1. YAZARLAR

  2. Yavuz Bahadıroğlu

  3. Nerelerden geliyoruz?
Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Nerelerden geliyoruz?

28 Mart 2010 Pazar 04:45A+A-

Son sözü ilk söz olarak kaydedeyim ki; bugün dünden bağımsız değildir...

Bugünün bazı yanlışları, dünden mirastır. Bazı hataların temelleri de dün atılmıştır. Yani bugün, dünden bağımsız değildir. Zaten bu yüzden tarihi bilmeye ihtiyaç vardır.
Yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanarak yanlış uygulanan lâikliğin kökü de tarihtedir.
Gerçekten de, Türkiye’de lâiklik hep yanlış anlaşıldı, zaman zaman da çok yanlış uygulandı. O kadar ki; bazen dinin alternatifi olarak, bazen de “dine taarruz”un kaynağı olarak görüldü.
Çünkü “oluş aşaması”nda böyle bir niyet var. Bu niyet o denli açıktır ki; devrin iktidarının sözcüsü gibi davranan Refik Ahmet, 1929’larda, zamanın hükümetinin yarı resmi organı sayılan “Uyanış” dergisinde, “Allah’ı da sultanla birlikte tahtından indirdik; bizim mâbetlerimiz (ibadethanelerimiz) fabrikalardır” diyor. (Adam caminin yerine fabrikayı koyuyor ve bu yaklaşımın lâikliğin gereği olduğunu düşünüyor.)
Yaşar Nabi, Refik Ahmed’in “mâbed”ine bir minare ve bir de ezan uyduruyor:
“Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz / Yeni din ezanları, minareler yerine / Bulutlara püsküren bacalarda okunsun.”
Yaşar Nabi’nin düşündüğü “yeni din”in “mâbedi” fabrika, “minare”si baca, “ezan”ı motor sesiydi! Bir Kâbe’si eksik kalmıştı, onu da Kemalettin Kamu uyduruyor:
“Ne örümcek, ne yosun / Ne mucize, ne füsûn / Kâbe Arab’ın olsun /Bize Çankaya yeter.”
Dönemin yöneticileri, Kâbe niyetine Çankaya’yı tavaf eden dalkavukluktan pek tabiî sorumlu tutulamazlar. Ama bu havanın çok yaygın olarak solunduğu da bir gerçek. Meselâ, milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt) “1400 sene öncesinin çöl kanunlarıyla devletin yönetilemeyeceği” görüşünü öne sürüp Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şöyle bağırıyor: “İslâmlık terakkiye (gelişmeye-ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez. Mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyet vermez.”

Yıl 1928... Bu tarihten 4 yıl sonra kapatılacak olan İlâhiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden bir gruptan “Dinde reform lâyihası” hazırlamaları isteniyor. Bugün “lâikliği koruma ve kollama” azmiyle, İlâhiyat Fakültelerinde bile başörtülü kızların üzerine yürüyen YÖK isimli ucubenin ataları, o günlerde gayrete gelip talimatla “dinde reform lâyihası” hazırlıyorlar.
O günlerin fetvacıları, günümüzün “televizyon fetvacıları”na taş çıkartırcasına saçmalayıp, “Bu lâyiha sayesinde yeni Türkiye, din sahasında, yalnız yeni bir vicdan intibahının (uyanış) değil, bütün esir ve geri olan İslâm kavimlerinin (Müslümanların) hürriyet ve terakkisinin de mürşidi” olacağını söylüyorlar. (Bu ifade mezkür lâyihanın girişinde aynen yer alıyor.)
İddiaya göre, Türkiye, “İslâm âlemine mürşitlik-yol göstericilik” yapacak, ama bu görev dinin gerçek zeminine değil, “Türk milliyetçiliği” zeminine oturacak; bu yeni tür “mürşitliğin” terkibi ise, “din yok, milliyet var” sloganında ifadesini bulacak!
Nitekim 1928 tarihli “Dinde reform lâyihası”nın birinci maddesinde, din başta olmak üzere “bütün içtimaî (sosyal) müesseselerin millileşmesi” öngörülüyor...
İkinci maddesinde ise bakla ağızlardan çıkarılıyor ve, “...Din de içtimaî bir müessesedir; diğer içtimaî müesseseler gibi hayatın zaruretlerine katlanmak, tekamülün (gelişmenin) seyrini kovalamak mecburiyetindedir” deniyor.
Bu yaklaşım, “Din de dünyanın gidişatına uydurulmalıdır” anlamına geliyor.
Artık sıra camilerin farklı bir konuma getirilmesine gelmiştir. Meşhur lâyiha bunu da düzenliyor:
“Mâbedlerimiz (bu ifadeden maksat camilerdir) temiz, muntazam, ziyaret ve oturmaya uygun bir hale getirilmelidir. Mâbedlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla girilmesi tercih edilmelidir...” (Kirli ayakkabılarla da girilebilir, ama ayakkabıların genelde temiz olması tercih edilmelidir.)
Gördüğünüz gibi sıralar, askılar, ayakkabılar... Ve bir soru: Müslüman temiz ayakkabıyla camiye girecek, sıralardan birine oturacak da ne yapacak? O şekilde namaz kılınamayacağına göre, etrafını mı seyredecek?..
Okuyalım: “İbadetlerin son derece estetik ve heyecanlı bir şekilde yapılması temin edilmelidir. Bunun için usul dairesinde teganniye müsait müezzinler, imamlar yetiştirmek lâzımdır. Ayrıca mâbedlere mûsıkî âletlerinin kabulü dahi lâzım gelir. Mâbedlerde ilâhî mahiyetinde asrî (çağdaş) ve enstrümantal musıkîye kat’i ihtiyaç vardır.” (Osman Nuri Ergin, Maarif Tarihi, c. 5)
Camilere sıralar koyup cemaati ayakkabı ile içeri soktuktan sonra, bir de org yerleştiriyorlar ve müzik yapıyorlar. İyi ama bu cami tarifine değil, kilise tarifine giriyor. Bari nazil olduğu şekliyle Kur’an okumak serbest mi? Buyurun ona da bakalım: “İbadet dili Türkçe olmalıdır. Âyetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kullanılmalıdır.”
O kadar ki, hutbe okumayı dahi imamlara bırakmıyorlar: “(Hutbelerde) dışarıda mevcut din mütefekkirlerinden ve filozoflarından istifade etmek lâzımdır... Mühim olan şey, Kur’an’ın ve İslâm dininin beşerî (insanî) ve mutlak mahiyetini gösteren felsefî bir bakıştır.”
Vay vay! Camiye bakın. Ayakkabıyla giriliyor, sıralara oturuluyor, org eşliğinde ilâhi dinleniyor, derken ardından frak giymiş bir filozof minbere çıkıp hutbe okuyor.
Bu oluşum size göre camiye mi benziyor, kiliseye mi?
Bugünlerin “lâiklik elden gidiyor!” korosunun arzusu, elbet bu kadar uzun boylu değil, ama bazılarının söylemi ne de olsa geçmişi çağrıştırıyor.
Kısacası çok uğraştılar, yine de bu millete kıblesini şaşırtamadılar. Bunu her sene Anadolu’ya “Yürek Seferi”ne çıkan biri olarak rahatlıkla söyleyebiliyorum.

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT