1. YAZARLAR

  2. Orhan Miroğlu

  3. Kürt sinemasına sansür
Orhan Miroğlu

Orhan Miroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürt sinemasına sansür

28 Nisan 2011 Perşembe 00:02A+A-

Yönetmen Aydın Orak’ın Berîvan / Bir Başkaldırı Destanı adını taşıyan filmi Kültür Bakanlığınca sansüre uğradı. Bu yasak ilk değil. Diyarbakır Cezaevi belgeselini yapan Çayan Demirel’in Dersim-38 belgeseli de, gösterim izni alamamış ve yasaklanmıştı.

Yüksel Yavuz’un, benim de anlatıcı olarak katkıda bulunduğum Close Up Kurdistan / Yakın Plan Kürdistan adını taşıyan filmi de, bu yasaklardan nasibini aldı ve gösterim izni alamadı.

Ama, nasıl ki siyasi yasaklar, belli bir zamandan sonra, toplumsal gelişme ve talepler karşısında hükümsüz kalıyorsa, Kürt sinemacıların çektiği filmlere bu zamanda yasak koymak da, aynı şekilde hükümsüzdür.

Filmlerin yasaklanması, yasak koyucuların, tarih ve zaman dışı kalmış anlayışlarını görmemizi sağlar, ama bu alanda daha epey iş çıkaracak olan gençlerin şevkini kırmayı başaramaz.

Berîvan’ı seyretme fırsatım olmadı. Çok istememe rağmen sevgili Aydın Orak’ın Musa Anter’i anlatan tek kişilik oyunu Araf’ı da izleyemedim.

Aydın’ın sinema ve tiyatro alanında kaydettiği bu başarılar elbet sebepsiz değildir. O yaptığı işe yürekten inanan genç bir sinemacı. Aynı zamanda iyi bir tiyatro oyuncusu. Sansürlenen filmi, Cizre 1992 Newrozu’nu anlatıyor. Orak, filmini gerçek tanık anlatımlarına ve belgelere dayanarak çektiğini söylüyor.

Ama sanatsal kaygılar, sanatın kendi doğasında var olan gerçeği arama çabası, sansür kurulunda görev yapanların hoşlandığı bir durum değil tabi. Sansürcülerin her şeyden önce kendi kriterleri var:

– Tarihî olaylar çarpıtılmayacak!

– Toplumda kin ve nefreti körüklemeyecek!

– Türk milletinin milli birlik ve beraberliğini bozmayacak!

– PKK propagandası yapan unsurlar içermeyecek; ve sıkı durun:

– Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı olmayacak!

Şimdi gelin de, siz siz olun, bu kriterlerle çelişmeyecek bir film yapın!

Diyelim ki Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan bir film yapacaksınız. Böyle bir filmin her sahnesinin bu kriterlerle çelişmesi mukadderdir.

Böyle bir film, bir kere, PKK’nin bu cezaevinde başlayan tarihini ve işkencelerde ölen PKK’lileri görmezlikten gelemez. Bu da, suçu ve suçluyu övmeye girer.

Sonra, Yüzbaşı Esat’ın köpeği Co’ya, kaldıkları hücrelerde askerî tekmil vermek zorunda kalan tutukluların yer aldığı bir sahne, maazallah infial yaratabilir. Bu da en hafifinden 301’lik suç demektir!

Bu türden sahneleri, seyircinin anlaması pek kolay da olmaz. Orhan Pamuk’un başına gelen, yönetmenin başına gelir!

Oysa bu cezaevinden geçmiş binlerce insan maalesef bu köpeğe, bir komutana tekmil verir gibi tekmil verdi. Amaç tekmil vereni aşağılamaktı tabii. Ama görevlilerin öfkesi o kadar büyüktü ki, bir köpeğe askerî tekmil verdirerek, kendi mesleklerini ve kurumlarını aşağıladıklarının farkında bile değillerdi.


Berîvan
filmi anlaşılan 1992 yılındaki Newroz kutlamalarında devletin uyguladığı şiddeti olduğu gibi ortaya koyuyor.

Filmde gösterilen şiddetin gerekliliği veya gereksizliği konusunda bir şey söyleyemem, çünkü filmi seyretmedim.

Yine de sansürü düşünerek değil belki, ama seyirciyi hesaba katarak, böylesi dönemler şiddetin açıkça teşhiri üzerinden anlatılmayabilir diye de, düşünmüyor değilim.

Lakin bu aşamaya gelmiş bir sinema zaten çok şeyi geride bırakmış bir sinemadır. Oysa Kürt sineması daha yolun başında sayılır.

Aklıma Costa Gavras’ın filmi Amen geliyor. Toplama kamplarını anlatıp da şiddet ögelerinden yararlanmayan film pek yoktur. Amen sanki bunun dışında kalabilmiş istisna bir film gibidir. Hıristiyan dinine son derece bağlı bir SS subayı olan Gerstein, fabrika atıklarının arıtımı için orduya temin ettiği Zyklon-B gazının toplu katliamlar için kullanıldığını öğrendiğinde, bu sefer, katliamları durdurabilmek uğruna, hayatı pahasına bir mücadeleye girişir.

Gerstein filmin bir sahnesinde insanların yakıldığı fırınların önünde durur. O anda kamptan yükselen dumanları görürsünüz ve insanların yok edilmesinde kullanılan kimyasalı temin eden bu Nazi subayının yüz ifadesi öyle bir hale gelir ki, onu bir anda dehşete düşüren o korkunç gerçeği siz de, iliklerinize kadar hissedersiniz. Oysa ortada ne cesetler vardır ne de şiddetin ve ölümün sıradanlaştığını gösteren başka özel bir şey, herhangi bir görüntü..

Diyeceğim, şiddeti açıkça göstermek üzerinden, veya değil, sinemacının gerçeği istediği gibi kurgulamak ve anlatmak özgürlüğü var elbette, ama bu özgürlük gerçeği yok saymak veya çarpıtmak biçiminde tezahür edemez.


Mahsun Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminde şöyle bir sahne var. Komutan gelir ve köylülerden köyü boşaltmaları için, kibarca ricada bulunur, köylüler bu ricayı kırmazlar ve savaşın tam ortasında kalmış bir köy, devlet-vatandaş işbirliğinin güzel bir örneği ve dayanışması sonucunda boşaltılır..


Oysa biz biliyoruz ki, hiçbir köy rica üzerine ve böyle göze batan bir kibarlıkla boşaltılmadı.

Sonra böyle bir tekil olay yaşanmış olsa bile, üç bin köyün haritadan silindiği tarihî bir dönemi anlatmak için bu tekil olaya başvurmak, her şeyden önce ahlaki değildir.

Böyle bir sahne, hem köyü boşaltılan üç milyon insanın yaşadığı trajediye büyük bir saygısızlıktır, hem de gerçeğe ihanettir.

Mahsun’un açtığı yoldan devam etmeyi tercih eden bir başkası Diyarbakır cezaeviyle ilgili bir filmde, iç güvenlik amiri ve işkencelerden sorumlu Esat Oktay’ı binlerce tutukluyu devlete ve topluma kazandıran vatansever bir asker olarak da anlatabilir.

Sayın köylüler lütfen köyü boşaltınız diyen komutan kişi, burada da gidip işkenceleri protesto etmek için kendini yakan Hayri Durmuş ve arkadaşlarına lütfen kendinizi yakmayınız, her şey güzel olacak diyebilir. Hatta bu arada, 1982 Newrozu’nda kendini asan Mazlum Doğan’ın kaldığı hücreye uğrayıp, ona da Mazlum, lütfen kendini asma, söz veriyorum seneye Newroz’u birlikte kutlayacağız gibi garip bir vaatte de bulunabilir!

Eh, komutanımızın vazifesi, devlete isyan edenleri yeniden kazanmaksa, gerisi teferruattır!

Bakanlık kriterleri açısından böyle bir sinema anlayışı, elbette itiraz görmez, sansüre de uğramaz. Her şey milli birlik ve beraberliğe uygun olarak cereyan eder çünkü.

Ama ortaya çıkan sanat filan değil, devlet propagandasından başka bir şey olmaz.

Lakin, Kürt yönetmenlerin aklı ve becerisi, sıradan propagandaya değil, gerçeğe mahkûm!

O zor dönemlerde ve iç çatışma ortamında hayata tutunmaya çalışarak bugünlere gelmiş genç yönetmenlerden söz ediyoruz. Kim onlardan yaşadıklarına ve tanıklıklarına ihanet etmelerini bekleyebilir ki!

Merak ediyorum, Sayın Ertuğrul Günay, kısmet olur da bakanlık koltuğuna seçim sonrasında yeniden oturursa –dilerim öyle olur- bakanlığındaki YSK’nın kriterleri hakkında ne düşünecek acaba?

Ne dersiniz Sayın Günay, bu kriterleri gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi?


[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT