1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Munteziri Yazısının Gerekçesi
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Munteziri Yazısının Gerekçesi

01 Haziran 2010 Salı 16:43A+A-

[email protected]m

Ayetullaha Munteziri’nin, evinin çevresinde sürekli aleyhte gösteriler düzenlendiği, basının her türlü hakaret ve karalamayı mubah gördüğü, her türlü beyanatı bilinen karanlık güçler tarafından karartıldığı/bloke edildiği, öğrencilerinin ciddi tehdit altında olduğu zor zamanda yapmış olduğu röportajı tercümeye başladığım zaman, birçok dostumun kırılacağını veya hayrete düşeceğini biliyordum. Sevdiğim insanların kırılmasını istemediğimden olsa gerek bunca zamandır, bütün ısrarlara rağmen ağzımı bile aralamadım. Veya yarında söylenmesi gereken sözü bugün söylemedim. Geçen bunca zaman içerisinde söyleyeceğim her şeyi kötü niyetle kullanacaklarını bildiklerimden gelen talepleri ise, en sert şekilde tersledim. Bilinçaltı kirliliklerini bize kadar ulaştırıp, İran’da ‘mutanın, olup olmadığını’ soranlara, ‘eğer böyle bir şeye niyetiniz varsa, İstanbul böyle bir ahlaksızlığa daha uygun değil mi? Büyük bir mücadelenin neticesinde gerçekleşen bir inkılâp var ve bu inkılâbın Türkiye’ye aktarılabilecek önemli tecrübeleri varken, gelip böyle ahlak dışı sorular sormaya utanmıyor musunuz?’ diyerek bozduğum onlarca grup var. Bunu söylerken, İmam’ın bu konudaki görüşlerini, fıkhi referanslarını, Türkçeye tercüme edilen risalesini veya Refsencani’nin büyük tepkiler çeken bir yıla yakın Cuma namazlarında yaptığı muta konulu konuşmalarını, toplumda istismara kadar varan yozlaşmalarını bilmiyor muydum? Biliyordum, daha fazlasını da biliyordum. Ama gözbebeğimiz inkılâba leke gelsin istemiyor ve bu durumun da tamamen Şia fıkhını bağlayan bir durum olduğunu düşünüyordum. Çünkü zamanla, bütün olumsuzluklara rağmen ‘İran’daki siyasi yapı en azından düzelir’ diye ümitlerim vardı. Şaşkınlığa, karamsarlığa hayrete düşürdüklerim iyi biliyorlar ki, Allah’ın dostluğunu, rızasını, hatırını hiçbir şeye değişmedim, değişmem de. Elbette açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, onlar benim Şia mezhebine girmemi ne kadar gönülden ve yürekten istiyorlarsa; ben de aynı derecede onların sahih İslam’a, Kur’an’a inanmalarını istiyorum. ‘Ed-Din’i, gelenekleşmiş hurafelerden, sahte rivayet ve saltanat ürünü inançlardan arındırmalarını arzuluyor ve ütopik/mitolojik bilgilerden temizlenmiş bir inanç sahibi olmalarını en az onlar kadar istiyor/arzuluyorum. Bundan dolayı, tercümenin yayınlanmasına karar verdikten sonra -belki onlarda şok etkisi yaratır diye- düşüncelerimi açık ve net yazdım. Hakikat, gizemli bir şekilde şekillenip daha sonraki zamanlarda binlerce yıldır kayıp olan varlıklar tarafından, insanlara sunulacak bir giysi değildir; eğer böyle bir şeyin varlığından haberdarsak bunu kendi çabamızla ortaya çıkarmalıyız. Gaybta var olduğu düşüncesi sadece bir aldatmacadır. Adaletsizliklerine cehaletlerini de ekleyenler, dini bilgideki yanılgılarını neredeyse dini yanılgı olarak göstereceklerdir. Bundan dolayı yazdım, çünkü bunca zaman bizden birinin çıkıp gerçekleri yazacağını ümit etmemin boşuna olduğunu anladım. Bundan sonrasında ne düşünürler, nasıl bir anlam çıkarırlar, tamamen onların vicdanlarını ilgilendirir. Bana düşen sorumluğu yerine getirdiğime inanıyorum.

Gerçeklerimizle yüzleşmeyi, tartışmayı, düşünceyi karartma, bloke etme geleneğinden kurtulmayı en başta gelen sorumluluğumuz görüyorum. İlk yazdığım yazıya gelen bütün görüşleri önemsediğimi ve her şeye rağmen insanların görüşlerini ortaya koymalarının erdemlilik olacağına inandığımı söyleyebilirim. Herkesin benim gibi düşünmesini isteme hakkım olamaz, böyle bir tavır sergileseydim herkesi kendi gibi düşünen ve kendi gibi gören tek tip insanlar inşa etmeye çalışanların safına düşerdim. Ağzımı aralamanın (ağzımı açmamışken dahi) nasıl bir risk taşıdığını da bilmiyor değilim. Olayın seyrinden rahatsız olan İsmet Özel’in zamanında “İran, bizim Moskova’mız olmasın!” şeklindeki tezinin, savunmasının veya endişesinin nasıl eleştirildiğini biliyordum ve olayları yaşayan biri olarak kendi kanaatimi açıklamama tahammül etmeyenlerin de olacağını tahmin ediyordum. İran’da siyasi konuları belki kendime olan güvenimden dolayı geçmişte rahat bir şekilde konuştum, Mehdi Haşimi’nin idam kararından sonra avazım çıktığı kadar her yerde muhalefetimi dile getirdim, bugün de konuşurum. Elbette kısık bir sesle, ama mezhebi konuları konuştuğum an Suruş gibi -ve polemik olmasın- diye örneklerini bile vermek istemediğim akıbeti beli olan yüzlercesi gibi- olurdum. Şunu da söyleyeyim, bu yazdıklarım birçok insanın kapalı kapılar ardında konuştuklarının yanında hiç kalır. Ama konuşmaya, düşüncelerini anlatmaya, sözün açığa çıkması gereken o günışığına gelince; daha önce şakırdayan o keskin kılıçlar her nedense buharlaşıyorlar. Küçük bir eleştiriyi bile kaldıracak özgüvenleri ve psikolojik güçleri olmadığından, kızgın kumda kaybolan bir damla suya dönüşüyorlar. Haksız da değiller. Her konuda görüş belirtmeyi kendileri için vazife telaki edenlerin, bizim için fazlasıyla Türkiye’de kutsalların yerine muhafaza edilen yapay kutsallara dokunmak, tartışmak, eksiklerini, yanlışlarını, hatalarını söylemek elini ateşe sokmakla eşdeğerdedir.

İnkılap sürecini kısmen de olsa anlatmayı/açıklamayı şer’i bir sorumluluk olarak algıladığım zaman, birilerinin alınacağını veya bazı fanatik, lümpen, marjinal sahte militanların bana yaftalar bulmaya çalışacağını da biliyordum. Böyle zamanlarda herkes kendisine yakışanı yapar. (Kullun ya’melu ‘ala şakiletihi 17/84) Her şey ortada, başkalarına yaftalar arayanlar nasıl bir hal içerisinde olduklarını biraz düşünseler ne olur? Allah; ‘düşünün, aklınızı kullanın, aklınızı kullanmazsanız üzerinize pislik atılır’ diyerek, düşünmenin önemini anlatmıyor mu? Kendisine güven duymayanların, geçmiş dönemlerde de gerçekleri bilmelerine rağmen, saldırılardan çekinip sindiklerini, böylesine çukur/pespaye davranışlara muhatap olmamak için, ‘Afgan Destanı’ bile imal ettiklerin hepimiz biliyoruz. Ama böyle yapmamaları için o meşhur ağalara ne kadar yalvardığımızı nadir insanlar biliyor. Gözlerimizin önünde sahnelenen kanlı tiyatroyla ilgili bazı gerçeklere işaret etmem durumunda, bir kısım insanların hayrete düşeceğini de biliyordum. Ama kraldan çok kralcılara rağmen, ‘kral çıplak!’ ben ne yapabilirim!  

İran’da tanıdığım birçok dostumun, baskı altında olduğunu görmem veya konuşmalarının satır aralarında bunu hissetmem, İran’da olanlarla ilgili fotoğrafın bütün parçalarını bir araya getirdiğim zaman daha önceki düşünce ve hayallerimizle yüzde yüz zıtlaştığını anlamam insan olarak sorumluluklarımın ağırlığı altında ezildiğimi hissetmeme vesile olmuştur. 30 yıla yaklaşan geçmiş, ilk kadroyu tasfiye edenlerin dengesiz ve yanlışlıklarla dolu algı dünyalarını İran toplumuna zorunlu tek seçenek olarak yüklemek istediklerini göstermiştir. Aradan geçen bunca zamana rağmen henüz bile sağlıklı bir şekilde tartışamadığımız/tartışmaktan kaçındığımız İran’ın anlaşılmasına kendi açımdan bir katkı sağlamak istedim. Dünyada inanılmaz bir hızla gelişen sosyal, siyasal ve fikirsel değerlere rağmen, henüz eskide kalmayı marifet bilen marjinal, basiretleri körelmiş ve gerçekleri görmek istemeyen insanların anlatılanlar karşısında olumsuz tepki göstermeleri doğaldır, çünkü onlar bütün olguları görmek istedikleri şekilde görmek istiyorlar. Kastımın sadece, yapılan hataları ve yanlışları söylemek olduğunu görmek istemeyenler, dar görüşlülüklerinden, cehaletlerinden ve bazen da bilinç altındaki düşmanca karakterlerinden dolayı böyle bir polemik içerisine giriyorlar. Bu sadece cahil ve marjinal fırsatçılara geçici bir teselli vermekten başka bir işe yaramaz.

Gerçeklerin üstünü daha fazla açmam durumunda onların, buna tahammül edemeyeceklerini bildiğimden bu tahammül sınırlarını zorlamıyor ve sadece olaylara işaret etmekle yetiniyorum. O gerçekleri olduğu gibi anlattığım zaman, düşünce ve siyasal temellerinin kökten sarsılacağını iyi biliyorum. Bunun böyle olduğunu, gerçeğin şöyle birazcık ucunu gösterdiğim zaman, ortaya koydukları hazin ve trajik tepkilerden anlıyorum. Çürümeye, yozlaşmaya, düşünce zemininin bataklıklara doğru saptırılmasında katkısı olanların kendi bataklıklarında ürettikleri sivrisinekler, kendilerinden olmayan hiçbir şeye tahammül edemezler. Eleştiri, muhalefet, yanlışları görebilme onların kültüründe yer etmiş değil. Etek öpmekten, böyle bir sorumluluğu düşünmeye vakitleri de olmamıştır.

İran’da hiçbir muhalif düşünceye tahammül etmemeyi İslami görenler, Suruş, Burkei, Mustafa Tabatabai, Şeriati, İmamın torunu ve giderek İmamın düşüncelerine kadar uzanan farklı görüşleri bloke etme veya karartma yoluyla varlıklarını korumaya çalışıyorlar. İslam İnkılabının gerçekleştiği günden beri, büyük cinayetler, işkenceler, zulümler, yozlaşmalar, ahlaksızlıklar hayatın tamamına hakim hale geliyor, buna rağmen bataklık zeminini oluşturanlar bunu görmüyor. Dünyanın bütün bölgelerinde, Müslümanlar birbirlerine kırdırılacak hale getiriliyor, yok ediliyor, tabii mecrasından başka alanlara kaydırılıyor bunu duymazlıktan geliyorlar. Irkçılık zihniyetiyle, kendilerinin dışında kalan Kürtlere, Azerilere, Beluçlara, Türkmenlere ve Araplara en basiretsiz insanın bile reva görmeyeceği asimilasyon, yozlaştırma, yok etme ve kendi bünyesinde eritme politikaları uygulanıyor, ama marjinal düşüncesinde inat eden dostlarımız, bütün bu olanları görmezlikten geliyor ve kimi zaman da bütün bunların İslam hukukuna uygun olduğunu (!) savunabiliyorlar. Muhalefet etti diye, imamlar namaz üzerinde kurşuna diziliyor, idam ediliyorlar bunu görmezlikten geliyor, veya duymak istemiyorlar, duyduklarında da tevil ediyorlar. O bilmedikleri, İslami hükümlere göre yapıldığını savunuyorlar.

Musevi, İmam’ın evinde bir konuşma yaparken ‘çomaktarlar’ saygısızca bir şekilde salonu basıyorlar ve saldırganlıkla/sloganlarla ortalığa dehşet saçıyorlar; İman’ın kitaplarını fuardan topluyorlar, insanların üzerine basit gerekçelerle kurşun yağdırıyorlar, gösteri ihtimali olan her sokakta fark gözetmeden, rastladıkları her insanı linç edercesine dövüyor ve gece vakitleri sokaklarda dehşet verici bir şekilde motosikletlerle insan avına çıkıyorlar, öğrenci yurtlarını basıp keyfi bir şekilde insanları kurşuna diziyorlar, eşyalarını tahrip ediyorlar, gösterici bayanların saçlarından sürükleyip tutuklamaya çalışıyorlar, İmam Humeyni’nin ölüm yıldönümünde konuşma yapan torunu Hüccetulislam Hasan Humeyni’yi  ‘merkber munafik’ (Kahrolsun münafık) nidalarıyla konuşturmuyorlar, Haşimi’nin kızı üniversiteden çıkarken ellerinde telefonlarıyla görüntüyü de çeken pervasız çomaktarların sözlü saldırısına uğruyor, sınırlarda geçimini bir bidon mazotla sağlayanlar görüldüğü an hayvanlarıyla birlikte kurşuna diziliyor, yazarlar rehbere yazdıkları mektuplardan dolayı işkence görüp, zindanlara atılıyor, inkılabın bütün eski kadrosundaki şahsiyetler “İslam bu değil!” diyor, alimler, taklit mercileri muhalefetlerini dile getiriyorlar, ülkedeki sosyal fesadın yaygınlaşmasının asıl müsebbibinin hükümet olduğu söyleniyor, Behişti’nin, Refsancani’nin yakınları tutuklanıyor, keyfi yasaklar uygulanıyor, uyuşturucu kullanımında İran’ı dünyanın birinci sırasına çıkarıyorlar, dehşet ve korkuyu bütün ülkeye yaymak için göstericilerin üzerine ateş açılıyor. Ve bunlardan fazlasını yaşıyor ve görüyoruz. Olanlar karşısında, gerçekleri olduğu gibi yansıtmayanın nasıl bir amacı olabilir? Eğer, İslam İnkılâbıyla geçmişte bile olsa bir gönül bağımız olmasa, neden dert edinelim, İran’ın bugünkü siyasal ve sosyal yapısından söz etmemiz böyle bir endişenin neticesidir. Ancak marjinaller veya başka menfaat gözetenler böylesine dehşet verici hayat karşısında susabilir, gördüklerini görmemiş, duyduklarını duymamış kabul edebilirler.

Komünistlerin marjinalce Moskova bağımlılığını, biatliliğini sürdürmesi gibi bir anlayışla İrancılık yapanların, uyanmaları ve çevresine kadar yansıyan gerçekleri görebilmeleri maksadından başka nasıl bir endişe taşıyabilirim?! Ehlibeyt derneklerinin gölgesinde, çevremize kadar yansıyan iğrençlikler bizi de etkiliyor, ilgilendiriyor. Geçmişte biat mantığıyla hayatımızı karartan anlayışın henüz bile canlı tutulması bize zarar vermeye devam ediyor. Yaşadığı veya doğru olduğuna inandığı gerçekleri, aynı mezhebe bağlı olmasına rağmen insan olma onuruyla dile getiren insanların ancak eli öpülür. Bizim çevreden de beklediğim böylesine cesurca ve adalet ölçüleri içerisinde gerçekleri yansıtabilmeleridir. Bir insan Şia olduğu halde eğer, haksızlıkları, cinayetleri, sapmaları, ahlaki çöküntüyü, kepazelikleri dile getiriyorsa ve bunu yaparken de hiçbir dünyevi endişe taşımıyorsa, benim farklı düşünmem beklenemez. Geldiğimiz noktanın sebep ve sonuçlar konusunda düşünmemiz gerekmiyor mu?

İnkılabın önemli şahsiyetleri, İran’da şu anda derin devletle şekillenen fıkıhtan, sadece zevahiri kurtarmak için bölük-pörçük kısımlar alan despot bir rejimin hakim olduğunu söylüyorsa, alimlerin ekseriyetinin itirazına rağmen, baskılar, zorbalıklar, yasaklamalar, sınırlamalar ve kısacası zulüm bütün boyutlarıyla devam ediyorsa, insan olanın bunlar karşısında susmaması gerekir diye düşünüyorum. Türkiye Müslümanlarının gerileme, tıkanma, düşünce üretememe ve mevcut sorunlarına çözüm arayamamasının temelinde, İran’ın da etkili olduğunu görüyorsam, geçmişte Kürdistan’daki en önemli hareketlerin “körü körüne biat” anlayışıyla yok edildiğini, imha olma sürecine getirildiğini veya tükenmesinin zemini oluşturulduğunu yaşıyor ve biliyorsam itiraz etmem gerekir. Marjinal, basiretlerini kendi elleriyle köreltenlerin benim bu endişe ve yürek yaramı anlayabilmelerine ihtimal vermiyorum; bununla birlikte Türkiye Müslümanları arasında birçok yerde tartışmanın kapılarının aralanmasına vesile olduğumu da biliyorum.

İran, tamamen yok sayılsın veya geçmiş tecrübelerinden istifade edilmesin, küresel emperyalizme, canilerine karşı korunmasın demiyorum. Ancak, olayı tartışarak; bize tozpembe hayaller yaşatanlara dur dedikten sonra, gerçekler üzerine kurulan bir platform, eşit şartlar doğrultusunda eğitiminden, siyasetinden, tecrübelerinden de istifade edelim. Biate kadar varan diyaloglarımız adalet, insaf ve İslami değerler üzerine olsun. İmamdan sonra ülkenin rehberliği için hazırlanan ve bu doğrultuda Ayetullah Munteziri, Mehdi Haşimi ve benzerlerinin bir çırpıda harcamaya vesile olan, kendisini rehberliğe hazır gören Ayetullah Mişkini’nin biat ve ehlisünnet bir Müslüman’ın Şia bir imama biat etmesi ve karşılıklı sorumlulukları düşüncelerini açıklamasını bizim İrancılar duysa hayret edeceklerine inanıyorum. Bütün olarak aynı anlayıştan farklı bir yorum getirdiklerine hiçbir zaman şahit olmadım. İşte bizim komik ve dramatik biat anlayışımız.

Bütün bunları bilerek yaklaşmalıyız. Menfaat, çıkar ve tek taraflı içten pazarlıkları bir kenara bıraktığımız zaman önemli bir kazanım sağlayabiliriz. Benim derdim bu. Bundan dolayı itiraz ediyorum. İnkılâbın ilk gününden beri devam eden cinayetleri, idamları, derin devletin emperyalizmle kurduğu diyalogları, sosyal ve siyasi sapmaları, mezhebi bağnazlıkları gördüğüm için itiraz ediyorum. Bugün zamanı değilse, ne zaman zamanı gelecek? İnkılâbın bütün yanlışlarını, hatalarını, İslam dışılıklarını gördüğüm halde sadece “körü körüne biat etme” hakkım mı olmalı, hayatın içerisinde gördüklerimi söylemezsem, yazmazsan insanlığımdan şüphe ederim. Bedel ödeyerek sahiplendiğimiz bir İnkılâbın geldiği noktayı gördüğüm zaman benim tüylerim diken diken oluyor, gözlerim yaşarıyor ve içten içe yüreğimde oluşan yaranın acısıyla kıvranıyorum, bu endişeyle isyan ediyorum. Yazdığım ilk yazıya gelen yorumların hepsini dikkatli bir şekilde okudum, yorumları önemsemediğimden değil, polemik ve karşılıklı tartışma olmasın diye cevap yazmadım.  

Bunlar yaşadığımız olayların, hayatımıza yansıyanından sadece kısa bir özeti. Ayrıntılarda neler var, bir anlatabilsem… Gördüklerimi, duyduklarımı, okuduklarımı adalet ölçüsüne riayet ederek anlattım. Kafalarını kaplumbağa kabuğundan çıkarmak istemeyen, bildikleri gerçekleri tartışmaya açma cesaretinden yoksun aydınlarımızın, akil adamlarımızın kendi sorumluluklarını ne zaman yerine getirmeyi düşündüklerini merak ediyorum. Müslümanların yollarını aydınlatabilmek için özeleştiri ve mukaddeslerin sırasına dizdiğimiz İrancılığı tartışmak birçok alanda katkı sağlayabilir. Bazı dengeleri koruyanlara rağmen, konuşması gerekenlerin konuşabileceğini ümit ediyordum. Kendilerine göre haklı olabilirler, belki de rahatları kaçsın istemiyorlar. Bunun bilincinde olmama rağmen, bunları yazmasaydım insanlığımdan şüphe ederdim.

Birileri kırılabilir, kumdan inşa ettikleri kaleleri bu derin dalgayla sarsılabilir, kendince farklı anlamlar çıkarabilir… Zaten bütün sorunumuz da bu birileri değil mi? Eğer o birileri olmasa, Türkiye’deki İslami hareket daha sağlıklı olacak ve var olan mukaddeslerimizin yanına yeni sanallarını bulma telaşı içerisinde olmayacağız. Müslümanların siyasal ve sosyal alanlarından bu birileri “samimi olmak edasıyla” Donkişotluk pozlarından vazgeçip, gerçeklerimize yönelebilirse farklı bir alana doğru yol alabileceğimizden kuşkum yok.

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum