1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Kulluk insanın özgürlük ve saygınlığına engel midir?
Kulluk insanın özgürlük ve saygınlığına engel midir?

Kulluk insanın özgürlük ve saygınlığına engel midir?

Soner Duman, kulluğun mahiyetine dair bir çerçeve çizerken özgürlük meselesi için de önemli bir perspektif sunuyor.

08 Temmuz 2023 Cumartesi 15:50A+A-

Soner Duman / Genç Dergisi

Kulluk insanın özgürlük ve saygınlığına engel değil mi?

Sorunun ortaya konması

Kur’an, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi efendi ile kölesi arasındaki ilişki üzerinden tanımlıyor. Allah’tan söz ederken onun Rab (efendi) olduğu, insandan söz ederken ise onun Allah karşısında abd (kul, köle) olduğu belirtiliyor. Rabbin kul ve kölesi olarak insandan beklenen şey O’nun istek ve iradesini gerçekleştirmek olup buna aykırı davranması halinde efendisi tarafından cezalandırılacağı belirtiliyor.

İnsan ile yaratıcısı ile arasındaki ilişkinin köle-efendi ilişkisi olarak tanımlanması insanın özgürlüğüne ve saygınlığına engel teşkil etmiyor mu?

Bir yandan insanın en şerefli varlık olduğu belirtilirken diğer yandan ondan “köle” diye söz edilmesi onun açısından bir aşağılanma değil midir?

Allah-insan arası ilişkinin efendi-köle ilişkisine indirgenmesi insan ile Allah arasında samimi ve sıcak bir bağlantı kurulmasına engel değil midir?

Bu yazımızda bu sorulara kısaca cevap vermeye çalışacağız.

1. Allah’ın Rubûbiyeti (Rab Olması) ne anlama gelir?

Yüce Allah, Kur’an’da kendisinden söz ederken en çok “Rab” sözcüğünü kullanmaktadır. Öyleyse Allah’ı tanımak, Allah ile diğer varlıklar arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilmek her şeyden önce “Rab” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmekle mümkündür.

Kelime anlamı olarak Rab, bir şeyi birtakım aşamalardan geçirerek en yetkin noktaya ulaştırmak anlamına gelir. Allah hakkında kullanıldığında bu kelime “sahip, efendi, idare eden, terbiye eden, koruyup gözeten, nimet veren, ıslah edip geliştiren, ibadet edilen” gibi anlamlara gelir. (Bekir Topaloğlu, “RAB”, TDV İslâm Ansiklopedisi).

Kelimenin geniş anlam yelpazesi dikkatle incelendiğinde görüleceği üzere bu kelime basit bir şekilde “efendi” anlamının çok ötesinde anlamlar ifade etmektedir.

Allah Teâlâ, bir şeyi ilk olarak varlık sahnesine çıkardıktan sonra onu çeşitli aşamalardan geçiren, her bir aşamada onun ihtiyaç duyduğu şeyleri kendisine temin eden, yol gösteren, koruyan, bozulduğunda onu düzelten, idare eden, ihtiyaçlarını karşılayan varlıktır. Öyleyse Allah ile O’nun var ettiği varlık arasındaki ilişki basit bir anlamda köle-efendi ilişkisine hiçbir zaman indirgenemez.

İslamiyet’in gelişi öncesinde dünya üzerindeki pek çok medeniyette olduğu gibi Araplar arasında da kölelik vardı. Köle sahibi olan kimseler hakkında Araplar arasında mâlik, seyyid kelimeleri gibi rab kelimesi de kullanılıyordu. Köleyi ifade etmek üzere ise rakîk, gulâm gibi kelimeler yanında abd kelimesi de kullanılmaktaydı. Yüce Allah, kendisi ile insanlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken kendisine Rab, insana ise abd nitelemesinde bulunmuştu ancak bu ilişki, hiçbir zaman insanlar arasındaki efendi-köle ilişkisine indirilemezdi.

Bunu şöyle izah edebiliriz:

Her şeyden önce efendi ile köle arasında ontolojik düzlemde bir farklılık söz konusu değildir. Zira efendi de köle de sonuç itibarıyla “insan” kategorisinde yer almaktadır. İkisi biyolojik, psikolojik bakımdan tamamen aynıdır. Aralarında toplumsal statüden kaynaklanan bir fark bulunmaktadır.

Efendi kölesini yoktan meydana getirmiş değildir. Efendi kölesinin yeme-içme, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte bunları çoğu zaman kölesinin çalışması sonucunda elde ettiği kazançtan karşılamaktadır. Diğer bir deyişle cahiliye döneminde aslında köleler, efendilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorlar, kazanç elde ediyorlar ve bunları efendilerine veriyorlardı. Efendiler de elde ettikleri bu kazançlardan, bir sermaye gibi kabul ettikleri köleleri için harcamada bulunuyorlardı.

Efendiler çoğu zaman kölelerine haksızlık yapar, onları karın tokluğuna çalıştırır, güçlerinin yetmeyeceği şeylerle yükümlü tutar, emre uymayan kölelerine işkence yaparlar, kimi zaman da öldürürlerdi. Bu sebeple yalnızca Araplar arasında değil, dünya üzerinde köleliğin söz konusu olduğu farklı coğrafyalarda genel anlamda efendiler ile köleler arasında çoğu zaman sevgiye dayalı bir ilişki söz konusu olmayıp aksine nefret ilişkisi bulunmaktaydı. Köleler efendilerine zoraki ve göstermelik olarak saygı izharında bulunurlar, ancak ilk fırsatta kölelikten kurtulmak, kaçmak, hürriyetine kavuşmak için can atarlardı.

Bütün bunlardan sonra artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Yarattığı bütün varlıklara karşı sonsuz merhamet sahibi olan, onları koruyup gözeten, zerre miktarı haksızlık yapmayan yüce Allah’ın, yarattığı varlıklar arasında özel bir konuma yerleştirdiği, üstün kıldığı insanla arasındaki ilişkiyi dünya kültürlerinde ve özellikle de Araplar arasında var olan köle-efendi ilişkisine benzetmek tamamen sakat bir anlayıştır.

İnsanın kendisi gibi âciz bir varlık olan, ahlaken zulüm, haset, vefasızlık, gaddarlık gibi kötü huylara sahip bulunabilen bir kimsenin kölesi olarak onun boyunduruğu altında yaşaması hiç kuşkusuz onun için alçaltıcı, özgürlüğünü yok edici bir durumdur. Bununla birlikte insanın, sonsuz merhamet, adalet, hikmet ve kudret sahibi olan, bütün isim ve vasıfları her türlü kusurdan uzak bulunan, insanlara imtihan sebebiyle diledikleri gibi hareket etme serbestisi sunan Allah’a kul olması onu yücelten, başka kulluklardan kurtaran, gerçek özgürlüğü bahşeden bir durumdur.

2. İnsan, Allah’ın şeref bahşettiği bir varlıktır.

Allah-insan ilişkisi söz konusu olduğunda asla göz ardı edilmemesi gereken gerçek şudur: İnsan, Allah nezdinde en üstün canlıdır.

İnsan ilk yaratıldığında bütün meleklere insana secde etmesinin emredilmesi (el-Bakara 2/34), insana secde etmekten geri duran İblis’in Allah’ın rahmetinden kovularak lanetlenmesi (Sâd 38/75-78), insanın yeryüzünde halife kılınması (el-Bakara 2/30), kendisine göklerin, yerlerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı emanetin yüklenmesi (el-Ahzab 33/72), yerin ve göğün bütün imkânlarının kendisinin hizmetine verilmesi (İbrahim 14/32-34), kendisinin en güzel kıvamda yaratıldığının (et-Tîn 95/4-5), şerefli kılındığının belirtilmesi (el-İsrâ 17/70) bu hususu açık bir biçimde göstermektedir.

İnsanı bu şekilde üstün bir kıvamda yaratan, bütün varlıkları kendisine boyun eğdiren, melekleri secde ettiren Allah’ın, ondan kulluk etmesini istemek suretiyle kendisini alçaltmayı istemeyeceği açıktır. Öyleyse insanın Rabbine karşı gerçekleştireceği kulluk, onu alçaltmak, küçük düşürmek ve özgürlüğünü kısıtlamak için değil, onu yaratılışta kendisine bahşedilen bu üstün konumda tutmak, mevcut konumundan düşmesini engellemek içindir.

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennette yasak ağacın meyvesinden yedikten sonra yeryüzüne indirilmeleri, Allah’ın koyduğu hükümlere aykırı davranmanın insan için bir özgürlük değil, aslında eldeki nimetlerin elden çıkmasına sebep olan bir kötülük olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Yine bu olay, şeytanın Allah tarafından konulmuş bulunan kuralları insanlara sürekli bir özgürlük kısıtlaması şeklinde lanse ederek bu kuralları çiğnemeye teşvik edeceğini göstermesi bakımından da ibretliktir.

Kur’an, şeytanın içki ve kumar gibi iki büyük kötülüğe insanları teşvik ederek bu yolla onları Allah’ı anmak ve namaz gibi ibadetlerden alıkoymayı, insanlar arasına kin ve düşmanlık sokmayı hedeflediğini belirtir. Aslında şeytanın bu hilesi yalnızca içki ve kumarla sınırlı değildir. Şeytan, Allah’ın koyduğu bütün hükümlere yönelik “bu hükümlere uymak sizin özgürlüğünüzü kısıtlıyor, hak kaybına ve mahrumiyete yol açıyor, hayatınızı kendi istediğiniz doğrultuda serbestçe yaşamanıza engel oluyor” şeklindeki vesveseleriyle insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmaya çalışmaktadır.

Basiret sahibi insanlar, bu tür vesveselerin şeytanın bir tuzağı olduğunu, erdemli hayatın ancak ve ancak takva ile yani Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmekle mümkün olduğunu bilirler.

3. Kulluk insanın maslahat ve menfaatlerini gerçekleştirmektir.

Dini hükümlere uymanın insanı alçaltmak bir yana onun iyiliğini temin ettiğini şu benzetme üzerinden ortaya koyabiliriz:

Rabbimizin koyduğu kuralları tıp otoritelerinin insan sağlığı için dikkat edilmesini istedikleri hususlara benzetebiliriz. Tıbbın amacı insan hayatının sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi, insanların biyolojik ve psikolojik olarak her türlü zarar ve hastalıktan korunması, hasta olanların da iyileştirilmesidir.

Tıp otoritelerinin insanlara yönelik tavsiyelerini bir tür “özgürlük kısıtlaması” olarak değerlendirmek ve bunlara aykırı davranmayı “özgürlük” olarak nitelemek kesinlikle doğru değildir. Bir kimse doktorların aşırı yağlı yiyeceklerden, aşırı asitli içeceklerden uzak durması yönündeki tavsiyelerini kendisinin özgürlüğüne yönelik bir kısıtlama olarak niteleyip bu kurallara bağlı yaşamayı kendisi için alçaltıcı bir durum olarak görürse bunun zararını kendisi görür.

Bir başka açıdan dindeki kuralları trafik kurallarına benzetebiliriz. Trafik kurallarının amacı insan özgürlüklerinin kısıtlanması değil insanların can ve mal güvenliklerinin korunmasıdır. Bu kuralların konulmasını özgürlüğe müdahale ve insanı alçaltıcı bir durum olarak niteleyip bu kuralları çiğnemeyi özgürlük olarak gördüğümüzde bunun zararını bizler görürüz.

Bu benzetmelerin ortaya koyduğu gerçek şudur:

Yüce Allah, insanlara olan lütuf ve merhameti sebebiyle onlara bu hayatta nasıl yaşarlarsa mutlu ve huzurlu olacaklarını birtakım kurallar aracılığıyla “din” adı altında göndermiştir. Din kurallarının temel amacı, insanı Allah dışında başka varlıkların hâkimiyet ve güdümüne, kulluğuna girmekten kurtarmak, insanın dünya ve ahiret maslahat ve menfaatlerini temin etmek, onları dünya ve ahirette karşılaşabilecekleri zarar ve kötülüklerden korumaktır.

Hiçbir varlık insanı, onu yaratan Allah’tan daha iyi tanıyamaz. İnsanın temel ihtiyaçlarının neler olduğunu, bu ihtiyaçlarının nasıl giderileceğini en iyi Allah bilir. Şu hâlde insanın yaşamına ilişkin en uygun ölçüleri de Allah belirleyebilir. Kur’an, bu konuda şunları söyler:

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (el-Mâide 5/50)

4. Her insan bir şeylerin kuludur.

İnsan için hava, su, gıda nasıl kaçınılmaz zorunluluklardan ise İslam inancına göre “ilah/tanrı” fikri de insan için zorunludur. Buna göre bir tanrısı olmayan hiçbir insan olamaz. Allah’ın insanlardan isteyip beklediği şey kendisi dışında hiçbir varlığa tanrılık yakıştırmamaları, yegâne ilah olarak Allah’ı kabul etmeleridir. Bunu gerçekleştiren insanlar Hak olan ilaha bağlanmış, ilahlık ve tanrılık özelliğine sahip olmayan varlıkları ilah konumuna yükseltmemiş olurlar.

Allah dışında başka varlıkları da ilah olarak kabul edenler tanrılık makamına layık olmayan varlıkları o makamda görmüşler, kendilerini de bu sahte tanrıların kulu konumuna indirgemişlerdir. Bunlar, kendi insanlık değerlerini alçaltmışlardır.

İslam inancı açısından herhangi bir ilahın varlığını kabul etmediğini beyan eden kimse de aslında farkında olmadığı halde bir ilaha sahiptir. Bu ilah, onun kendi nefsânî arzuları, kendi iç dünyasındaki umut, hayal, temenni ve beklentileridir. Kur’an, bu kimseler ile ilgili olarak şöyle buyurur:

“Hevâsını (arzu ve ihtiraslarını) kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (el-Furkan 25/43)

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye 45/23)

İnsanlık tarihi üzerine yazılan eserlerde ve günümüzde dünya üzerinde yaşayan insanların inançları üzerinde yapılan araştırmalarda ortaya konulduğu üzere insanların büyük çoğunluğu bir tanrı fikrine sahiptir. Ancak bu inanca sahip olanlar arasında Allah dışındaki varlıkları tanrı olarak benimseyen milyonlarca insan bulunmaktadır. Bir tanrı fikrine sahip olmayan kimseler de hayatlarına yön verirken kimi şahısları, ideolojileri, kanaat önderlerini, kendi nefsani tutkularını esas almakta, bütün bir hayatlarını bunların gösterdiği istikamette şekillendirmektedirler.

İslam düşüncesine göre insan için gerçek anlamıyla “tanrısız” yaşam söz konusu olamayacağına göre her insan öyle ya da böyle tanrı saydığı, adına tanrı demese bile tanrı gibi muamelede bulunduğu bir varlığın kuludur. İnsan için kulluktan soyutlanmak mümkün değildir. Hal böyle olunca bu kulluğun, Hak olan mabuda ve ilaha yönelik olması insanı başka varlıkların kulu, kölesi olmaktan koruyacak, dahası insanı kendi nefsinin esiri olmaktan da muhafaza edecek, böylece insanı hem dış dünyadaki sahte tanrılara hem de iç dünyasındaki arzu ve ihtiraslara karşı özgür kılacaktır.

5. Allah’a kul olmak insanı gerçek anlamda özgürlüğe kavuşturur.

İnsan için ontolojik anlamda “mutlak özgürlük” söz konusu olamaz. Çünkü insan nasıl ki görme, işitme gibi kabiliyetleri bakımından sınırlı bir varlık ise irade ve kudret bakımından da sınırlıdır. Her şeyden önce insan, kendi kendisine yeterli olmayan bir varlıktır.

Bizler dünyaya kendi istek ve irademizle gelmediğimiz gibi dünyadaki yaşam şartlarımızı da biz belirlemedik. Yaşamımız için zorunlu olan hava, su, gıda gibi ihtiyaçlarımız karşılanmadığı takdirde yaşayamayız. Allah nasıl ki bizi yoktan yarattı ise varlığımızı sürdürebileceğimiz imkânları da O var etmiştir. Bizim bu şartların dışına çıkmamız mümkün değildir.

Söz gelimi dünyadaki yer çekimi kanunu değiştiremeyiz. Suyun kaynama ve donma derecesini, sürtünme kuvvetini, ateşin yakma özelliğini değiştirme kudretine sahip değiliz. Tüm bu konularda Allah tarafından tabiata yerleştirilmiş kanun ve kurallar bizi sınırlar. İnsan bu hayatta yaşarken Allah’ın Rabliğine ister istemez boyun eğmektedir.

Ontolojik olarak mutlak özgürlük mümkün olmadığı gibi yaşamımızı sürdürme noktasındaki tercihlerimiz bakımından da mutlak özgürlük söz konusu değildir. İnsan, öyle veya böyle yaşamını birtakım kurallara göre yaşamak durumundadır.

Varlıkların yaratıcısı olan Allah’ın insandan beklediği, varlığını sürdürme konusunda zorunlu olarak tâbi olduğu evrendeki yasaların ötesinde yaşamını düzenleme konusunda Allah’ın belirlemiş olduğu hükümlere gönüllü, iradî olarak boyun eğmesidir. Böylece Allah’ın rububiyetine (rabliğine) zorunlu boyun eğiş yanında O’nun uluhiyetine (ilahlığına) gönüllü boyun eğiş bir araya getirilmiş olacak, insan da fıtratına kodlanmış olan “Allah’a bağlanma” eylemini gerçekleştirerek bir anlamda kendisini gerçekleştirecektir.

6. Allah’a kulluk insanı alçaltmaz, yüceltir.

İnsanın gerek Allah’a yönelik ibadet türünden eylemleri, gerekse insanlar arası ilişkilerde din tarafından belirlenen kurallara uyması onu alçaltmaz, özgürlüğünü kısıtlamaz, bunaltmaz. Tersine dinin koyduğu bu kurallara bağlılık onu yüceltir, gerçek özgürlüğe kavuşturur, mutlu ve müreffeh kılar.

Bu sebepledir ki Allah, Peygamberimizin yüceliğini vurgulamak istediği tüm durumlarda onun kulluğuna vurgu yapmıştır. Söz gelimi, Peygamberimizin gece yolculuğuna çıkarıldığı İsra hadisesinden söz eden ayette “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsra 17/1) Allah, Resûlü’nün kulluğuna vurgu yapmıştır.

Yine Rabbimiz Kur’an’da, insanlar arasında üstün mertebede olan kimselerden söz etmek istediğinde onları kendisine nispet ederek “kullarım” diye anmakta, bu ifadesiyle onları şereflendirmektedir. Bu yöndeki ayetlerin birinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara 2/186)

Sözlerimizi, Rabbimizin “kullarım” diyerek şeref bahşettiği şu cennetlik kullar zümresine dâhil olma duasıyla bitirelim:

“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de.” Onlar ayetlerimize inanan ve Müslüman olan (kullarım)idiler. “Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz!” Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. “Ve siz, orada ebedî kalacaksınız. İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur. Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz.” (ez-Zuhruf 43/68-73)

HABERE YORUM KAT

2 Yorum