1. YAZARLAR

  2. SİNAN ÖN

  3. Kardeşime Dokunma!
SİNAN ÖN

SİNAN ÖN

Yazarın Tüm Yazıları >

Kardeşime Dokunma!

07 Temmuz 2019 Pazar 16:18A+A-

29 Ağustos 2015 yılında Le Soir adlı Fransız gazetede bir mülteci aile “seçim yapmak zor” temasıyla resmedilmiş. İçeriğinde ise; “Burada ölmek, bir gemide ölmek, bir kamyonda ölmek veya ulaşırsak sığındığımız ülkede siyasi sorun olmak, ne yapmalı?” diyordu. Sizce de seçim yapmak zor değil mi? Kimse hamaset yapmasın, kendi canından vazgeçebilsen bile sana emanet edilenin canını düşünmek zorundasın!

Son zamanlarda ülkemizde de yükselen bir mülteci düşmanlığı var. Özellikle Suriyeli muhacirleri hedef alan ve siyasi bir sorun haline dönüşen bir düşmanlık. Oysa sorun siyasi olmaktan öte insani bir sorun. Medeni Avrupa’nın medeni ülkeleri Akdeniz’de ölen bu insanları sadece rakamsal bir değer olarak görüp, yaşanan facialara duyarsız kalırken, sanırım bizim içimizdeki ırkçılarda Avrupa’nın ırkçı ve aşırı sağcılarının nefret söylemlerini örnek alıyorlar.

Ülkemizde olumsuz göçmen algısını dört ana eksende toplamak mümkün. Sosyo-ekonomik, güvenlik, kimlik ve siyasi eksen! Ekonomik kriz ve işsizlikle göçmenler ilişkilendirilirken, toplumdaki suç oranları mültecilerin üzerine yıkılıyor, gelenlerin milli kimliğe zarar verdiği yaygarası koparılıp, seçimlerden zaferle çıkmak için kullanışlı bir malzeme yapılıyordu!

Ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar için hangi tanımın yapılacağını da siyasi kaygılar belirliyor. Göçmen, mülteci ve sığınmacı kavramlarının uluslararası hukukta bir karşılığı var. Kavram kargaşasına düşmeye gerek yok ancak özellikle Avrupa ülkeleri bu kavramları kullanarak “helvadan putlarını” yiyebiliyorlar. Anlam kayması bu insanları suçlayan, evrensel insani değerleri dışlayan, güvenliği ön plana çıkaran siyasi söylemlerin bir sonucu!

Mülteci kavramı ilk olarak 17.yy’da Nantes Fermanının iptali ile Fransa’dan kovulan Protestanlar için kullanılmış. 20. yy’da ise uluslararası boyut kazanmış. Göçmen kavramı ise Fransız İhtilalı sırasında eski rejim taraftarı bazı aristokrat ve ruhban sınıfının ülke dışına kaçmalarını tanımlıyor. Daha sonraları, ülkesindeki ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı başka ülkelere yerleşenlere dikkat çekmeye başlıyor.

Her mülteci göçmendir fakat her göçmen mülteci değildir” sözüne atıfla Birleşmiş Milletler 1951 yılında mülteci kavramını uluslararası hukuk açısından tanımlamış. Buna göre; “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için ülkesinde yaşayamayan, oraya dönemeyen veya korku nedeniyle dönmek istemeyen” kimseleri mülteci statüsüne almış.

Bu yüzden hükümetler için göçmen ya da mülteci ayrımı hukuksal açıdan önemli bir ayrım. Bununla birlikte göçmen kavramı özellikle Avrupa medyasında bir aşağılama imgesi olarak kullanılıyor. Al-Jazeera’da yayınlanan yazısında Barry Malone; “bu sözcük kendi sözlük anlamından uzaklaşarak insanlıktan çıkan, ondan uzaklaşan kör bir aşağılamaya dönüştü… Akdeniz’de alabora olup ölenler ne insan ne mülteci onlar sadece göçmen... Onlar sadece baş belası… Bizler medyada bunu yaparken aslında İngiltere’nin dışişleri bakanının bu insanları “yağmacı göçmenlerolarak nitelendirmesine, nefret dilinin ve üzeri çok ince bir örtüyle kaplı ırkçılığın bir iltihap gibi büyümesini sağlayan bir ortamın oluşmasına yardım etmiş oluyoruz” diyordu. (Al-Jazeera 20 Ağustos 2015)

Göçmen, mülteci veya sığınmacı her şeyden önce ev sahibi ülkelerde bu insanlar birer “yabancı!” Bu insanların nasıl bir ev sahibi ile karşılaşacaklarını ise o ülkenin siyasi, etnik veya dini ölçüleri belirliyor. Sizce bu ölçülerden hangisi bizim ülkemizde belirleyici olmaya başladı? Yoksa “hepimiz Müslümanız” nakaratı bize sığınmış Müslüman kardeşimiz için rafa mı kaldırıldı?

Bizim ülkemizden Avrupa’ya çalışmak için giden Türkleri “gurbetçi” bize gelen Asyalı ve Afrikalıları göçmen olarak nitelemek bile kardeşlik hukukuna zarar veren bir yaklaşım. Oysa Almanya’daki Türk de Alman için bir göçmendir. Onlar kavramı “aşağı ırklar” için tercih ederler. Siz hiç Almanya’dan Alanya’ya yerleşen Almanlara göçmen ya da mülteci diyen birini duydunuz mu?

Avrupa’da medyanın göçmenler için kullandığı kavramlarda dikkat çekici. Örneğin; Fransız L’Exprees yaptığı haberde “Umutsuzların İstilası”, “Suçluların İstilasına Karşı Kırmızı Alarm” vb. başlıklar atarak göçmenlerle suç arasında ilişki kurup, adeta onları birer “sosyal parazit” ve “düzen bozucu” olarak lanse ediyor.

Durum ülkemizde nasıl? Muhacir bir coğrafyada yaşıyoruz. İmparatorluk bakiyesi devletler içerisinde göç hareketliliğimiz halen devam ediyor. İlla zulüm, savaş, soykırım değil anavatan vs. nedenlerle de ülkemize gelenler ya da Müslüman bir ülkede yaşama arzusu ile göç edenler var. Ancak göç, göçmen, mülteci ya da muhacir denildiği zaman aklımıza gelen ilk şey Suriyeliler oluyor son zamanlarda. Öyle ki nerede bir Arap turist görsek biraz durumu iyi olan “oh ülkemizde safahat içerisinde yaşayın, bizim askerimizde sizin için ölsün” nakaratını tekrarlamak vakaı adiyeden oldu.

“Korkuyorum. Korkuyorum çünkü birkaç zamandır etrafımda benden farklı olan çok insan olduğunu görüyorum. İşimi alacaklar diye korkuyorum. Kendi fikirlerini ve dinlerini bana dayatmalarından korkuyorum. İşte, otobüste, yaşadığım civarda, oturduğum binada çok fazlalar. Son zamanlarda sayılarının da arttığını duydum. Korkuyorum çünkü bu insanların çok çocukları var ve ileride sayı olarak bizden üstün olacaklar. Okulda çocuklarımızın sınıf seviyelerini düşürmekteler. Bunlar dindar ve dinleri geleneklerimizden daha önemli olduğu için korkuyorum. Çıkarcılar, sosyal avantajlarımızdan faydalanmak için geliyorlar. Korkmakta haklı değil miyim?” Bu ifadeler basit bir korku psikolojisinden nasıl bir toplumsal algı yaratıldığını ortaya koymak için yeter sanırım?

Önyargılara dayanan bu korkulara göre ülkemizdeki sorunların kaynağını, sorumlularını bulduk. Çözüm mü? “Suriyeliler Defolsun!”

Kamuoyunda giderek yaygınlaşan bu görüşler örgütlü bir propagandanın ürünü. Bu örgütlü kötülük, mültecilerin suç oranları ve ekonomik krizle ilişkileri üzerinden yaydıkları yalanlarla toplumu manipüle ediyor. “Eğer göçmenler daha fazlasına sahip olurlarsa yerliler daha azına sahip olacaklar!” topluma aşılanan bu anlayış, mültecilere karşı düşmanlığı açıklayan etkenlerden biri. Oysa ülkemizde mültecilere karşı takınılan olumsuz tavrın, yaşanmış bir tecrübesi yok denecek kadar az. Bu tutumun büyük ölçüde sosyal algılara oluşturulduğunu görmemiz gerekiyor.

2006’da Fransa Cumhurbaşkanı Chirac; “Afrika kıtasının ekonomik gelişmesini sağlamazsak, Afrikalılar dünyayı işgal edecekler” diyordu. Irak, Suriye, Afganistan’daki savaşlar sebebi ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmeye çalışan mültecilere kapılarını kapatmalarının en büyük gerekçesi sanırım bu “istila” korkusu!

Çünkü doğum oranları ile zamanla dünyayı ele geçirecekler.Geldikleri ülkelerde hâkimiyet kuracaklar. Ortadoğu ve Pakistan etkisinde kökten dinciliği yayacaklar. Kinliler, katledecekler. Terör ve şiddete destek verecekler. Bu paranoyaları ben uydurdum sanmayın. Avrupa medyasında ciddi ciddi tartışılan konular bunlar. Böyle olunca sonuç Türkiye’de 4 milyon Suriyeli barınırken, Avrupa’daki rakam denizde bir damla olarak kalıyordu.

Ötekinden korkma, şüpheyle bakma yeni bir olgu değil. Aristo; “evlerine yabancı kabul eden herkes aldanmıştır zira sayıları artan yabancılara evlerini vermek zorunda kalmışlardır” diyor. Ancak bu yabancı ile diyalog kurunca onun yabancı olmadığını anlamalı insan! En azından konuşabilen varlıklar olduğuna kanaat getirmeli. Birlikte çalışıp, bölüşebilmeli, eğlenip üzülebilmeli insan. Acılarına ortak olup, sarabildiği kadarını sarabilmeli insan! Görmemek, duymamak, aldırmamak, umursamamak da bir çözüm belki? Ancak def etmek, Allah’ın arzından kovmak, rızkını kazanmasına müsaade etmemek, itmek, kakmak, aşağılamak, küçük görmek, linç etmek insani değil vahşice, barbarca bir tutum! 

Onları “ulusal olmayan, vatandaş olmayan, yabancı”  kategorilerinden çıkarıp kardeş bildiğimiz vakit sınır koymaktan, mesafe koymaktan ve ayırmaktan vazgeçeceğiz inşallah.

Kafamızdaki Suriyeli figürünü; suçlu, sosyal hayata katılmayan, eğitimsiz, değerlerimizden uzak, başıboş, terör estiren, yakan yıkan, ekmeğimizi çalan safsatalarından kurtaralım artık!

Suriyeliler refah seviyemizi düşürmüyor. Ekonominin kötüye gitmesinin sebebi değiller. İşlerimizi elimizden çalmıyorlar. Çalışmadan aylık almıyorlar. Türkiyeli vatandaşların sahip olmadığı, onların olduğu ekstra bir hakları yok. Bu kadar basit yalanları kardeşliğimize galip getirmeyelim!

Onlar çalışıyorsa bize faydası var. Ne kadar kötü şartlarda ve düşük ücretle çalışmak ve bizim yapmak istemediğimiz işleri yapmak zorunda kalsalar da! Araştırmalar ısrarla ekonomiye katkıları olduğunu, zor ve zahmetli işlerde diplomalı ve kalifiye eleman olsalar dahi çalıştıklarını, ayrımcılık ve sömürüye maruz kaldıklarını söylese de toplum olarak kabul etmekte niye zorlanıyoruz anlamak mümkün değil!

İbn Haldun “insanların yerleşik (haderi) ve göçebe (bedevi) iki farklı hayat formu vardır” der. İbn Haldun’a göre göçebeliğin temel nedeni daha iyi yaşama ortamları elde edebilmektir. Bununla birlikte her göç arkasında bir öykü ve hafıza da bırakır.

Şair Cemal Süreyya’nın; “Gitmekle gitmiş olamazsın, gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır” sözlerini okuduğum zaman aklıma Suriyeli bir kardeşimizin gözyaşları gelir. Ona gözyaşı döktüren sadece bir çiçeğin, yürürken bir evin balkonundan gelen yasemin çiçeğinin kokusuydu. Herşeyini canını ve geride kalanlarını kurtarmak adına ardında bırakan insanlara bu kin neden? Kimse keyfinden burada değil! 

Düşünün Avrupa’ya daha iyi ekonomik koşullar için giden Türkiyeli göçmenleri, ne yapıyorlardı ilk fırsatta? Türkiye’de ev alıyorlar, köylerinde tarla alıyorlar hatıralarını, hafızalarını taze tutuyorlardı. Neden? Çünkü dertleri;  dışlandıkları, ikinci sınıf görüldükleri, horlandıkları, aşağılandıkları ecnebi illerinden bir an önce kurtulmaktı. Neden biz bu barbarlığı kardeşimize reva görelim ki? Hangi dünyevi menfaat bize bunu yaptırıyor ki? Kendini bilmez, siyasi çıkar peşinde koşan müptezellerin, ırkçı söylemlerinin bize dünyevi bile olsa ne faydası var ki?

Oysa imtihanı kazanmak için bundan daha iyi bir fırsat düşünemiyorum. Uhrevi saadete ulaşmanın kestirme yolunu aramıyor muyuz hepimiz? Neden bir kardeşimizin müşkilatını gidermek bu kadar zor olsun? Gelin bizleri kardeş kılan Rabbimize kulluğumuzu, kardeşliğimizi pekiştirerek ve “ancak müminlerin kardeş olduğunu” haykırarak gösterelim. Umulur ki insanlığını ve vicdanın kaybetmiş bir dünyaya kurtuluş umudu oluruz, inşallah.

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum