1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Molotof kokteylli çocuklar bana kalırsa yoklar
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Molotof kokteylli çocuklar bana kalırsa yoklar

09 Aralık 2009 Çarşamba 02:15A+A-

Çocuklar bana kalırsa yoklar/Yok çocuk falan yok öyle şeyler/Hayal edilmiş ekler olacaklar/Ailelerinin melankolileri için... Sezai Karakoç'un şiiri modern hayat, çekirdek aile, onların uzantısına dönüşmüş çocuklar üzerine gibi görünse de şiirin engin coğrafyasında ucu güncel siyasî konulara kadar uzanıyor. Televizyon kanallarındaki haberlerde gördüğümüz İstanbul'da, Mersin'de, Hakkâri'de sokaklara dökülmüş, molotof kokteyl atan çocuklarla Karakoç'un bu şiiri arasında anlaşılması gereken bir bağ var.

PKK'nın kuruluş yıldönümü münasebetiyle belli ki örgütün emriyle meydanlara indirilmiş olan bu çocukların yaptıklarını büyük sözlerle değerlendirmek mümkün. PKK, terörizm, savaş alanına dönen kentler (kanallar en çok bu repliği tercih ediyorlar), şiddet, "ne istiyorlar" başlıklı ciddi konuşmalar vs. Öte yandan görüntüler de neler olduğunu kendi dillerince anlatıyorlar. Ülkenin farklı yerlerinden birbirini ateşle selamlamayı ve "dayanışma"yı "diğer kardeşlerle" birlikte tüm ülke sathına yaymış olma duygusu. Barikatlar (tüm ayaklanmaların en önemli sembollerinden), molotof kokteyl (seksen öncesine bir gönderme), maskeler (hem kimliği gizleme hem de ortak bir kimlik oluşturma nesnesi), panzerler (egemen gücün ifadesi, "meydan okuyanın" kendisini seyrettiği ayna), baştan aşağı giydirilmiş Çevik Kuvvetler (işin ne kadar ciddi olduğunun resmi) nihayet gecenin içinde her yerde yükselen alevler (siyah ve kızılın baştan çıkartan birlikteliği). O maskeli çocuklardan birisi panzere arkadan yaklaşıp tekme atıyor. Bir başkası elindeki kazma ile panzerin stop lambalarına vuruyor, onu kıramayınca öfkeyle gövdesindeki çelik zırha saldırıyor. "Öfke" sadece panzere ve polise yönelik değil. Yol kenarında duran otomobiller, dükkânlar yakılıyor, vitrinler kırılıyor. Belediye otobüslerine molotof kokteylli saldırılar ise "dehşeti" doğrudan sivil kesimlere taşımak için. Ama tüm bu eylemlerin en temel unsurlarından birisi "alabildiğine zarar vermek".

Bu politik stratejinin beslendiği ve uygulayıcılarını kolaylıkla bulduğu bir arka plan da var elbette. Arzu nesnesine karşı duyulan öfke... Alamadığı, olamadığı, kendi hayatında bulamadığı, içine giremediği bir dünyaya karşı kılık değiştirmiş bir hayranlığın yıkıcılığı bu. Otomobillere atılan ateş, "benim olmayacaksa kimsenin olmasın" isyanı. "Nazar etme ne olur/İste senin de olur" yazısını otomobillerinin arkasına yazan o kolektif bilinç, bu ruh halinin farkında. İşi "nazar"a kalan kişi, yıkıcılık için kendisini meşrulaştıracağı bir politik hikâyeden yoksun kişidir. "Yüksek bir ideal" anlatısı -ki bunun öyle ciltler dolusu olması, ayrıntılı analizlere dayanması filan da gerekmez, öylesine heyecan verici, baştan çıkartıcı üç kelime kâfidir- yanan ya da yakan olarak ateşlere karışmaya yeter. İşte çocukları yok eden, onları ailelerinin melankolileri için ek haline getiren yer de burasıdır. Ortadaki aile artık bir ev ve orada oturan çekirdek aile değildir, hayal edilen ülke ve onun içinde oturan ulustur. O muhayyel ulusa giden yolun somut özeti ise kendisini "politik kabile"nin varlığında ortaya koyar. Çocuklar o politik kabilenin "melankolisinde" soluklanan ekleri olmuşlardır, kimlikleriyle, kişilikleriyle en fazla buluştukları an, o kabile adına sokaklara döküldükleri, yakıp yıktıkları andır. Sonra koşarak evlerine dönecekler, yeni eylemler için haberleşecekler, sair zamanları o "kutsal ayine" bir hazırlık olarak geçireceklerdir.

