1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. O gün sorulsaydı hangi oy diye
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

O gün sorulsaydı hangi oy diye

08 Eylül 2010 Çarşamba 00:20A+A-

Hiç intikamcı biri olmadım. İntikam, o an baş edemediğin bir şartın müsebbiplerini geleceğe havale etmek, şartlar değiştiğinde gülen taraf olmak arzusu değil midir?

Bunda korkakça bir pusuya yatma, anı kollama, her ne yaşadıysan bunu tersine çevirme beklentisi gördüm. İntikam düşünceleri doğuracak "haksızlıklara" uğramadım mı? Elbette bu insani durum benim de başıma geldi. O zaman bile karşıdakine gizli bir merhamet duygusuyla baktım. Kendi duygularıma gömülmeden, kendimi ve karşıdakini dışarıdan bir bakışla anlamaya çalıştım. Problem insanlarda değildi, onları da sürükleyip haksızlığın faili durumuna getiren şartlardaydı. İnsanlardan çok olaylara, onları şekillendiren illiyet bağlarına bakmaya çalıştım. Zalimler, insanlıkla bağdaşmayan işlerin sahipleri gözüme şartların kurbanları olarak gözüktü. Zamanını bekleyip o insanlara vurmanın ne anlamı vardı? Yürek soğutmak, uykusuz geceleri telafi etmek, ne yaşadıysam ona yaşatmak, "ötekini" anlayamayan bu tekemmül etmemiş akla "anlaması" için bir "fırsat" tanımak... bunlar manasızdı. Önemli olan şartları değiştirmek, yaşananlardan "onlar" adına da sonuçlar çıkartmak ve daha iyi bir dünya için çalışmaktı. Onlara acı vermekten çok utanç vermek, onları yeni hınçlarla doldurmaktan çok pişmanlıkla baş başa bırakmak, geçmişteki hal ile bugün arasında vicdanlarında açık bir kontrast doğurarak onları da daha iyi bir dünyanın insanı haline getirmek... Yapılması gereken bunlardı.

Ben ben ben diye yazdığıma bakmayın. Biliyorum ki birçok insan böyle düşünür, bu tuhaf inişleri çıkışları olan hayatla ilişkilerini böyle sürdürür. Nereden biliyorsun derseniz, yaşadıklarımdan, gözlemlerimden diyebilirim.

Bütün bu sözler yaklaşan 12 Eylül için. Aradan otuz yıl geçmiş. Yirmili yaşlarının başında 12 Eylül'ü yaşayanlar şimdi ellili yaşlarının başlarında. Otuz yıl az zaman değil. 12 Eylül'ü yaşamak denilince, bunu anlatmanın kolay olmadığını belirtmeliyim. Öyle olduğu için, şu otuz yılda doğru dürüst bir filmi bile yapılamadı. Roman dersen hakeza durum daha vahim. İster sağdan ister soldan olsun, o dönemi anlatan filmlere bakın, yaşananlara teğet geçerler. Küçük göndermeler, imalar, perde karartmalar, başka olayların arka planında bir an görünüp kaybolan sahneler "yaşananları" anlatabilir mi? Niçin böyledir? Çünkü bunlar daha çok dışarıdakilerin elinden çıktı; "içerdekiler" ise ya suskunluğa gömüldüler ya da olup biteni küçük anekdotlar halinde şifahi kültürde tükettiler. İçerdekilerin bir kısmı ise "gelecek kuşakları keskinleştirmek" adına destanî bir anlatımı tercih ettiler. Tıpkı masal kahramanları gibi her şeyi mutlak kötü ile mutlak iyinin karşıtlığında kurdular. Uğradıkları haksızlıklar ve işkenceler ile onlara dayanma ve onurlu mukabelede bulunma anlatıları, dinleyenlerinde, işkencenin onurlu duruşu açığa çıkartan "olumlu" rolü üzerine çelişkili duygular doğurdu. İnsanı soy elmasa çeviren işkenceler belki de gerekliydi, öyle değil mi? Belki de inanılan politik değerlerin imanı, o işkenceler marifetiyle sınavlardan alınlarının akıyla geçiyor, gerçek olduklarını bir kez daha gelecek kuşaklara haykırıyorlardı. Ya işkenceler olmasaydı, o zaman bu boşluklar nasıl dolardı?

12 Eylül'ün bir de daha gerçek bir hikâyesi var. Yaşananlarda hepimizin payı ve sorumluluğu olduğunu düşünen, kolektif bir çılgınlık haline nasıl hep birlikte ulaştığımızı bugün daha iyi anlayan, 11 Eylül'e gelindiğinde 12 Eylül'ün de her türlü unsuruyla sökün edip geleceğini bilen aklın hikâyesi. O yüzden mesele Ahmet Mehmet meselesi değil. Mesele şartlarla ilgili. Bugün demokrasi ve özgürlükler diye haykıranların içinde 12 Eylül tecrübesine sahip olanlarınki kesinlikle çığlık. Çünkü demokrasi ve özgürlükler geçmişten hesap sormanın değil, geçmiş tecrübeleri de dikkate alarak geleceği kurmanın şartları. Halkın önüne konulan anayasa değişiklikleri içindeki geçici on beşinci maddeyi kaldıran ve 12 Eylül sorumlularına yargı yolunu açan değişiklik, bu ülke adına yüzü geçmişe değil geleceğe bakan bir madde. Kimse çıkıp, ne yani, şimdi referandum geçince otuz yıl öncesinin "suçluları" bulunup onlardan hesap mı sorulacak, diye küçümseyici bir eda ile söylenmesin. Bu "eda" bazen "hesap sorulmalı"nın arkasına saklanıp referandum bunu gerçekleştirmeyecek eleştirisi üzerinden "hayır" dediğini söylüyor, bazen ise bunun imkânsızlığına atıf yapıp referandum sonucunu küçümseyerek hayıra gerekçe oluşturuyor. Ama o dönemleri yaşamış büyük çoğunluk, neler olup bittiğini gayet iyi biliyor ve bunların bir daha yaşanmaması adına evet demenin ne kadar önemli olduğunu görüyor. Burada bir intikamcılık yok, hayır, burada olan, 12 Eylül'de zalimleşen "mağdurlar" adına da, evet diyerek, haysiyetli bir iş yapmak.

12 Eylül'ün zalimleri dedik. Baskı ve zulüm katı bürokrasinin sert hiyerarşisi içinde yapıldığında, suçun şahsiliği ilkesi çerçevesinde sorumlu bulmak kolay değil. Mesela Mamak Cezaevi'nde biz MHP tutuklularına "özel muamelede" bulunan bir görevli vardı. Her vesile bir eziyet konusu bulmakta mahirdi. Ona beş yıl sonra İstanbul'da bir belediye otobüsünde rastladım. Ben ayaktaydım, o da tam önümde oturuyordu. Yüzüme "Beni tanıdı mı acaba?" diyen gözlerle baktı, sonra kararsız bir suskunluğun ardından konuştuk. İstifa ettim, ayrıldım, dedi, bizi mecbur ettiler, dedi, bizim de içimiz kan ağlardı, dedi, daha başka sözler de etti. Bizim yaşadığımız ile o gün anlattığı arasında hayli mesafe olsa da temelde o da şartların bir kurbanıydı kesinlikle. Başkalarını da biliyorum. İsimleri işkenceci olarak ün yapmış, kendilerine bu yönde lakap takılmış insanlar, yıllar sonra evet yaptık ama biz masumuz, çünkü bize öyle emrettiler, diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Emir? Bürokrasinin üst katlarına çıktıkça göksel bir nitelik kazanan bu emrin baş halkası kimdi acaba? Kimilerinin dediği gibi Evren mi? Onun da muhakkak masumluğuna dair bir hikâyesi var. Mesele şu: Masumluk, zalimlik, alçaklık, soyluluk politik şartların zemininde belirsizleştiğinde bunların izini sürmek kolay olmaz. Öyleyse soy zalimlik, mazlumluk peşine düşmek yerine zalimliğe de mazlumluğa da izin vermeyecek bir toplumsal politik düzen kurmak gerekir. İşte demokrasi ve özgürlükler tam da bunun için gereklidir ve otuz yıl sonra yine 12 Eylül gününden beklenen budur.

Neler yaşandı? Şöyle dövdüler, böyle işkence yaptılar, Filistin askısı, çelik dolapta elektrik, falaka, ıslak zeminde sırtına binerek koşturma... Bana sorarsanız en kötüsü size bir "hiç" muamelesi yapılmasıdır. Hiç, yani kimliğiniz, kişiliğiniz, onurunuz, insanlığınız soyulmaya çalışılarak sizin öylece ortada çırılçıplak bırakılmaya çalışılmanızdır. Elinize copla vurulduğunda sağol efendim, diye bağırmaya zorlanmanızdır, yat komutuyla birlikte ayakkabınızı yastık yapıp beton zemine öylece uzanmanız ve hiç kıpırdamadan (çünkü yasak) sabahı etmenizdir. Perişan bir halde doktorun karşısına çıkartılıp, size "işkence gördünüz mü?" diye sorarken önüne bakan doktora, hayır deyip, onun gözleri önünde iki elinizin avuçları arasına sıkıştırmaya çalıştığınız kalemle neler yaşadığınızın bir başka işareti olan imzanızı, görmedim hanesine atmanızdır. (Gördüm demek bile bir merhamet talebi gibi görünür insanın gözüne, görmedim demek, bir meydan okuma...) "Bunlar beni muhakkak idam ederler" diyen arkadaşınızın yüzündeki hayat dolu canlılığa, hep bir veda sahnesi içinde bakmanız, bu son an duygusu içinde boğulmanızdır. İşkence kesinlikle o büyük çarkın ezip geçtiği genel görüntünün ayrıntılarındaki gizli iç kanamalarındadır.

O gün o yerlerde şu veya bu şekilde ayakta tutulan onurun 2010 12 Eylül'üne söylediği kesinlikle evettir. Bunu anlamak için o gün yaşananlara zihnen de olsa dönüp, acının, utancın, soyluluğun, meydan okumanın, sessizliğin içinden o hayali soruyu sormak gerekir: Otuz yıl sonra önünüze bir referandum sandığı konacak. O zaman hangi oyu atardınız? Evet soru bu: Hangi oyu atacaksınız?

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT