1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Moskova Mutabakatı; Zafer mi, Hezimet mi?
Moskova Mutabakatı; Zafer mi, Hezimet mi?

Moskova Mutabakatı; Zafer mi, Hezimet mi?

​​​​​​​Karşımızdakilerin, Grozni’de olduğu gibi sünni halkı öldürmek, kovmak ve kendilerine halk yaratıp yola devam etmek isteyen bir yazılımları var.

11 Mart 2020 Çarşamba 01:10A+A-

Bahadır Kurbanoğlu / ankaraekspresi.com

Gerçekler ne zafere ne de hezimete zemin tanır. Gerçekler matruşka gibi kompleks boyutlarıyla kendini gösterir ve hangi vadeden, nereden nasıl baktığınıza göre değişkenlik de arzeder.

Ama öfke ve hamaset arasında bu gerçeklik alanı maalesef kaynıyor. Bu mesele sadece hükümet karşıtlığı ya da yandaşlığıyla değerlendirilecek bir çerçeveye sığdırılamaz. “Zorluklar” ile “Yapılması zorunlu” olanlar birlikte değerlendirilmediğinde, ileri sürülen görüşler ya kısa vadeli güncele hapsedilir ya da ideolojik yaklaşımların körlüğüne kurban edilir.

Meseleye ‘insan merkezli’ bakmaya çalışmanın yegane ölçütünü “savaş karşıtlığı” zannedenlere söyleyecek fazla söz yok. “Savaş karşıtlıklarını” devletin attığı adımlara kinayeyle hatırlayanlardan bahsetmiyoruz. Onların yaklaşımlarındaki ideoloji kokusu havayı zaten yeterince kirletiyor. Samimi olarak “insanlar ölmesin” anlayışıyla kategorik savaş karşıtlığından söz ediyoruz. Maalesef “öyle olmasın” demekle olmuyor; “nefsi müdafaa” da zaten bunun için var ve meşru. İnsanlar hayatta kalabilmek, nesillerini koruyabilmek amacıyla silaha sarılmak zorunda kalabiliyorlar. Üstelik canın, neslin, aklın, malın ve yaşamın tehdit altında olduğu anlarda bunun kaçınılmaz olduğuna insanlık tarihi şehadet ediyor.

Dolayısıyla ‘insan merkezli’ bakışın siyasete dair söyleyecekleri olmalı. Savaş ya da masa farketmez ama öncelikle ne olup bittiğini, ne olmaması gerektiğini ve gelecekte muhtemelen ne olmasını arzu ettiğimizi ortaya koyma çabasını bundan bağımsız görmüyoruz.

***

Buradan hareketle sahaya baktığımızda, Suriye halkının medet umacağı tek gücün Türkiye olduğunu görmek çok zor değil. Türkiye'nin izlediği siyasetleri de bu beklentiyi karşılamaktan uzak ya da yakın adımlar atıp atmaması üzerinden değerlendirmek gerekiyor.

Son birkaç günlük gelişmelere dair söylenecek sözler medyada yeterince tüketiliyor. Putin’in ayağına gitmekten Soçi’nin gerisine düşmeye, el kol mimiklerinden M4-M5’e kimin ne kadar hakim olduğuna kadar bir dizi “analiz” muhtemelen birkaç hafta sonra unutulmak kaydıyla yapılmaya devam edilecek.

***

Süreci takip edenler iyi bilmektedirler ki zaten Suriye sahasında bile isteye bırakılan boşluk bir dünya gücü olan Rusya tarafından uzun süredir doldurulmuş idi. Dolayısıyla Astana'lardan beri sahada Türkiye ve muhaliflerin metazorik kayıplarına şahit olmakta idik. Bu süreç zaten işliyordu.

 

Buradaki sorunların da uluslararası yapı müdahil olmadan çözülemeyeceği bilinmekteydi. Türkiye’nin güvenli bölge ve uçuşa yasak bölge talepleri de en başından bu yana vetolara takılmakta idi.

TR’nin bunlarsız sahaya müdahaleleri ve bu müdahalelerin sınırları ve sürdürülebilirliği konusu elbette tartışmaya açıktır. İçeriyi kontrol etmekte zorlanan Türkiye’nin askeri bağlamda alan açma çabalarının sınırları ve sürdürülebilirliği meselesi de. Lakin, hem izlenen insan odaklı siyaset hem de masada elindeki kozu artırma açısından bunun bir zorunluluk olarak geliştiği de bir vakıadır. “Birilerinin” izniyle olan boyut Türkiye’nin gücünün sınırlılığını gösterse de, gösterilen kararlılığın milyonlarca insan için -sorunlar olsa da- yaşam alanları oluşturduğu, kendi güvenliğine ilişkin de mecburiyetler içerdiği izahtan varestedir. Üstelik bu adımları, iki dünya gücünün aynı tarih diliminde aynı coğrafyaya odaklandığı bir proseste gerçekleştirmesi de içine girilen zorluğun çerçevesini ortaya koymaktadır.

Bize göre, teknik ve bürokratik zaaflar ya da güç bağlamındaki sınırlılıklar haricinde Türkiye’nin sahaya müdahalesinde elini zayıflatan üç unsur mevcuttu.

- İçeride beklentileri yükselten hamasi ve ulusalcı dil. (Yapılamayacakları söyleten, müdahale gücü ve potansiyelini abartan, konjonktürel birliktelikleri stratejik derin ittifak gibi gösteren yaklaşım)

- 15 temmuz sonrası oluşan yönetim zaafiyeti sonucu yitirilen ahlaki üstünlük zemininin aynı döneme denk gelmiş olması ve bu durumun iç moral psikoloji açısından el zayıflatan boyutu.

- Kaybedilen seçimlerin faturasının Suriyeli mültecilere çıkarılmasıyla beraber, kitlenin yanlış yönlendirilmesi ve muhalefetin yıllardır sürdürdüğü mülteci aleyhtarı söyleme yaygınlık kazandıran etmenler.

Ayağa dolanan, inandırıcılık çıtasını zedeleme gücü yüksek bu tablo, sahada bile isteye oluşan/oluşturulan boşluğun Türkiye’yi bıraktığı yalnızlıkla birleşince; Türkiye’nin Rusya-İran zorunlu yakınlaşmasına itilmesi, gücüyle orantılı zaafları ortaya çıkardı. Bu da zaman kazanıp sahaya müdahalelerin önünü açan Astana ve Soçi süreçlerinin aynı zamanda aleyhteki boyutlarının da faturalarıyla yüzleştirdi.

Herşeye rağmen sahadaki kazanımların küçümsenmesi rasyonel ve vicdani değildir. Askeri müdahaleler, İdlib ve kuzey güvenlik bölgeleri, muhaliflere -gecikerek de olsa- destek boyutlarıyla bakıldığında, bu haliyle bile Türkiye’nin varlığının sadece Suriye halkı açısından bile ne derece önemli olduğu görülür. Yarın siyasal süreçler işletilmeye başlandığında da, bugün Suriye’nin demografik yapısıyla oynama adına savaş suçları işleyen güçlere karşı Türkiye’nin bölgedeki varlığının önemi daha bir anlaşılacaktır.

Dediğimiz gibi, Rusya ve ABD gibi iki dünya gücünün aynı anda odaklandığı bir coğrafyada hedefte olma gibi bir durumu kaldırmak kolay değil! Bu duruma düşmemek için neler yapılabilirdi sorusu ise sadece Türkiye’nin cevaplayacağı bir soru değil.

Velhasıl, “zafer mi hezimet mi” şeklindeki “ak-kara ikilemi” sınırlılığıyla konuya bakmak bu tablo açısından anlamlı değildir. Lakin bir diğer görünen gerçeklik de, uluslararası yapılar ayak sürüdükçe mülteci konusunun da, demografik yapı değişiminin de, uçuşa yasak bölge meselesinin de, Grozni siyasetinin önünü almanın da günden güne imkansızlaştığıdır. Türkiye’nin kısa ya da uzun vadeli olarak değişmeyecek siyaseti bu gerçekliğe karşı yeni durumların oluşumuna kadar varolan direncini diri tutmak, az kayıplarla tezlerinde ısrar etmek şeklindeki bir süreci işletmektir.

***

Rusya’nın iyiden iyiye kapsam alanını rejim lehine Türkiye aleyhine genişlettiği gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, Rusya’nın ciddi bir tehdide ihtiyacı olduğu bir gerçektir ama şu şartlarda “Türkiye’nin içinde daha önce yaptığı ekonomik anlaşmaların güncellenmesini de içeren bu kozları oynamaya cesareti var mı?”, “bunu tek başına yapabilecek gücü var mı?” sorularının da cevapları -orta değil- ivedi olarak kısa vadede düşünülmesi gerekenler arasındadır. Sadece şunu şuraya iliştirmekle kifayet edelim:

Şu an "teröristlikleri" hariç, en az konuşulan konu sahadaki muhaliflerdir!

Onların eline -geç kalınmış da olsa- yüksek teknoloji içeren silahların geçmiş olması önemli bir kazanımdır. Hakeza, rejime ve yandaşlarına verdirilen ve Putin’in canını yaktığı belli olan ciddi zaiyat, rejimin namlunun ucunda olduğunun bir kez daha deklare edilmesi de ayrıca önemlidir. (Bu yazının yazıldığı anlardan itibaren rejimin ateşkesi 15 kez ihlal ettiğinin tescillendiğini de hatırlatalım)

Muhaliflerin direnişinin de ayrı bir faza geçip geçmeyeceğini biraz da Rusya’nın rejime verdiği desteğin artan dozajı ve Türkiye’nin kırmızı çizgilerini tehditin çıtasının iyiden iyiye yükselmesi belirleyecek gibi görünmektedir. Üstelik asimetrik savaşa yönelim gibi ihtimaller de sahadaki bir takım yapıların bağımsız ve kontrolsüz yönelimleri olarak da gelişebilir ki, bu da bugün yürüyormuş gibi görünen mekanizmaları başka bir açıdan zorlayan bir boyut içerebilir.

***

Somut ahlaki çözüme dair “insan odaklı” bakış, meseleyi kısa vadeli bilek güreşi tartışmasından çıkarmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Askeri olarak oyun bozma meselelerini de, muhaliflere yaklaşım konusunu da, mülteciler meselesini de, uluslararası irade olmadan çözümünün zorluğunu ifade etmiştik. Bir diğer ve belki de en önemli alternatif çözüm konularından biri de sürekli tekrarlanagelen “Suriye’nin geleceğinin Suriye’nin toprak bütünlüğünden geçtiği” meselesidir.

Acaba böyle midir? Yoksa demografinin ve insanın geleceğiyle bağlantılı olarak  adem-i merkeziyetçi bir yapının savunulması mıdır?

Buna ilişkin uluslararası yapıyı da içine katarak bir tartışma başlatmanın zamanını kollamakta fayda mülahaza edenlerdeniz. Nitekim karşımızda kitlendikleri hedeften bugüne dek hiç taviz vermeyen robotlar var. Son mutabakatta “Suriye Arap Cumhuriyeti” ibaresini Suriye’nin sözde toprak birliğine atfen kabul ettirme çabaları şapkayı öne koyup düşünmeyi gerektiriyor. Karşımızdakilerin, Grozni’de olduğu gibi sünni halkı öldürmek, kovmak ve kendilerine halk yaratıp yola devam etmek isteyen bir yazılımları var. Buna virüs programı şırıngalamaktan başka bir seçenek hem Türkiye’nin hem de Suriye halkının önünde gözükmüyor gibi.

HABERE YORUM KAT