-Onlar için artık eylemin dışında bir hayat yoktur. O eylemler bir olmanın, dayanışmanın, meydan okumanın, önemsenmenin, üstüne konuşulur hale gelmenin, korkutmanın tüm bunlarla birlikte "kendi gücüne varmanın, kendine inanmanın" aracısıdır. Çünkü en derinden duyduğu acı, bunun tam tersine olan gerçekliktir. Sair zamanlarda elleri pantolonunun cebinde sokak aralarında bir gölge gibi dolaşsa, insanlar ona bir bakış atma lütfu bile göstermeseler, o düşünür ki, bu sadece geçici bir görüntüdür, asıl kendisi değildir. Gece olduğunda kendisini başrol oyuncusu olarak gördüğü o oyunda sahne alacak, gündüz kendisine bir an bakma zahmetine girmeyen insanların kocaman gözleriyle ekrana mıhlanıp kalmalarını hayal edecektir. O, tebdil kıyafetle halkın arasına karışmış bir prens ya da prenses gibidir. Çocuk genç arası varlıklarında eylem, sayısız soruyla hayatın üzerine geldiği ve kendisinden şahsen cevap beklediği belalı süreçte onu tüm bu kaygılardan kurtaran, tüm sesleri bastıran, önemsizleştiren, kendisine hepsinin üstüne çıkma ve orada var olma yüceliğini bahşeden bir sihirdir. Molotof kokteyli, kördüğümü kökünden kesen İskender'in kılıcıdır, hayatın baş döndürücü sayısız rengi karşısında siyah/beyaz ikilemine indirgenmiş bir tahayyülün kesinliğinde doğruyu yanlıştan ayırmanın muhteşem silahıdır. Eylem, davanın, idealin, uğruna hayat sunulanın anaç memelerinden doyasıya beslenebilmenin, her tekrarla birlikte daha da gürbüzleşerek var olmanın yöntemidir.-

Bu çocuklara gerçekliğin yerine bir yanılsamayı ikame etmeye çalıştıklarını söylemek mümkün mü? Eylemlerin sarhoşlatıcı etkisinin yerine aklın soğuk dünyasına onları çağırmak, bırakın bir davayı bir jeste, bir gülümsemeye, bir söze dahi hayatlarını vermeye yatkın halleri üzerine konuşmak, "Kibritçi Kız" masalında olduğu gibi, yaktıkları ateşin rüyasında gördükleri yerine kendi gerçek hayat şartlarını kavramaları gerektiğini anlatmak kolay mı? Onları meydanlara sürükleyen rüzgârın "politik dil" kılığına girmiş nice bastırmanın öfkesi olduğunu, varlıklarının anlamını "küresel dünyanın analizinden" değil o sokaklarda birlikte koşuşturdukları diğer çocuklardan, onların kan ter içindeki yüzlerinden, soluk alışverişlerinden, haykırışlarından çıkarttıklarını hatırlatmak! Politik kabilelerinin melankolilerinde yitmiş bu çocuklar İstanbul'da Serap'ı yaktılar. Serap, bir hastane odasında hayatını kaybetti! İşte tüm hayallerin ötesinde çıplak gerçek! Bu vahşet "politik ayin" sahiplerine hiçbir şey söylemeyecek mi? On sekiz yaşındaki o çocuğun da bir başka ateşin fitili olduğunu unutmayalım.

İnsanlar sokaklara döküldüklerinde onları kucaklayan iki duygu, öfke ve nefrettir. Ancak sanılmasın ki bu duygular sadece karşıdakilere yöneliktir, hayır. Onlar kurtulmak istedikleri "hallerine", kendilerine bir kader gibi yapışmış var oluş biçimlerine karşı da öfke ve nefret doludurlar. Hiç kimse kendisine de yöneltmeden sadece karşıdakine öfkelenemez. Zaten sorunu katmerleştiren biraz da budur.

Onlar bizim çocuklarımız. Yıkıcı halleri dolayısıyla üvey çocuklarımız değil, öz çocuklarımız. Eminim onların aralarında "ellerdeki" Serap'ın kanına irkilerek bakan, "bir cinayetin sadece cinayet" olabileceğini düşünen çok sayıda insan var. Onlar yapsın, biz anlayalım, demiyorum. Onların asıl sorunları sosyoekonomik, şartlarını düzeltelim, o zaman yapmazlar da, demiyorum. Bu bir süreç... Onlar belki bir süre daha yapmaya devam edecekler, bu ülkenin güvenlik güçleri de olayları önleyecek. Ancak bu "ilişki" biçimi onları bu iki taraflı öfke ve nefret duygularından kurtarmaya yönelik olarak düzenlenebilir mi? Polisin bir elinde elbette düzenin asası olacak ama öbür elinde de her vakit merhamet ve şefkatin yumuşaklığını taşıyabilmeli. Polis, sadece kanunun gücü değil kanunun psikoterapisti olarak da o olaylara yaklaşmalı. Kolay değil ama ülkenin güç şartları polise, "ilişkiler"in tecrübesinden elde edilmiş bir aklı her vakit hesaba katması gerektiğini işaret ediyor.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT