1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. Küçük Amerika Büyük Amerika’ya karşı
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

Küçük Amerika Büyük Amerika’ya karşı

05 Eylül 2010 Pazar 18:12A+A-

Türkiye dünyada Amerikan düşmanlığının en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor. 1960’lardan itibaren Kıbrıs sorunu ile ilintili olarak ortaya çıkan bu soğukluk 2003 Irak Savaşı sırasında zirveye ulaşmış, Obama’nın seçilmesinden sonra inişe geçmişti. Türkiye’nin İsrail ve İran politikaları yüzünden yaşanan gerginlikleri aşmak için birkaç Türk heyetinin ABD’ye gitmesi, son olarak da ABD Genelkurmay Başkanı Mullen’in, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi sırasında köprü olma konusunu görüşmek için Türkiye’ye gelmesini bahane ederek, bu haftayı 1939-1980 arası Türk-Amerikan ilişkilerine ayırdım.

(Not: 1923-1938 arasını, 5 Nisan 2009 tarihinde yine bu sayfalarda “Bir zamanlar Kemalistler Amerika’yı sevmişlerdi” başlıklı yazımda anlatmıştım, ilgilenenler o yazıma bakabilir.)

***

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar iki ülke arasındaki ilişkiler sadece ekonomikti. Savaş sırasında biraz daha durgunlaşan ilişkiler, ABD’nin başını çektiği Batı Bloku ile SSCB’nin başını çektiği Doğu Bloku arasındaki ‘Soğuk Savaş’ın bir zorunluluğu olarak hızlıca ısınmaya başladı. Öyle ki 5 Nisan 1946’da, iki yıl önce görevi başında vefat eden Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını getiren Missouri Zırhlısı’nın İstanbul’a gelişi hem yöneticiler hem de halk tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Öyle ki, camilere “Welcome” mahyaları asılmış, Karaköy’deki genelevler elden geçirilmiş, bölgedeki eğlence yerlerine Amerikan askerlerine hoş davranmaları için tembihatta bulunulmuştu.

Missouri’nin gelişi

Bu ziyaretin arka planında, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) Doğu ve Orta Avrupa ile Balkanlar’da giriştiği “komünistleştirme ve uydulaştırma faaliyetleri” vardı. Bunlar yetmezmiş gibi SSCB’nin Yunanistan’daki iç savaşta komünistlere destek olması, Türkiye’den açık açık toprak ve üs talebinde bulunması, İran’dan askerlerini çekmemekte direnmesi, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya yayılma niyetini belli etmesi, bölgelerdeki çıkarları dolayısıyla İngilizleri alarma geçirmişti. Savaştan güç kaybederek çıkan Britanya, SSCB gibi bir düşmanla tek başına başa çıkamayacağının farkındaydı. Bu yüzden bölgedeki yükümlülüklerini ABD’nin üzerine almasının, tüm Batı Bloku’nun çıkarları için gerekli olduğuna ABD’yi ikna etmişti. Missouri’nin ziyareti de bu kapsamdaydı.

SSCB’yi çevreleme harekâtı

Bu ikna faaliyetinin sonucu olarak, ABD Başkanı Henry Truman, 12 Mart 1947’de daha sonraları kendi adıyla anılacak olan Truman Doktrini’ni açıkladı. Buna göre, ABD, SSCB’nin etki alanına girmemesi için, Yunanistan ve Türkiye’nin borçlarını silecek, dahası yüklüce bir askerî yardım yapacaktı. Buna daha sonra, Avrupa ülkeleri için geliştirilen ve 4 Temmuz 1948’de yürürlüğe giren Marshall Planı kapsamındaki ekonomik yardımlar da eklendi. Böylece Türkiye birden ABD’nin, SSCB’nin başını çektiği ‘Komünist Blok’a yönelik çevreleme harekâtının asli unsuru oldu. ABD ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında hızla büyüyen sanayiine pazarlar ve yeni yatırım alanları bulmanın mutluluğunu yaşıyordu.

Bayar’ın hayali

Bunlar olurken, tam 27 yıl süren otoriter Tek Parti dönemi sona erdi, CHP’nin bağrından doğan Demokrat Parti (DP), 14 Mayıs 1950 seçimlerinden zaferle çıktı. DP’nin ilk işi, CHP’nin muhafazakâr ekonomi politikalarını terk etmek oldu. 1950’de Kore’ye asker gönderildi, 1952’de NATO’ya girildi. 1954’te Celal Bayar ABD’yi, 1959’da Eisenhower Türkiye’yi ziyaret etti. 1950-1960 arasında iki ülke arasında tam 31 anlaşma imzalandı. Bunların bir kısmı askerî anlaşmalarsa da çoğu ekonomik işbirliğine ilişkindi. Bu anlaşmalar sayesinde özellikle tarımda önemli atılımlar yapıldı ama esas değişiklik popüler Amerikan kültürünün ve tüketim ideolojisinin Türkiye sınırlarından sızması oldu. Başlangıçta bundan halk da siyasiler de memnundu. Öyle ki, DP’nin kurucusu ve dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 21 Ekim 1957 tarihinde Taksim’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Öyle ümit ediyoruz ki otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır.”

Amerikan kültürünün istilası

Vehbi Koç’un, Amerikan şirketlerinin temsilciliklerini almasıyla Frigidaire markalı buzdolaplarının salonların başköşesine kurulması, Mustang, Cadillac veya Chevrolet markalı otomobillerin kapılara dizilmesi bu yıllarda oldu. Bunları Hollywood filmleri, sinema ve magazin dergileri, çizgi romanlar, Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA) yayınları, Türkiye’de görevli Amerikan askerlerinin ihtiyaçları için açılan ve Amerikan mallarının vergisiz-gümrüksüz satıldığı PX mağazalarından piyasaya sızan Amerikan sigaraları, sakızlar, hulahop denen çemberler, naylon iç çamaşırları; sandviçler, jean pantolonlar, rock ‘n’ roll, twist gibi danslar, Audrey Hepburn stili kısa saç, atkuyruğu veya Amerikan tıraşı gibi modalar izledi. Yani, Bayar’ın 35 yılda gerçekleştirmeyi umduğu ‘Küçük Amerika olma’ hayali, sadece 10 yıl içinde hayata geçivermişti.

U-2 Krizi

ABD ile ilişkiler güllük gülistanlık iken, bir uçak skandalı ortalığı karıştırdı. ABD’nin İngiltere, Almanya, Japonya ve Türkiye’deki üslerinde bulundurduğu U-2 casus uçaklarından biri 1 Mayıs 1960 günü Adana’daki İncirlik’ten (1955’te açılmıştı) havalanıp Pakistan’ın Peşaver eyaleti üzerinden SSCB hava sahasına girdikten sonra alçalmak zorunda kalmış, Sovyet radarlarına yakalanmış ve düşürülmüştü. Sağ kurtulan pilottan ele geçirilen uçuş planı, uçuşun Sovyet toprakları üzerinden geçip Norveç’e kadar uzandığını gösteriyordu. Bu durum ABD ile SSCB arasında büyük bir gerginliğe sebep oldu. SSCB uçağa hava sahasını kullandırdığı için Türkiye’yi suçladı. Hâlbuki Türkiye bu uçakların ‘bilimsel’ amaçlarla uçtuğunu sanıyordu.

NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız

Bu olaydan 27 gün sonra gerçekleşen 27 Mayıs 1960 darbesinde ABD’nin rolü olduğu iddiaları bugüne dek kanıtlanamadı ancak yeni rejimin Dışişleri Bakanı Selim Sarper, 1 Haziran 1960’ta bir demeç vererek NATO’ya ve CENTO’ya (eski Bağdat Paktı) bağlı kalınacağını açıklaması akıllarda soru işareti olarak kaldı. 23 Ekim 1962’de Küba Krizi sırasında SSCB, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesini istedi, ABD bu isteğe olumlu yanıt verdi. İnönü, YTP’nin çekilmesi sonucu hükümetinin düştüğünü 23 Kasım 1963’te Başkan Kennedy’nin cenaze töreninde öğrenmişti. Görünüşte ilişkiler iyiydi ancak 1963’te Kıbrıs’ta yaşanan toplumlararası çatışmalar sırasında Türkiye ABD’den beklediği desteği göremedi. Tam bu sırada, SSCB’nin krom fiyatını düşürmesi sonucu ABD’nin kromu Türkiye yerine SSCB’den alması üzerine Türk-Amerikan ilişkileri iyice sıkıntıya girdi. 1964’te Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini engelleyen ünlü Johnson Mektubu verildi, ardından ABD yardımlarında kesintiye gidildi. Ancak, perde arkasında işler tıkırında gidiyor olmalıydı, çünkü 1960-1965 arasında Türkiye ile ABD arasında 21 anlaşma daha imzalanmıştı.

Gürsel’e çip mi yerleştirildi?

Tam bu sırada yeni bir uçak krizi yaşandı. ABD Başkanı Eisenhower 1960’taki kriz sırasında, U-2 uçuşlarının durdurulduğunu açıkladığı halde uçuşlar gizlice devam etmiş ve Aralık 1965’te yine İncirlik’ten kalkan bir casus uçağı, bu kez Karadeniz üzerinde düşürülmüştü. SSCB, daha önce olduğu gibi Türkiye’yi yine ağır bir dille eleştirdi. Bunun üzerine Demirel Hükümeti, ABD’den tüm gözlem uçuşlarını durdurmasını istedi ve Türkiye’den yapılan uçuşlar tamamen kesildi.

Elbette ABD’nin Türkiye’nin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Öyle ki, 31 Ocak 1966’da tedavi için ABD’ye gitmesi gereken Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, yolculuğunu, Başkan Johnson’un gönderdiği özel uçakla yaptı, ABD’de en iyi hastanelerde tedavi gördü. Ancak bu yakın ilgi, halk ve aydınlar arasında “ABD Gürsel’in beynine çip yerleştirdi” dedikodularının çıkmasına neden oldu. (Tedavisi başarılı olmayan Gürsel, Türkiye’ye geri dönecek ve uzun süren bir komadan sonra 16 Eylül 1966’da hayata gözlerini yumacaktı.)

Yankee Go Home!

Bu olayın da etkisiyle, Amerikan aleyhtarlığı giderek arttı. 22 Mayıs 1966’da Amerikan Haberler Merkezi’ne kimliği bilinmeyen kişilerce patlayıcı madde atıldı, ancak zarar gören kimse olmadı. Kamuoyunun baskısı üzerine hükümet, 10 Mayıs 1967 tarihinden itibaren Türkiye’ye girecek ve çıkacak Amerikan personeli ve malzemelerinin Türk gümrük ve Emniyet makamları tarafından kontrol edilmesi kararını aldı. 24 Haziran 1967’de İstanbul’da dört bin üniversite öğrencisi 6. Filo’nun gelişini protesto etti. Bu ilk ‘Yankee Go Home’ (Amerikalı evine defol) yürüyüşüydü. Bunu 4 Ekim 1967’de İzmirli öğrencilerin 6. Filo’yu protesto etmesi izledi.

İlişkiler o kadar kötüleşmişti ki, 23 Kasım 1967’de Johnson’un Kıbrıs için atadığı özel temsilci Cyrus Vance, halkın alanı işgal etmesi üzerine Ankara Esenboğa Havalimanı yerine askerî alana inebildi. Aynı gün başkentteki Amerikan Haberler Merkezi (AP) taşlandı ve camları kırıldı. ABD tepkilerden yılmadı ve “Kıbrıs’a herhangi bir müdahalede NATO’ya ait silah ve teçhizat kullanamazsınız” hatırlatmasını yaptı.

Vedat Demircioğlu’nun ölümü

1968’de Lübnan Krizi sırasında Türkiye İncirlik Üssü’nün kullanılmasına karşı çıktı. İstanbul’da 17 Temmuz 1968’de, Dolmabahçe’ye demirleyen Altıncı Filo’yu protesto için çok şiddetli bir gösteri yapıldı. Taş ve sopaların kullanıldığı gösteride 35 kişi yaralanırken, polis tarafından İTÜ Gümüşsuyu Yurdu’nun penceresinden atılan Vedat Demircioğlu birkaç gün sonra hayatını kaybetti. Dolmabahçe’de ise Amerikan askerlerini kovalayan göstericiler askerleri adeta denize döktüler. İlginçtir, bugünlerde en sert Amerikan düşmanı olan İslamcı kesimden öğrenciler, bu olayda polise yandaşlık etmişti. Çünkü o günlerde esas düşmanları, ‘dinsiz-imansız’ komünistlerdi. 6 Ocak 1969’da ODTÜ’den bir grup öğrenci ABD Büyükelçisi Komer’in arabasını yaktı. 10 Şubat 1969’da 6. Filo’nun tekrar İstanbul’a gelmesi üzerine gençlerle polis arasında günlerce çatışmalar yaşandı.

ABD yönetimi bu sertliğe karşılık vermekte gecikmedi. ABD’ye giren uyuşturucunun yüzde 80’inin Türkiye kaynaklı olduğunu iddia ederek, üretimin durdurulmaması halinde Türkiye’ye yapılan yardımın askıya alınabileceğini duyurdu. ABD’den gelen baskılar sonucu, 1970 Ekim’inde Türkiye haşhaş ekim alanlarını sınırlandırmayı kabul etti, ancak bu ABD’yi tatmin etmedi. İmdada, 12 Mart 1971 askerî müdahalesi yetişti. Müdahaleden sonra iktidara gelen ve iktidarını güçlendirmek için ABD’nin desteğini alması gerektiğini düşünen Nihat Erim hükümeti, Haziran 1971’de haşhaş ekimini ve afyon üretimini tamamen durdurdu.

Haşhaş yasağı

Türkiye’nin haşhaş ekimini durdurması karşılığında, haşhaş ziraatı yapan yaklaşık 100 bin Türk köylüsünün mağduriyetini önlemek için ABD’nin söz verdiği tazminatı gecikmiş olarak ve ancak üçte birini yollaması üzerine, 1 Temmuz 1974’te Ecevit hükümeti haşhaş üretimini tekrar serbest bıraktı. Bu karara ABD yönetiminin tepkisi oldukça ağır oldu. 2 temmuzda ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu’nda Türkiye’ye verilen borçların durdurulması ve askerî-ekonomik yardımların askıya alınmasını öngören ortak bir karar alındı, bu kararı Türkiye’ye toptan bir ambargo uygulanmasını isteyen diğer kararlar izledi. Türk hükümetinin, afyon kaçakçılığının önüne geçmek için gerekli önlemleri aldığını söyleyerek, kararından geri dönmeyeceğini açıklaması üzerine gerginlik daha da tırmandı. Ancak 20 Temmuz 1974’te faşist Samson darbesi üzerine Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunması, tüm gündemi değiştirdi. Artık Türkiye’ye ambargo uygulanmasını isteyen Kongre üyeleri, bu isteklerine dayanak olarak afyon üretimini değil Kıbrıs’a yapılan müdahaleyi gösteriyorlardı.

Türkiye de altta kalmadı ve 15 Temmuz 1975’te, 1969 tarihli Ortak Savunma ve İşbirliği Antlaşması’nı tek taraflı olarak feshetti. Böylece Türkiye’de NATO görevi nedeniyle İncirlik Üssü dışındaki Amerikan üslerinin faaliyetleri durduruldu. 1978’de Bülent Ecevit’in ABD’ye yaptığı ziyaret sonrasında ambargo kaldırılmıştı ama Türkiye, ABD’nin yardımıyla hızla askerî bir diktaya doğru yola çıkmıştı. 12 Eylül darbecileri (ABD’li bir uzmanın deyimiyle ‘Bizim çocuklar’) ABD ile sıkı fıkı oldular ama 1980 sonrası yaşanan bir dizi olayın da etkisiyle Türkiye’deki olumsuz Amerikan imajı ve Amerikan aleyhtarlığı günümüze kadar sürdü. Kısacası, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmesi pek kolay görülmüyor.

Johnson Mektubu’nda ne yazıyordu

2 Haziran 1964’te toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda Kıbrıs’a müdahale kararı çıkmıştı. Ancak ABD, İnönü’den 24 saatlik bir erteleme istemişti. İnönü Kıbrıs’a çıkartma yapmakta ısrarlı olduğunu söyleyince cevap gecikmedi. Tarihe Johnson Mektubu diye geçen ünlü mektup geldi ve Türkiye Kıbrıs’a müdahaleden vazgeçti. Mektup kamuoyundan özenle saklandığı için halk olup biteni elbette anlayamadı.

Mektubun ortaya çıkması 10 Ocak 1966’da Meclis’te AP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel mektubun içeriğinin açıklanmasını talep edince mümkün olmuştu. Mektubun metni 11 Ocak 1966’da Hürriyet gazetesinde, Cüneyt Arcayürek’in sütunlarında açıklandı. Johnson mektupta ABD ile Türkiye’nin çok önemli müttefikler olduğu, bu yüzden birbirine danışmadan böyle bir karar almaması gerektiğini söylüyor, Türkiye’nin müdahalesinin ikisi de NATO üyesi olan Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaşa yol açabileceğini, muhtemelen SSCB’nin de soruna dâhil olabileceğini, eğer böyle bir şey olursa NATO’nun Türkiye’yi savunma yükümlülüğüne girmeyebileceğini belirtiliyordu.

Başbakan İnönü’nün 13 Haziran 1964 tarihli cevabi mektubunda özetle, Türkiye’nin 25 Aralık 1963, 15 Şubat 1964, 13 Mart 1964 ve 5 Haziran 1964 tarihlerinde olmak üzere tam dört kez Kıbrıs’a müdahaleyi düşündüğü, bunların hepsini ABD ile paylaştığı, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin uluslararası hukuka uygun olduğunu, buna rağmen ABD’nin SSCB’nin müdahalesi halinde NATO’nun Türkiye’yi korumayacağının belirtilmesinin Türkiye’yi derin hayalkırıklığına uğrattığı belirtiliyordu.

Bunlar olurken İsmet İnönü’nün “Müttefiklerimiz bu tutumlarda devam ederse dünya yıkılır. Yeni şartlarda bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini alır” deyip demediği hâlâ bilinmiyor. Söylediyse de bunu muhtemelen resmî bir ortamda değil, bir dost meclisinde söylemiştir. Nitekim daha mektup krizi sürerken, İnönü’nün yeni bir dünyada yerini almaktansa eski dünyada kalmaya daha hevesli olduğunu gösteren bir olay yaşandı. İnönü 21 Haziran 1964’te Johnson’un daveti üzerine kalabalık bir heyetle Washington’a gitti. Johnson benzer bir daveti Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu’ya (bugünkü Başbakan Yorgo Papandreu’nun babası) da yapmıştı, elbette o da davete icabet etmişti. Ancak, İnönü-Johnson, İnönü-Papandreau görüşmelerinden bir sonuç çıkmadı. Ardından Johnson ABD Dışişleri Bakanı Acheson’ı Kıbrıs konusuna çözüm bulmak üzere özel temsilci olarak atayacak, ancak Acheson Planı da işe yaramayacaktı.

Amerikalı pilotların Türkiye’ye zorunlu inişi

Amerikalıların bir pek bilinmeyen Türkiye’yi ‘havadan’ ziyareti vardır. 12 Haziran 1942’de, Amerikan Ordu Hava Kuvvetleri’ne ait 13 adet B-24 (biri arızalanıp dönecekti) uçağı, Hitler ordularının yakıt ihtiyacının yüzde 40’ına yakınının karşılandığı Romanya’nın Ploesti bölgesindeki Astra Romana tesislerine 4.000 poundluk bombaları bıraktıktan sonra daha önceden planlandığı gibi Irak’a yönelmişti. 7 Aralık 1941 Pearl Harbor baskınına cevap olarak Komutan Doolittle’ın B-25’lerle Tokyo’yu bombalanmasından iki ay sonraya rastlayan bu harekât, ABD Hava Kuvvetleri’nin Avrupa-Kuzey Afrika sahnesindeki ilk icraatıydı bu sefer.

Ploesti’den Ankara’ya

Aynı gün, Ploesti’den dönen dört B-24 bombardıman uçağı, yakıt azlığı ve acil durum gerekçesiyle izin almaksızın Türkiye’ye iniş yaptılar. Uçakların üçü Ankara’ya, biri de Adapazarı’na inmişti. Her ne kadar inişler teknik sebeplerle olduysa da, uluslararası ve ulusal hukuk gereği uçaklar ‘enterne’ edildiler. Yaralı pilotlar ilk tedavileri yapıldıktan sonra sorguya alındılar. Ama bütün bunlar öyle nazikçe yapılmıştı ki Amerikalı havacıların anılarında ilk değindikleri olay, daha uçakların motorları soğumadan kendilerine ikram edilen sıcak çaylar olacaktı.

Türkiye’de görevli Amerikan diplomatik delegasyonu da durumdan haberdar edildikten sonra, bu mürettebatın büyük bölümü Ankara’da, kendileri gibi gözaltında tutulan diğer ülkelere mensup benzer durumdaki personel ile birlikte, camları demir parmaklıklı küçük bir otele yerleştirildiler.

Ağustos 1943’ten itibaren yedi B-24 uçağı daha Türkiye’ye zorunlu iniş yaptı. Manavgat açıklarında denize düşen uçakta iki pilot öldü. Yedi yaralı havacı Ankara’daki Amiral Bristol Hastanesi’nde tedavi edildikten sonra ‘deniz kazazedesi’ statüsünde serbest bırakıldı. (1995’te denizden çıkarılan uçağın burun kısmı, halen İstanbul-Hasköy’deki Rahmi Koç Müzesi’nde sergileniyor.)

Yemekler Karpiç’te

Enterne edilen pilotlar, sabah kahvaltılarını otelde yapıyorlar, 10:00 ile 24:00 arasında otel dışına çıkıyorlar, yasalar gereği üniformalarını giymelerine izin olmadığı için, Ankara’daki Amerikan diplomatlarının temin ettiği sivil giysilerle ‘çarşı izinlerini’ gezip tozarak değerlendiriyorlardı. Öğlen ve akşam yemeklerini kaldıkları otele yürüyüş mesafesinde bulunan ve dönemin ünlü mekânı Karpiç’te yiyorlar, geceleri de otele ‘teslim’ oluyorlardı.

Sözkonusu havacıların bir bölümü, Ankara’daki Amerikan delegasyonunun organize ettiği, risk taşımayan tertiplerle firar edip, Suriye ya da Irak üzerinden görevlerine geri döndüler. Bir bölümü ABD’ye dönüp 1945’te sona eren savaşı oradan izlediler. Bir bölümü ise ABD tarafından Türkiye’ye hibe edilen altı adet B-24’ün kullanımını Türk havacılarına öğretmek için bir süre daha Türkiye’de kaldılar.

Özet Kaynakça: “Türk Amerikan İlişkileri”, Dosya (Hazırlayan: Gül Barkay), Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 68-97; Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, İmge Kitabevi, 2001; Akdes Nimet Kurat, Türk-ABD Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1800-1959), Doğan Limited Şirketi Matbaası,1959; Nasuh Uslu, Türk-Amerikan İlişkileri, 21. Yüzyıl Yayınları, 2000.

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT