1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. İmtihan biçimi olarak mutsuzluk
İmtihan biçimi olarak mutsuzluk

İmtihan biçimi olarak mutsuzluk

“Gam”, “hüzün”, “keder”, “veyl” ve “esef” nedir? Kur’an mutsuzluğa nasıl çare arıyor?

19 Mart 2023 Pazar 13:00A+A-

Nouman Ali Khan / Dünya Bülteni

Kur’an-ı Kerim’de mutsuzluk nedenleri ve çözümleri

Konuşmaya başlamadan önce bu konuyu neden seçtiğimi de sizinle paylaşmak istiyorum. İnsanların başına bazen bir şeyler gelir… Hayatlarındaki duygusallıklar, özel hayatlarımızdaki zorluklar, hepimizde var… Hepimizin arkadaş ve aileleriyle farklı türde imtihanları var. Özellikle aileyle… Ortalama bir Müslüman bile şöyle düşünebilir: “Hep büyük olaylarla ilgilenen Kur’an muhtemelen benim nasıl olduğumla ilgilenmez! Muhtemelen Kur’an’ın takip edeceği yol, benim duygusal ve kişisel sorunlarımla ilgilenmek değil! Kur’an bu kadar kişiye özel olamaz…” Bu aslında benim karşı koymak istediğim bir fikir. 

Kur’an aslında insanların karşılaştığı her çıkmaza hitap ediyor. Tüm insanların karşılaştığı fiziksel, manevi, ruhsal, içsel, psikolojik krizlerde de onlara hitap ediyor. Allah Azze ve Celle, kitabını ve Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini bizlerin o krizleri atlatması için gönderdi. Çünkü bizleri o duygularla yaratan Allah’tır. Ben psikoloji öğrencisiyken, yıllar önce tesadüfen Queens College’da psikoloji okudum. Profesörlerden biri anormal psikolojiyi işliyordu… Ayrıca o bile bu olayı konferanslarından birinde anlattı. Çünkü gerçekten ilgisini çekmiştim. Her zaman bize özellikle depresyon ve sinir gibi şeylerle ilgili konferans veriyordu. Konferanstan sonra Kur’an’dan öğrendiklerim ve onun dediklerindeki paralellikten dolayı onunla tartışırdım. Konferanstan sonraki samimi anlarından birinde beni bir kenara çekti ve “Sana şunu söyleyeyim” dedi: “İnsanoğlu fazla kusurludur.” Bana bunu dedi! Bu aslında batı medeniyetinin insan karakterine nasıl baktığının çok iyi bir özeti… İnsanoğlu esasen kusurludur. Değil mi?
- “Hadi bu kusurları ilaçlarla, psikoterapilerle onarmaya çalışalım.”
- “Biriyle ya da diğeriyle. Bu yıkılmış insanı onaralım. Çok fazla sorunu ve arızası olan bu yıkılmış yaratığı onaralım.”

Eğer etrafınızdaki dünyaya, hatta kendi hayatınıza bile bakarsanız şöyle düşünebilirsiniz: Biliyor musun, insanoğlunun kusurlu olduğuna dair ezici kanıtlar var gibi görünüyor… Bizler arızalıyız… Birçok yönden. Öyle ki bu tür tuhaflıklarımız var. Ama bunlara çözüm bulamıyoruz. Ama şu var ki aksine; Allah Azze ve Celle bizlere Kur’an’da insanoğlunu en yüce şekilde yarattığını öğretiyor
En doğru ve dik şekilde yarattığını söylüyor. Muhtemelen hepiniz لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ayetini biliyorsunuz. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” Buradaki تَقْوِيمٍ (takvîm) kelimesi çok fazla dikkat gerektiriyor. Çünkü “durmak” anlamına gelen قام (gâme) kökünden geliyor. تَقْوِيمٍ (takvîm) de bir şeyi durdurmak ve durdurmaya devam etmektir. Ve aslında bina planlaması için kullanılır. Yapıları düşmeyecek şekilde bir araya getirdiğinizde kullanılır. Yani çocuklarınızın oynadığı blok apartmanlar تَقْوِيمٍ (takvîm) değil. Neden? Çünkü vurduğun an parçalanırlar. Büyük ihtimalle çocukların kendileri vurup parçalarlar. Bu تَقْوِيمٍ (takvîm) değil
Ama yapılı bir bina bir yere gidemez. تَقْوِيمٍ (takvîm) ile inşa edilmiştir
تَقْوِيمٍ (takvîm) muteaddi olduğu için, dilbilimle alakalı değil çok hızlı anlatacağım,
تَقْوِيمٍ (takvîm) Arapçada, Allah bizleri dik yarattığı için bizden itibar bekliyor anlamına gelir. Bizleri sağlam bir şekilde yarattığı için… İnsanlar aslında çok sağlam bir esas üzerine kurulmuş ve Allah, Kur’an’da bununla iftihar ediyor.
İftihar ediyor! Hatta bu açıklamadan önce yemin ediyor. Farklı birkaç yemin ediyor: 

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ “And olsun o incire, o zeytine”, وَطُورِ سِينِينَ “Sina Dağı’na”
وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ  “Ve bu güvenli beldeye and olsun ki”  لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ  “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”

Aynı zamanda خَلَقْنَا (halagna) kelimesinde نحن’yu (nahnu) “biz”i görüyoruz. “Biz insanı yarattık…” Yeminden sonra geliyor. “Biz” zamiri Kur’an’da normal bir kalıp değildir. Aslında Kur’an’da normal olan هو (huve) yani “o” zamiridir. Ama Allah bir şeye özellikle dikkat etmemizi istediğinde bize “Bu herhangi bir yaratık değil, özel biri.” Diyor. Kendisi birinci çoğul şahıs haline geçiyor; o da “Biz” oluyor. لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ ………………

Alimler bunu Allah’ın insanlara olan yakınlığını örneklendirme amaçlı olduğu şeklinde yorumlar. Öyle ki Allah, yarattığı insandan bahsederken “Birinci şahıs” formunu kullanıyor. Biraz dil bilgisi olan biri üçüncü şahsın uzakta olduğunu bilir. Birinci şahıs da bariz bir şekilde yakındadır. Allah bizim türümüz hakkında konuşurken birinci şahsı kullanıyor. Böylece en başından, yani yaratılışımızdan beri bize olan yakınlığını ifade ediyor. Konum bu değildi ama giriş kısmına bununla başlamak istedim. Bizlerin İslâmî bakış açısı sayesinde baş edebildiğimiz şeylere bugün ruhsal hastalık diyorlar değil mi? Bugünlerde ruhsal hastalık deniyor ama biz hastalık demiyoruz. İslâmî açıdan baktığımızda hastalık demiyoruz.

Allah’ın içimize yerleştirdiği imtihanlar

Şimdi konuya gelelim. İnşa ettiğiniz bir bina, inşa ettiğiniz bir yapı… Doğal olarak Allah’ın dünya üzerinde yarattığı her şey… Allah dünyada yarattığı her şeye, özellikle insana eşitlik bahşeder. Rahman Suresi’nde şöyle buyurur: كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ Yer üzerinde bulunan her şey fanidir.” Yer üzerinde bulunan herkes diyor “مَنْ ” (men) kelimesi canlıları işaret eder aynı zamanda cinleri de kapsar. Sonra “فَانٍ” (fan) kelimesini kullanıyor. “فَانٍ” ölecek bir şey anlamına gelir. ” فَانٍ” üzerinde zamanlayıcısı bulunan şey demektir. Başka bir deyişle, kendi kendini bitiriyor. Bakın “كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا ميت” Her şey ölecek demektir. Ama “كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ” Sonunda şey kötüye gidecek (sağlık durumu vb.) ve ölecek demektir. Bitecek anlamına gelir. Yani saat hepimizin aleyhine işliyor. Tıpkı bir bina gibi kötüye gidiyor, kalitesini yitiriyor. Ama binanın durumu kötüye gittiğinde mimarı suçlarsınız. “Bu mimar işini iyi yapmadı. Boyalar dökülüyor, tuğlalar parçalanıyor, tesisatı da artık iyi değil” dersiniz. Ama insanlar bir sorun yaşadığında bunun sebebi mimarın önemli bir noktayı kaçırması değildir. İnsanın, yaratılışından ötürü zorluklardan geçmesi lazım. Yaratılış böyle! İnsanoğlununa bu yerleştirilmiş. Sorunsuz yaratılmış varlıklar değiliz. Ama bu sorunları kusur olarak adlandırmamalıyız. Onlar, aslında Allah’ın içimize yerleştirdiği imtihanlar. Duygusal sorunlar, fiziksel sorunlar… Bunların hepsi başımızdan geçirmek zorunda olduğumuz imtihanlar… İlginç bir şekilde, Araplar… Şu an konu Kur’an değil, İslâm öncesi Arap toplumu… O dönemin Arapları duygu ve psikolojiye düşkündüler. Gerçekten duygularıyla bağlantı halindeydiler. Şiirleriyle olsun, dilleriyle olsun… Arapçada psikoloji ile ilgili bulduğum en iyi ifade şudur: Derler ki: “Söylenen bir söz, belki dayaktan daha çok can yakar.” Sözlerin kişi üzerinde etkili olduğunu anlamışlar. Fiziksel olarak değil. Biri size zalimce sözler söyledi diye bir yerinizin incindiği için değil. Bir yerinizin kanadığı için de değil… Bunlar olmaz ama o sözler sizi yıkabilir. Sizde sabah yatağınızdan çıkmama isteği uyandırabilir. Söylenen sözler birini intihara sürükleyecek kadar güçlü olabiliyor. Bunlar oluyor… Ağzımızdan çıkan sözler çok güçlü silahlardır. “Söylenen bir söz, belki dayaktan daha çok can yakar.” “Bunları söyleyeceğine beni iyi bir pataklasaydın daha iyiydi.” Muhtemelen hepiniz duygularınızı inciten kötü sözlerden nasibinizi almışsınızdır.

Şimdi inşallah-u Teala, Kur’an’a, o alanlardan birine dönelim, keder… Bu duygulardan biri bariz bir şekilde hepimize dert olmuştur. Ayrıca hayatlarımızın bir parçasıdır da… Kur’an bununla nasıl başa çıkar? Hepsinden önce, yine söylüyorum bu çözümler yardım aşılamak isteyenler için… Hepiniz istemelisiniz de. Özellikle de psikoloji bölümüne gidecekler. Burada konuşmamı iki kısma ayırmaya çalışacağım: Girişin konuşmasının bu kısmı yüksekten atma bölümüydü bu yüzden bu sayılmaz. Yani konuşma şimdi başlıyor. Konuyu üç parçaya ayırmaya çalışacağım: İlk bölüm aslında araştırmaya değer bazı alanlar içeriyor.
Özellikle psikoloji ve rehberlik öğrencileri, birilerine yardım işinde bulunacak insanlar, stajyer imamlar… Bir de duygusal problemleri olan birçok insanla yüz göz olan imamlar için… Ya da inşallah gençlere danışmanlık yapacaksanız, insanlara tavsiye verecek bir pozisyondaysanız. Bunun gibi şeyler…
Kur’an’da ilgilenmek isteyebileceğiniz bazı şeyler var. Özellikle keder ve depresyona yaklaşım ile ilgili.

GAM: Gökyüzündeki bulutlar

Kur’an’da keder ile ilgili kullanılan ilk sözcük “غام” (gam). Birkaç kullanım var ama ilk kullanılan غام (gam). Bu kelimenin diğer bir varyasyonu ise غمام (gamam). Bu kelime aslında “gökyüzündeki bulutlar” anlamına gelir. Eğer bulutlar güneş ışığının kendilerini aşamayacağı izlenimini veriyorlarsa o bulutlar غمام (gamam)dır. Bazen günışığını geçiren bulutlar görürsünüz. Bazen de ışığın tamamen engellendiğini görürsünüz. Eğer bu uzun süre devam ederse çok iç karartıcı olabilir. Hava uzun süre bulutlu kalırsa böyle olur değil mi?
Güneş görmüyorsun ve olay İngiltere’deki birçok insanın psikolojik durumunu açıklayan iç karartıcı bir hal alıyor. Çünkü hava çoğunlukla bulutlu, değil mi?
Bu garip bir durum… Mesela Seattle… Gerçekten intihar oranlarında garip yükseklik var. Havayla ilişkili demiyorum ama şehir neredeyse dumanlı. Çok güzel bir eyalet olmasına rağmen Amerika’daki en yüksek intihar yüzdeleri o şehirde.
Güzel bir şehir. Doğası olsun, çevresi, mimarisi… Temiz de… Tüm bunlara rağmen garip olmakla beraber çok büyük sorunları olan bir şehir. Hava ile bir ilgisi var. Birçok toplum açık ve güneşli bir günü mutlulukla ilişkilendirir. Peki, keder ne ile ilişkilendirilir? Kara bulutlara… Literatürde bile yeri vardır. İnsanlar “Bu oğlanın etrafında kara bulutlar dolanıyor” gibi şeyler derler. “Kocam eve gelince sanki evi kara bulutlar kapladı.” demek gibi. Bunun gibi şeyler… Yani bu sadece eski Arapların söylevleriyle sınırlı değil. Onlar da insanmış ve bugün onlarla paylaştığımız şeyler var. Aydınlıkla ilgili düşünceler, mutlulukla ilişkilendirilen günışığı gibi. Bugün bile anti depresan satan milyonlar değerinde ecza şirketlerimiz var. Ve bu şirketler reklam şirketlerine milyon dolarlar harcıyorlar.
Onlar da reklama güneşte yürüyen kadın koyuyorlar. Kadın keyifsiz olduğunda da etrafına dolanan kara bulutlar oluyor ve ona şöyle sesleniyorlar: “Kötü düşüncelerin mi var, bu ilacı al!” Sonra da araya çabucak geçen jeneriği ya da “intihara yol açabilir” diyen sorumluluk reddi yazısını sokuyorlar. Yani غمام (gamam) aslında huzursuzluk durumudur. غمام (gamam) aslında huzursuzluk durumudur. Geriye bakıp bulutların benzetildiğine döndüğümüzde “غام” (gam) kelimesi Arap dilinde henüz gerçekleşmemiş kötülük şeklinde yorumlanır.
Ama sen onun gerçekleşmesini bekliyorsun… Çünkü kara bulut çoksa bu Araplar için ne anlama gelir? Fırtına habercisidir. Kasırga habercisidir, değil mi? Bizden önceki insanlar doğayla çok daha iç içeydi. Biz teknolojinin çok içindeyiz sevdiklerimizin yüzlerine bile bakmıyoruz. Telefonlarımıza takılıp kalmışız. Ama önceki insanlar gökyüzüne her zaman bakmışlar. Gökyüzünü kara bulutların kapladığını gördüklerinde kötü bir şeyler olacağını ummuşlar. Yıldırım çarpması, gök gürültüsü, yağmur gibi. Bu bir taraftan iyi ama genelde de kötü, değil mi?
Bu kelime Kur’an’da çok özel bir durum için kullanılmış. Her kelimenin bağlamını ele almak için burada değilim.

Şu izlemini oluşturmak istiyorum; örneğin olayların kötü gideceğini düşündüğün için üzülmen hakkında bir araştırma yapılmış olsaydı “غام” (gam) kelimesi kullanılırdı. Bu kelime Kur’an’da nasıl kullanıldı? Allah “غام” (gam)ı hangi durumla açıkladı. Bunu irdelediğimde, gelecekten kötü şeyler bekleyen biriyle nasıl ilgilenirim? Olayların aydınlık tarafını görmeyen biriyle, bardağın her zaman boş tarafını gören biriyle, her zaman karamsar ve negatif olan biriyle… Bu tür insanlarla karşılaşabilirsiniz. Her zaman “sakinleştirici”leri vardır ve hiçbir zaman mutlu değiller. Olayların iyi tarafını göremezler. Kötü tarafına bakmak zorundadırlar. Bu غام (gam)a özel bir durumudur. Eğer çok fazla غام (gam) sahibiyseniz böyle bir insana dönüşürsünüz. Bu yüzden, içlerinde bu derinden hissettikleri üzüntü var ve bu geçmek bilmiyor. Ve o her zaman orada, bu yüzden gülümsedikleri bir an bile gelse yüzleri yarımca gülüyor ve tekrar aşağı düşüyor. Doğru mu? Mutluluklarını çok uzun sürdüremiyorlar. Tıpkı çoğu zaman bulutlu, bazen de güneşli gökyüzü gibiler. Böyleler. Böyle insanlar var. Bunlar her zaman üzgün üzgün geziyorlar, bakışları hep yerde. Ve siz dersiniz ki “Neden bu haldesin?” Bu, sanıyorum, “daimi depresyon”a Arap dilindeki en yakın kelime. Depresyon halindeki insanlar. Buna “keder (بث)” deniyor. Günümüzde depresyon çok büyük bir problem ve Müslüman ümmeti de istisna değil. Bu, dünyada çok büyük bir problem. Bu çalışma aslında Müslümanlar için ciddi bir hal alıyor. “Kur’an’a göre, keder nasıl hafifletilir?” çalışması. Bu bize ne öğretiyor, bu üzüntü haliyle nasıl başa çıkabileceğimizi… Yani burada travmatik bir olaydan kalma bir üzüntü var. Geleceğin umutsuz görünmesinden kaynaklı bir üzüntü var. Derinlerde bir üzüntü var ve çıkarıp atamıyorsunuz. Bu, kurtulamadığınız hastalık gibi, sinüzit veya alerji gibi bir şey. O her zaman orada. Siz hep negatifsiniz. İşte bu, keder…

Derinlerdeki çıkarıp atamadığınız üzüntü: Keder

Ve bu arada, eğer bu durumda olan sadece sizmişsiniz gibi hissediyorsanız, “keder” kelimesi Kur’an’da karşımıza, devamlı keder ve hüznü yaşayan peygamberlerden birinin duasında çıkıyor: “إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ” “Ben kederimi şikâyet ediyorum…” Kelimeyi şu an tercüme etmiyorum. Bu Peygamber diyor ki: “Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah’a şikâyet ederim.” Bu dua bize ne öğretiyor? Allah’a şikâyet bile edebilirsiniz. Bu ayet bize ne öğretiyor? Ben başkasına şikâyet etmem! Ben çektiğim acıdan bahsediyorum. Şikâyet etmek burada ne anlama geliyor? Bu şu demek değildir, “Allah’ım, hadi ama! Çok bunaldım, beni bundan kurtar!” Hayır, hayır. Biliyorsunuz, hani doktora gidip şikâyetlerinizi anlatırsınız ya… doktora tokat atıp da “Hey kardeşim! Neden beni alerji sahibi yaptın?” demezsin. Gidip doktora şikâyetlerinizi anlatırsınız çünkü şikâyet aslında onun sizi anlaması, iyileştirmesi ve reçete yazmasının bir yoludur. Tıpkı hastalanan bir çocuğun annesine şikâyette bulunması gibi. Değil mi? Gerçek bir yakınma mı yoksa sahte mi? Biliyorsunuz, ülke genelinde grip salgını var. Çocuklarımdan üçü geçtiğimiz ay içerisinde grip atlattı. Üç kız sabah okula gidiyorlar, iki tanesi hasta... Biri diyor ki “Ah, karnım ağrıyor, karnım ağrıyor.” İyi olan diğeri birdenbire başlıyor “Hım, aslında ben de sana katılacağım, benim de karnım ağrıyor…” Muayene etmenize gerek var mı? Karnınızı tutmanız, biraz büzülmeniz gerekiyor, göz teması kurmamalısınız. Çünkü doğruluğunu kontrol etmek için seni izliyor. Bu gerçek değil, rol, hadi ama. Sadece üzerinde biraz daha çalışın. Şimdi çok daha iyi olabilirdiniz. Annenizi buna çok daha iyi inandırabilirdiniz. Bunu ona annesinin karşısında söylemeyeceğim. Ama bir yandan da “karnım ağrıyor”un üzerinde çalışmanız gerekiyor. Biraz daha inandırıcı olun. Ama asıl olan, bir çocuk annesine “Karnım ağrıyor.” diye şikâyet ederken “Karnımın ağrımasına sen sebep oldun!” demiyor. Çocuk şunu diyor, “Başka kime gidip sızlanayım?” Ve ne zaman sızlanırsınız, çok sevdiğiniz yanınızdayken sızlanırsınız. Herhangi birinin karşısında sızlanmazsınız. Çok sevdiğiniz birinin karşısında sızlanırsınız. Aslında, gergin bir ilişkiniz olan biri gelip “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda dersiniz ki “Elhamdulillah, her şey iyi.” “Yok, yok, iyiyim, iyiyim.” Neden? Çünkü size çok yakın değiller. Ama eve, annenize gittiğinizde, Arapçada şöyle derler: الرجل في بيت امه صبيان “Bir adam, annesinin evinde bebeğe döner.” Koca adam, annesini ziyarete gider. Eve girer, bambaşka birine dönüşür, lapa gibi olur. Kırk yaşında olsanız da fark etmez. Annenizleyken bu birdenbire açığa çıkar. Bu aslında tam olarak ayetin bize öğrettiği… Bu peygamber duası şudur ki böyle bir üzüntünüz olduğunda başka kimse anlamayacakmış gibi hissedersiniz. Hiç kimse söylediğinizi duymayacakmış gibi. Kimse probleminizle ilgilenmeyecekmiş gibi. Ve o zaman, dönebileceğiniz tek Zat, sizi tamamen anlayacak olan, “Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah’a şikâyet ederim.” Bu, “Konuşacak kimsem yok.” gibi hisseden kişi için… Bu dua bize Kur’an’da verilen ne güzel bir hediye… 

Talihsiz hissedenler: Veyl

Yani şimdi üç kelimemiz var, “gam”, “hüzün” ve “keder”. Sonra bir kelime daha, “ويل”. Veyl, talihsiz hisseden insanları ifade etmek için kullanılır. Kötü şans sahibiymişler gibi. Ve bu kendine olduğu gibi başkalarına da kullanılır. Eğer Arapçada bir kişiye lanet ederseniz, yapmayın ama ben yine de söylüyorum, Arapçada bir kişi birine lanet ederse ve onlar için en kötüsünü dilerse, “ويلك (yazıklar olsun sana)” der. “ويلي (yazık bana)” ve “يا ويلي (vay başıma gelenler)” de kullanılır. “يا ويلي” veya “يا ويلتا . Veya “يا ويلتي”. Bunun birkaç çeşidi vardır. Bunlar şu anlama gelir: “Ben kahroldum, ben lanetlendim, yaptığım her şey zehir oluyor, yaptığım hiçbir şey çözüm olmuyor.” Karşına çıkacak hiçbir şeye karşı güvenin kalmamış, bilirsiniz, gerçeklere katlanamıyorsunuz. Yaptığınız hiçbir şeyin bu durumu değiştiremeyeceğini düşünüyorsunuz. Umutsuz bir hale geliyorsunuz. Bütün bütün umutsuzsunuz. Ve işte o anda şöyle hissediyorsunuz, “Bana gelecek olan iyi bir talihim yok.” “Benim kısmetim (حظ) yok.” “Bana gelmeyecek.” Ve bu, “veyl”i hissettiğiniz an. Veyl, şoke olmuş anlamında da kullanılır, bu gibi hisler için de kullanılır. “Veyl yüzünden acı çekiyorum. Ben lanetlendim, kahroldum.” Ve bu, Arap dilindeki en kötü kelimelerden biridir. Bu aslında cehennem ateşindeki bir yeri tanımlamak için kullanılan kelimelerden biridir. İlginç, değil mi? Çünkü Allah, cehennem ateşini, psikolojik ıstırabı tanımlamak için de kullanılan bir kelimeyle tanımlıyor. Değil mi? Fiziksel olarak acı veren cehennem ateşini tanımlayan kelime aslında psikolojik olarak da acı verici… Ve bunu bir psikoloji dersindeyken, Psikoloji-101’deyken profesörünüz: “Bazen psikolojik acı, fiziksel acıdan daha katlanılmaz olabilir.” dediği zaman anlarsınız! Bakarsınız ve “Ne? Bilmiyorum, üzgün hissetmeyi kolumun doğranmasına tercih ederim.” Daha bunu tecrübe etmediniz, edebilirdiniz de. O zaman, Allah’a bunun için şükredeceksiniz. Sonra yaşlıların değindiğim şu sözünü anlayacaksınız: “Nice söz vardır ki dayaktan da beterdir.” Yani veyl, üzüntünün çok şiddetli bir seviyesi ve bir insanın lanetlenmiş ve kendine doğru gelen bir kötü şans varmış gibi hissetmesi. Bunun modern tezahürünü, basitçe cevap veremediğim mailler yoluyla şahsen görüyorum, çünkü mail, insanlara psikolojik tavsiye verme yolu değildir, tehlikeli aslında. Ekranın diğer tarafında sizinle uğraşanın kim olduğunu bile bilmiyorsunuz. Ama bunun yaygın tezahürlerinden biri de şöyle hissetmektir, “Ben hayatımda bir hata yaptım ve hissediyorum ki Allah beni lanetledi ve başka bir şey de olamazdı zaten. İşimi kaybettim, şu oldu, bu oldu ve gerçekten Allah’ın beni artık sevmediğini düşünüyorum. Ve şimdi berbat bir hayat sürdüğüm gibi herhalde cehennemde de yanacağım zaten vesaire, vesaire.” Bu insan, “Ben lanetlendim!” zihniyeti geliştirmiş. Hatta “lanetlenme” kelimesini söylemeseler bile söyledikleri her şey, bir şekilde lanetlendiklerine ikna olmuşlar gibi geliyor. Ve bu çok güçlü, aynı zamanda da çok tehlikeli bir durum. Allah korusun! Ve sonra “اسف” var. Biliyorsunuz, Arapçada özür dilerken “أنا آسف جدا” denir. Hatta bazı tartışmalara göre bu kelimenin kökeni Arapça değil, aslında İbranice. Ve bundan türeyen kelimelerden biri de Yusuf ismi, üzüntü verilmiş anlamındaki “Yu’saf”a yakın. Çünkü Yusuf Aleyhisselam’ın hikâyesini incelediğinizde birbiri ardına çok hüzünlü dönemeçler vardır. Ailesinden ayrı bırakılmış bir çocuk. Hapse atılmış masum bir adam. Biliyorsunuz, onun hayatında çok çok üzücü olaylar yaşanan birkaç durum vardır. Yani bizzat isminin bile bu kelimeden türetildiğini söylerler. Ama biraz da “esef” hakkında konuşalım. Bu aslında, nihayetinde diğer negatif duygulara dönüşen bir tür üzüntü anlamına geliyor.

Yansıtılan üzüntü: Esef

Araplar hislerle gerçekten çok ilgileniyorlar, dediğimde kastettiğim şey buydu. Üzüntü için sadece bir kelimeleri yok, bunu kategorize etmişler gibi, değil mi? Yani bu “esef” kelimesi aslında başka bir şeye dönüşen üzüntü, üzüntü duygusu anlamına geliyor. Örneğin bir şeyden ötürü üzgünsünüz, kötü bir not aldığınız için üzgünsünüz. Sınavınız var, yarı dönem sınavı. Elinizden geldiğince çok çalıştınız. Sınav esnasında otururken yarı uykudaydınız. Yüz üzerinden kırk aldınız, sonra dışarı çıktınız ve arkadaşlarınıza karşı fazlaca huysuz ve gerginsiniz. O zaman siz esef yaşıyorsunuz, çünkü bir şeyden duyduğunuz üzüntü başka bir şeye, öfkeye dönüşüyor. Ve bu kelime aslında oldukça iyi bir gösterge… Esef, duygularınızı başka bir tanesiyle değiştirmeniz demek. Genellikle öfkeyle. Genelde bu, öfke haline gelir. Mesela arabayla eve dönerken telefonla konuşuyorum, ahizesiz modda evime gidiyorum, telefonla konuşuyorum, telefonda biri var ve şöyle diyor: “Anlaştığımız kontratı ve senin söylediğin ücreti biliyorsun. Ücreti kabul ediyoruz ama malları sana göndermiyoruz.” Ve bu nedenle üzgünüm. Üzgünüm. Ve eve gittiğimde bana sarılıp benle uğraşan ilk çocuğa şöyle diyorum “Ödevin nerde?” Sonuç olarak dışarıdan, arabadan eve “üzüntü”mü değiştirdim. İşte bu, esef! Ve aslında hayli ilginçtir ki bu kelime, Musa Aleyhisselam, Allah’la konuşmaktan gelip de halkını ineğe taparken gördüğünde kullanılan kelimedir. Ve o kimle konuştu? Kime bağırıyordu? Harun Aleyhisselam’a… Allah diyor ki: “O, öfkeyle geldiği zaman…” (فَرَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا) “اسفا”, yani bu öfkeyi alıp ne yapacaktı? Değiştirecekti. Peki, bu hikâyede ne buluyorsunuz? Kardeşinin başını tutuyor. Onu tutuyor. Bu öfke, ya da bu üzüntü aslında başka bir şeyle değişti. Ve bu, Kur’an’ın üstesinden geldiği bir hadise.

Kaçan fırsatlara üzülmek: Esâ

Ve tabi ki sonuncusu “الاسى” Esâ, harfleri hemze, sin ve elif. Veya yâ, yâ diyebilirsiniz. Anlamı da “pişmanlık”. Kaybedilen bir fırsat üzerine duyulan pişmanlık veya üzüntü. “Bu bir fırsattı, bunu yapabilirdim, yapmadım!” Arkanıza bakıyor ve yapabilecek olduğunuz şey karşısında kendinizi yıpratıyorsunuz. Tam buradaydı. Eğer bunu yapabilseydiniz… Ah! Bazı şeyler çok daha güzel olabilirdi. Bu fırsatı neden değerlendirmedim? Çoğu zaman, biliyorsunuz, insanlar bana email gönderiyorlar, özellikle üzüntü ve depresyon vesaire konusunda… Genellikle ilişkilerle ilgili. Bilirsiniz, “Bir kız kardeşimiz var ve onunla evlenmek istiyordum. Evlenme teklifi etmeliydim, sonra başkasıyla evlendi ve… Ah!” “Ve her gün üzüntülüyüm ve sürekli onu düşünüyorum. Cesaretimi toplayıp onunla konuşmalıydım ama yapmadım, vesaire, vesaire…” İşte bu, “El- Esâ”. Ama bu sadece kaybedilmiş bir fırsatın üzüntüsü değil. Bu aynı zamanda, geçmişte yaptığın kötü bir şeyi ifade eden bir üzüntü. Ve hissediyorsunuz ki bu yaptığınız kötü iş, her neyse, bana söylemeyin, her neyse, gelecekte yapacağınız her şeyi olumsuz etkileyecek. Sanki geçmişteki bir hatanız gelecekte yapacağınız her şeyi olumsuz etkileyecek. İşte bu kelime “El-Esâ” ve bu Kur’an’da da kullanılan bir kelime! Bu kelimeyi Müslümanların anlaması önemli çünkü kötü bir şey yapma fırsatını çok çok kolay bulduğumuz, bunun kolaylaştırıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Değil mi? Yani manevi anlamda kendimize hayli kötü şeyler yapabiliriz ve çok az bir çabayla ruhlarımıza hasar verebiliriz. Bu olunca o zaman da depresyon haline giriyoruz. “Dünyada nasıl bir yüz karasıyım böyle? Tüm dünya Müslüman olduğumu düşünüyor ama bir de içime bakın. İçinde bulunduğum türlü şeylere bakın. Hatta ben bile kendimle nasıl yaşıyorum?” Ve burada, geçmişte işlediğiniz şeylerin pişmanlığı var. Ve çoğu insanın bununla nasıl başa çıkacaklarını bilmediklerinde yaptığı şey de geçmişlerine bakıp kendilerini geçmiş hatalarıyla tanımlamaları. Şunu kastediyorum, “Her şeyi berbat ettim. Bu bendim. Ben geçmişte berbat ettim. Şu anlama geliyor olmalı, ben berbat oldum!” “Berbat ettim” ile “Berbat oldum” arasında fark var. İnsanlar bir şeyi berbat ettiklerinde bu onların berbat olduğu anlamına gelmez. Sadece, geçmişte bir şeyi berbat ettikleri anlamına gelir. Gelecekte de berbat edeceklerinin bir garantisi yok, ta ki hakikaten berbat olduklarına kendilerini ikna edene kadar. Sizi mahvedebilecek tek şey sizin kendi kanaatinizdir. Allah Azze ve Celle sizi “takvîm” ile bina etti. Bu bina darbe alabilir, sarsılabilir. Ama siz hasarı onarabilir ve binayı ayakta tutabilirsiniz. Ya da bina yıkılana kadar biraz daha darbe almasına izin verebilirsiniz. O zaman mimarı suçlamayın. Bu sizsiniz. Kendinize bunu siz yaptınız. Bu tarz, tekrar tekrar hatırladığınız daimi olumsuzluklarla yaşayamazsınız. Özellikle Hint kültüründe, geçmişteki üzücü olayları sürekli anan kayınvalideler vardır. Ya da gelinlerine izin vermezler, gelinler kayınvalidelerine izin vermezler veya babalar oğullarına ve kızlarına izin vermezler. Olanları atlatmalarına izin vermezler. Sadece atlat gitsin, sen hayatına devam et! Bunu yapamazlar. Bunu sürekli gündeme getirmek zorundalar. “Bu yirmi sene önce oldu, bırak gitsin!” “Hayır, sen bizim iznimiz olmadan evlendin, bu beni üzüyor.” “Ama bitti gitti! Bunun için üç hafta ağlamıştın, hatırlasana! Tüm o gözyaşlarını, o kırdığın tabakları hatırla! Şimdi çocuklarım var ve bu çocuklar evlenecek… Ve sen neredeyse otuz sene önce olanlar yüzünden hala düğüne gelmiyorsun!” Kendini perişan ediyorsun, etrafındaki insanlar da perişan. “Esâ” yüzünden. Çünkü bunun geçip gitmesine izin vermiyorsun ve geri kalan ömrünü karartmasına izin veriyorsun. Allah Azze ve Celle bizden böyle ağır bir hayata veya üzüntü dolu bir kalbe sahip olmamızı istemiyor. Aslında Kur’an’daki iman dolu bir kalbin tanımlarından biri de “Kalbun selîm”dir (قلب سليم) “Selîm kalp.”, çok güzel! Arapçadaki “Selîm” kelimesinin anlamlarından biri, biliyorsunuz, “sağlıklı”. Selîm’in anlamlarından biri, sağlıklı. Allah, Hesap Günü müminlerin kendisine başarılı olarak gelmelerini istiyor. Diyor ki: “إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ” “Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler hariç.” Bozulmamış bir kalple. Hasar almamış bir kalple. Duygusal anlamda sağlam, sadece iman yönünden değil. Bu duyguların da imanınız üzerinde etkisi vardır -korku, öfke, depresyon, keder…- Bütün bunlar imanla doğrudan alakalıdır. Bunlar, bu duyguları Kur’an’ın bakış açısından anlamaya çalışanların araştırma konusu olan kelimeler.

Allah’ın Kur’an’da üzüntüyü bir hakikat olarak tanımladığı olaylar

İkinci bölüm, Allah’ın Kur’an’da üzüntüyü bir hakikat olarak tanımladığı farklı olaylar. Ve siz, üzüntü yaşadığınız için eksik bir insan değilsiniz. İyi bir imana, güçlü bir inanca sahip olmak, mutluluğu garantilediğiniz anlamına gelmez. Bunlar birbiriyle eşdeğer değil. En azından bu dünyada. Bu dünya zorluklar, imtihanlar ve denemeler dünyası… Örneğin, İbrahim Aleyhisselam, genç bir adam olarak, kendi evinden kovulma travmasını yaşadı. Bu, travmatik. Baban tarafından evinden atılmak, değil mi? Ve tüm köyünü ve tüm aileni bırakmak zorunda olmak… Ve sonra, kendi ağabeyleri tarafından ihanete uğrayan Yusuf Aleyhisselam var. Küçük bir çocuk ne yapar? Ağabeyleri gibi olmak ister. Ağabeyleriyle oynamak ister. Eğer siz ağabeyseniz biliyorsunuzdur, küçük kardeş her zaman ağabeyinin oyuncaklarıyla oynamak ister. Bu, büyük kardeşlere duyulan bir ilgidir. Küçük kızlar ablaları gibi giyinmek ve onların giysilerini almak isterler. Ve ablalar her zaman kardeşlerine sinir olurlar: “Hep benim kıyafetlerimi alıyorsun, hep benim ayakkabılarımı alıyorsun! Eşyalarıma dokunma! Allah’ım!” Ve küçük, bir şeyi ne zamana kadar istemeyecektir? Büyük olan ona sahip olana kadar. Büyük olan dokunana kadar hiçbir ilgisi yoktu. Neden? Çünkü Allah bu ilgiyi vermiş. Onlar gibi olmak istersiniz. Onlar gibi konuşmaya çalışırsınız. Hatta onların arkadaşlarıyla arkadaş olmak istersiniz. Kendinizinkileri istemezsiniz. Odaya her girdiğinizde, arkadaşlarıyla takılıyorlar. “Gider misin, bunlar benim arkadaşlarım!” “Ben de onlarla takılmak istiyorum.” Sadece sizin gibi olmak istediklerini size söylemezler ama bu böyledir. Sizi örnek alırlar. Size hayranlık duyarlar, özellikle aynı cinsiyettekiler. Ama bu çocuk, hayranlık duyduğu kişiler tarafından ihanete uğramış, bu travmatik… Bu gerçekten üzücü. Ve en başından beri bu çocuğun babasıyla ne kadar yakın ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Yani Yusuf Aleyhisselam, babasıyla çok yakındı, hatta babasıyla rüyasında ne gördüğü hakkında konuşuyordu. Bu kadar rahat hissederek babasına yakın olması bir çocuk için kolay bir şey değil. Siz babanıza okulda neler olduğunu bile anlatmıyorsunuz ya da gerçekten ne olduğunu. Sahiden oturup babanızla rüyanızda neler olduğu hakkında konuşuyorsunuz. Bu, baba ile oğul arasındaki gerçek bir yakınlıktır. Ve baba gerçekten dikkatle dinliyor. Bu bir diğer bir çılgın şey! Çocuğu tarafından anlatılan rüyayı hakikaten, pür dikkat dinliyor. Ben bu deneyi evde yaptım: “Rüya gördün mü?” “Evet. Bir muz beni yemeye çalışıyordu.” “Peki, sonra ne oldu?”… Denedim. Bu manevi bir tecrübe değildi. Bu yüzden Yakub Aleyhisselam’a, çocuğunun rüyasını dinlediği için saygı duyuyorum. “Ay ve Güneş bana secde ediyordu.” “Hıhı, sonra?” Biz hikâyeleri okuyor ve geçip gidiyoruz. Ama yakınlık bu. Ve sonra bu çocuk babasından koparılıyor. Burada bir babanın üzüntüsü var. Bir oğlun üzüntüsü var. Ve bildiğiniz tek şey, oğlunuzun öldüğü… Oğlunuzun öldüğünü bilmek var. Ama bir de ona ne olduğunu bile bilmemek var. Ne olduğunu bile bilmemek. Bu travmatik bir şey. Travmatik bir şey. Ve size şunu söyleyebilirim ki baba olduktan sonra o zamana kadar hiç yaşamadığım üzüntüyü hissettim. Çocuğunuz hastayken ve ateşten tir tir titrerken çaresiz ve siz de hiçbir şey yapamıyorsunuz, Allah’a yalvarmak dışında. Çocuk size tutunuyor ve böyle titriyor, biliyor musunuz? Ve ellerine bir yiyecek almak, onu tutmak istiyorlar, ellerini sabit tutmaya bile güçleri yok. Bunun karşısında kalbiniz kan ağlıyor. Kalbiniz kan ağlıyor. Böyle bir üzüntüyü yaşayamazsınız. Ama bu, kederin bir sonucu. Bu, çok üzüntü verir. Doğaldır. Tamam mı? Çünkü sevdiklerimiz için endişe ederiz ve onlar acı çektiğinde biz de onlara eşit bir acı çekeriz, en az onlar kadar. Hatta bazen daha fazla. Yani bu, Yusuf Aleyhisselam ve kardeşlerinin durumunda böyle.

Musa Aleyhisselam ve kavmi. Kavmi ona çok acı çektirdi. İşte bazı örnekler. Peygamberimiz (s.a.) ve Kureyş. Peygamberimiz (s.a.) ve amcası… Onun komşusu, ailesinden. Öz amcası, kapı komşusu. Bu nasıl bir adam? Bugünkü konuşmamın son kısmı olacak olan Kevser Suresi’nin dersini yaparken bunun hakkında konuşmuştum. Ne tür bir adam: Bir amca. Uzak değil, amca! Kapı komşusu olan yeğeni bebeğini kaybettiğinde kutlama yapar! Az önce Hz. Muhammed’ in (s.a.) evinde bir bebek öldü. Ve Ebu Leheb dışarı çıkıyor, kutlama yapıyor, “Muhammed bir erkek evlat sahibi olamayacak, ismi devam etmeyecek, yaşasın!” diyerek ses yapıyor. Ve o zamanlar evlerinin çatıları yok, o zaman söyle, eğer sen arka bahçedendeyken komşunda kendi bahçesine çıkıp bağırsa, onu duymaz mısın? Duyarsın! Amcanın, senin evladının ölümünü kutluyor olmasının ne kadar acıtıcı olduğunu soruyorum sizlere. Peygamber (s.a.) ne hisseder? Hiçbir insanoğlu… Hatta düşman bile karşı taraftaki generalin çocuğunu kaybettiğini duyduğunda silah indirir. “Sen benim düşmanımsın. Senin boğazını keseceğim. Fakat yas tutman için sana bir gün süre vereceğim. Çünkü acını paylaşıyorum.” Düşmanlar arasında bile bir şeref vardır. Onda bu bile yoktu. İşte bu, böyle bir üzüntüdür. Bu hikâyenin neden bu kadar önemli biliyor musunuz? Çünkü bize şunu öğretiyor; bazen tecrübe edeceğiniz en acı verici darbeler ve en travmatik üzüntüler, ailenizden gelecek! Senin üzülmene sebep olanlar bazı yabancılar olmayacak. Onlar, senin en yakının olacak çünkü onlar kalbine yakındırlar. Bu yüzden seni üzdüklerinde işte o zaman gerçekten de darmadağın olursun. Anne-baban seni darmadağın eder, çocukların seni darmadağın eder, kocan veya karın seni darmadağın eder, amcan seni darmadağın eder, kuzenin seni darmadağın eder. En çok sevdiğimiz insanlar, aynı zamanda bize en büyük acıyı da yaşatabilirler. Bu sadece size özel değil, Peygamber (s.a.) de bunları son derece korkunç bir şekilde tecrübe etti.

Allah’ın bu gibi şeyleri Kur’an Kerim’e koymasında bir sebep vardır. Çünkü bu gibi şeylerle baş eden sadece bizler değiliz. Sadece bizler değiliz. Daha önce bunlarla baş edildi. Daha önce bu gibi durumlar yaşandı. Sonra Âdem Aleyhisselam ve onun üzüntüsünü biliyor musunuz? Onun üzüntüsü Allah ile. “Allah beni affeder mi, affetmez mi?” Demek istediğim, birkaç dakika önce cennette idim. Şimdi neredeyim? Dünyada. Bir tür etrafı merak etme, ne yapmak gerektiğini anlamaya çalışma… “Bildiğim en son şey, Allah benimle mutlu değildi.” “Yapmamam gereken bir şeyi yaptım.” İnsanlar da bu durumda olmaz mı ki hiç? Yapmamaları gereken bir şeyi yaparlar da ve sonra hayat kötü bir hal alır. Ve “Belki de yanlış bir şey yaptım.” diye düşünmeye başlarlar. İşte bu da Âdem Aleyhisselam’ın durumu. O, bu durumdaydı. Allah’ın beni affedip affetmeyeceğini nasıl bilirim? Ve Allah O’na bir hediye verdi. Birçok insan gelir ve sorar, “Allah’ın beni affettiğini nasıl bilirim?” Allah’ın kendisini affettiğini Âdem (a.s.) nasıl bildi? Bilmedi. Allah O’na hediye verdi. Allah, Âdem Aleyhisselam’a bir hediye verdi. Şöyle buyuruyor:  فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ  “Allah, Âdem’e kelimeler öğretti, kelimeler ile iletişime geçti ve sonra O’nun tövbesini kabul buyurdu.” Değil mi? Bu ayet, Bakara Suresi’nde, Allah bu kelimelerin ne olduğunu dahi söylemedi. Sadece şunu söyledi; Rabbi Âdem’e birtakım kelimeler öğretti ve bu kelimelerin sonucunda (Buradaki “fe” harfi sebep ifade eder) Allah, O’nun tövbesini kabul etti. Yani eğer tıpkı Âdem Aleyhissselam gibi oldukça büyük bir hata yaparsanız, sizler de kelimeleri kullanabilirsiniz. Ve bu inanılmaz kelimeler O’na verildi. Ve O, bunları samimi bir şekilde kullandı. Ve sonra Allah O’nu afetti! Bu yüzden birisi “Eğer Allah beni affederse nasıl bilirim?” diye sorduğunda, söylerim ki: “Biliyorsun biz Âdem Aleyhisselam’ın çocuklarıyız. Bu yüzden o hediyeyi miras olarak aldık.” Yani demek istediğim, hediyeler nesilden nesile aktarılır, değil mi? Paylaşılmayan, bölüşülmeyen tek bir şey vardır ki o da “bilgelik, akıl”. Yani bilgelik, %100 nesilden nesile aktarılır. Mülk gibi değil. Mülk bölüşülür. Para bölüşülür. Fakat bilgelik, gelecek nesillere %100 aktarılır. Allah’ın bizi affettiğini bildiğimize yönelik miras olarak ne aldık? رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ . Miras olarak kalan dua, bu dua. Affedileceğimizi bilmemiz için1 Bu, bilmemiz gereken çok güçlü bir şey. Biliyorsunuz, çok derin, kötü ve çok ağır soruları cevaplamak için.

Sonra elbette, Nuh Aleyhisselam ve Onun yakınları. Onu üzen oğlu idi. Kaç ebeveyn bana gelir ve söyler: “Oğlum beni çok üzüyor, onu çok seviyorum fakat beni çok üzüyor.” Buraya gelmeden önce, bu şehre gelmeden önce, bazı ebeveynler beni aradılar ve söylediler: “Oğlum beni çok üzüyor. Her şeyi onun için yaptım. Ve o beni üzmeye devam ediyor. Ne yapabilirim? Onunla konuşabilir misin? Onun için bir şey yapabilir misin?” Ne yapabilirim? Tek yapabildiğim hatırlatmak. Yapabildiklerimin hepsi bu! Herkesin yapabileceği tek şey bu. Biliyorsunuz, Değişiklik Allah’tan gelir.

Ve elbette Lut Aleyhisselam, ne kadar kötü hissetmiş… Kötü ruh hali derken… Şu ifadeyi bilir misiniz “Hiç keyfim yok dostum. Çok canım sıkkın.” Doğrusu bu ifade sadece Lut Aleyhisselam için kullanılır, kavmini yok etmek için melekler göründüğü zaman: سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا . Gerçekten çok kötü hissetti. Melekleri gördü ve: “Aman Ya Rabbi…” Oldukça berbat hissetti. Böyle hissetmesinin sebepleri var. Çünkü onlar iyi görünümlü şekilde geldiler. Değil mi? Gerçekten çok üzgündü. “Nasıl üstesinden geleceğim şimdi bunun?” Subhanallah!

Sonraki bölüme geçmeden önce sizlerle son bir şey daha paylaşmak istiyorum. Kur’an da kederin en müthiş ifadelerinden biridir. Mizahi olarak, bunu diğer gün öğrencilerim ile kullandım. Öğrencilerimin birçok sınavı var. Onlara birçok zor sınav yaparım. Ve her ne zaman “amam millet, yarın sınavınız var!” desem: “Hayırrr…” “Daha dün bir tane olduk!” “Bakın, size bir şey Anlatayım.. Uhud Savaşında...” “Tamamdır, yine sınava dinî bir gerekçe bulacak” Fakat Uhud Savaşı’nda, Müslümanlar olağanüstü düzeyde acı çektiler. Disiplinsizliğin üzüntüsü vardı. Strateji kaybının ve 70 en önemli Müslüman liderlerin kaybının üzüntüsü vardı. Peygamberin (s.a.) öldüğünü öne süren söylentilerin üzüntüsü vardı. Bilinçsiz bir şekilde yere düşmesinin ve dişini kaybetmenin üzüntüsü vardı. Müslümanların dağa geri çekilmesinin onur kırıcı üzüntüsü vardı. Birbirinin ardınca gelen üzüntüler var Ve hiçbir şey iyiye gidiyor gibi gözükmüyor. Hiçbir şeyin iyiye gidiyormuş gibi gözükmemesi ne tür bir üzüntüydü?

Hiçbir şey iyiye gitmiyor. “Gam…(غم)” Bulutlar dağılmıyordu hani, kötü şeyler olacak demiştik. Allah söyler:  فَأَثَابَكُمْ غُمَّاً بِغَمٍّ “Üstünüze bir bir gam (üzüntü) gönderdim. Gam üstüne gam verdim.” Neden? لكي لا تأسوا على ما فاتكم Çok fazla endişelenmeyi bırakasınız diye. Kaybettiklerin için endişelenmeyi bırakın diye. Üzülmeyin diye. Şimdi keder için başka bir kelime kullanıldı. Değil mi? Geçmişi düşünmek ve pişman olmak. “Adamım.. Kötü bir şeyin olması ileride kötü bir şeyin olacağı anlamına gelir. Bu domino etkisidir.” Allah diyor ki sana bir sürü musibet verdim ki bir sonraki şeyin de kötü olacağını düşünme diye! Neden? Çünkü… Ben bunu şöyle açıklıyorum: Birisinin bir problemi olduğunda, streslenir. Eğer birden fazla problemi varsa daha da bir streslenir. Eğer yüzlerce problemi varsa, sadece: “Hahhaha” “Bir kere çok problemin varsa, problemin yok demektir. Boşver gitsin.” Allah diyor ki seni birçok problem ile sarsıyorum ki problemlerin hakkında endişelenmeyi bırakasın. Kontrol sende değil, Allah da olduğunu fark et diye. Biraz sakin ol. Her şeyi kontrol etmeyi bırak. Subhanallah!

Kimseyi suçlayamayacağınız bazı olaylar sonucu oluşan üzüntüler

Sizlerle paylaşmak istediğim son şey bu idi ve şimdi, bu konuşmanın son bölümüne geldik. O da şu ki… Kişisel olarak, birçok bilgin, mükemmel bilim adamları tarafından özenle hazırlanmış birçok üzüntü tanımı ve ayrımı olmasına rağmen… Ben, üzüntü hissini, genel olarak, 3 kategoriye bölmek ve tanımlamak istiyorum.

  • İlk olarak, yapmış olduğun şeyler sonucunda kendi başına açtığın dertlerin verdiği üzüntü. Bu senin hatan ve bunu biliyorsun. Bu üzüntü, kendi başına açtığın üzüntü.
  • İkinci olarak, başkalarının sende neden olduğu üzüntü. Söyledikleri bir şey veya yaptıkları bir şey. Bir şekilde senin üzerinde etkili olmaları. Ve bu yüzden üzülmene sebep olmaları.
  • Ve üçüncü olarak, bazı olaylar sonucu oluşan üzüntüler. Burada birini bile suçlayamazsın. Bu bir araba kazası olabilir. Bir deprem olabilir. Herhangi bir şey olabilir. Bir hastalık olabilir. Her neyse.. Yani 3 durum söz konusu.

İlk durumda, ilk durumda. Ne idi? Kendin yapmış olduğun şeyler. Yapmış olduğun bir şey seni streslendirdiği zaman. Birçok insanın başına gelebiliyor. Sizlere benim önerim, özenli bir şekilde Musa Aleyhisselam’ın ettiği duayı öğrenin. Ve fark edeceksiniz, ben konuşurken… Konuşmamın konusu, “Üzüntü için Kur’an’ın Şifası” idi. Bir değil, Kur’an’da üzüntü için binlerce şifa vardır. Fakat ben sürekli bir şey ima ediyorum, her çözümden bahsettiğimde ardından ne geliyor? Dua!

Ne zaman bir çözümden konuşsam, ne geliyor? Dua. Âdem Aleyhisselam üzgündü. Ve sonra Allah O’na ne verdi? Allah O’na bir dua verdi. Yakub Aleyhisselam mesela, büyük bir depresyon ve üzüntü içindeydi. Ve dedi ki: “Ben üzüntüm için yalnızca Allah’a dert yanarım.” Yani tüm bu peygamberlerin yaşadıkları, duaya dönüştü. Şimdi, bu dua... Hangi peygamberin? Yanlış yaptığınızda… Musa Aleyhisselam. Eminim ki sizler de oldukça kötü şeyler yapmışsınızdır. Ama eminim bir adama vurup onu öldürmemişsinizdir. Değil mi? Şimdi, Musa Aleyhisselam gerçekten büyük bir hata yaptı. Ve biliyorsunuz, bu hata, tüm hayatını esir alan türden bir hataydı. Biliyorsunuz, masum insanları öldürmüş savaş alanından geri dönen askerler bile en sonunda canlarına kıyabiliyor. Gerçekten. İşledikleri vahşetlerden dolayı psikolojileri bozuluyor. Bu vahşet anlarını üst üste, tekrar tekrar yaşıyorlar. Yanlış bir şey yaptığında, kurbanlardan biri de sen oluyorsun. Sadece suçlu olmuyorsun. Allah içine de bir sıkıntı veriyor. Bedelini ödüyorsun. Fakat Musa Aleyhisselam’ın hatası masum olsa bile o, başkalarının hayatlarına kıymanın suçluluğu içindeydi. Bu kolayca yutulacak cinsten bir durum değil, hayatın boyunca peşini bırakmıyor. Ama Allah O’na güzel bir dua ilham etti: رَبِّ إِنِّي لِمَا أَنزَلْتَ إِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ  Bu aslında hayatını devam ettirmenin anahtarıdır. Eğer bir yanlış yaptıysan ve hayatını nasıl devam ettireceğini bilmiyorsan, Musa Aleyhisselam’ın duasından ders al! “Allah’ım, hiç şüphe yok ki ben, bana gönderdiğin her türlü iyiliğe son derece ihtiyaç duyuyorum. Sırtımı dayayabileceğim hiç kimsem yok. Ben güçlü değilim. Bana gönderdiğin her türlü iyiliği alırım.”

Burada “iyilik” kelimesinin ne anlama geldiğini açıklamama izin verin. ‘İyilik’ kelimesinin burada 2 anlamı vardır. “Ya Allah, beni iyi fırsatlarla karşılaştır, Ya Allah, geçmişte yaptığım hatanın hayatımın geri kalanını kötü etkilemesine izin verme. Sıkıntı üzerine sıkıntı verme. Beni iyi tecrübelerle, iyi fırsatlarla karşılaştır.” Bu arada, bu duadan hemen sonra, diğer ayette, Musa Aleyhisselam iş sahibi oluyor. Bu duayı ediyor, bundan sonraki ayette, işe girdi. Ve evlendi! Ne kadar da müthiş bir şey.

Ve gelecek ayet “ف” ile başlar. “Bu nedenle” anlamına gelir. Bu nedenle, kız geldi, babasını aradı, ona hikâyeyi anlattı. Ve şöyle dedi: “Ondan hoşlandım. İşe alabilirsin.” Ve her şey halledildi. Tüm bunlar, Musa Aleyhisselam’ın ettiği dua sonucunda oldu. Kasas Suresi’nde geçen bu “fe” harfinden, duaların hayatımız üzerinde ciddi bir etkiye sahip olduğunu öğreniyoruz. “Nereden iş bulacağım? Evsizim. Kanun kaçağıyım. Mısır’dan kaçtım. Nerede olduğumu dahi bilmiyorum. Sadece bir su birikintisinin yanında oturuyorum. Ayakkabılarım yırtık. Kıyafetlerim hırpalanmış. Bir ağacın altında oturuyorum, belki de bu ağaç da birisine aittir o yüzden beni buradan kovar.” Ve sonra: “Ya Allah, bana iyilik gönder…” BOOM!!! İşe gir. Bir kız ile tanış. Taşın. 8 senelik vize. Hazır! Her şey. Tamamdır! Gerçekten, ayetlerde geçiyor, Medyen’de çalışmak için 8 senelik izin aldı. Bilirsiniz, ev sahibi oldu, her şey ödendi, ayarlandı. Bu çok iyi! Ya bir iş görüşmesi? Bu bir dipnot. Fakat iş görüşmesini düşünün: Kızın babasına gidiyor ve şöyle diyor: “Birisini öldürdüm. Oradan kaçıyorum. Şu anda evsizim.” Ve 2 dakika sonra kızın babası diyor ki: “Kızımla evlenmelisin ve burada yaşamalısın.” Bu, her şeyi Allah’ın yaptığının kanıtıdır. Olmasını dilemene bile gerek kalmaz. Fakat her şeye rağmen “Hayr”ın bir anlamı; “Hayatıma güzel şeyler ver.” Fakat diğer bir anlamı ise bizim bugün burada konuştuğumuz konu ile çok alakalı. Eğer geçmişte bir hata yaptıysan. Eğer geçmişte büyük bir hata yaptıysan. Sonra hayatını devam ettirmenin tek yolu, umutsuz olmak. Sevap işlemek için umutsuz olmak. O, Allah’tan talep ediyor: “Allah’ım, iyi işler yapmak için bana verdiğin her türlü fırsatı değerlendireceğim. Ben batmış durumdayım. Nasıl iflas etmiş birisi paraların üzerine atlarsa, bende iyi işlerin üzerine atlayacağım. Birisine yardım etmek. İyi işler yapmak. Allah’ım, bana sadece bir şans ver. Bunları yapacağım! Birisini incittiysem eğer, hayatımın geri kalanını insanlara yardıma adayacağım!” Hayvanlarını beslemek için gelen birkaç kıza yardım ettikten hemen sonra bu duayı yaptı. Sonra oturdu ve dedi ki: “Allah’ım eğer yardıma ihtiyacınız varsa, ben buradayım. Eğer herhangi bir şey için bir gönüllüye ihtiyacınız varsa ben buradayım. Çünkü geçmişimde ne yaptığımı biliyorum. Ve bildiğim tek şey, sevap işlemem için senin bana verdiğin fırsatlar, benim için bir lütuf.”

Eğer geçmişte bir şeyleri mahvettiysen telafi etmen için tek yol, iyi işler yapmak ve Kasas Suresi’ndeki ders: iyi şeyler sadece çok namaz kılmak veya çok dua etmek değil. Bu zaman standart olan. Bunu zaten yapman gerekiyor. İnsanlara yardım et! İnsanlar için iyi şeyler yap. İlişkileri onar. Hastayı ziyaret et. Ailen ile ilgilen. Büyüklerini ziyaret et. Nefret ettiğin kuzeninle konuş. Ona hediye gönder. Bu tür şeyler. İhtiyacın olan şey bu. Çünkü o, kızlar için iyilik yaptı. İbadet edip de ardından “Allah’ım, beni affet.” demedi. Aslında, O, kızlara yardım etti ve onlara yardım etmeyi bir iyileşme, hayatını sürdürebilme yolu olarak gördü. Bu hata yaptığı zaman.

Şimdi, sizlere üzüntüyü 3’e böldüğümüzden bahsetmiştim. Bunlardan biri, senin kendine verdiğin üzüntü. Diğeri neydi? Başkalarının sana verdiği üzüntü! Biliyorsunuz, en büyük örnek, Musa Aleyhisselam, Kur’an da gerçekten bir kahramandır. Demek istediğim, Çünkü Musa Aleyhisselam’ı çok seviyorum sırf bu yüzden Haham bir arkadaşım var. Gerçekten, Dallas’da haham bir arkadaşım var. Musa Aleyhisselam ile ilgili konuşmak için onunla takılıyorum. Yani Allah, Yahudilerden Kur’an’da çokça bahsediyor. Ve onları dinlediğim zaman, belli bir bilgi birikimleri olduğunu fark ettim. Ben de ne tür bilgi birikimlerine sahip olduklarını merak ediyorum. Yani ona “Musa Aleyhisselam hakkında bildiklerin nedir? Nasıl bilirsin?” dedim. Gerçekten çok ilginç bir muhabbetimiz oldu. Güzel birkaç şey. Tabi çoğu zaman aynı fikirde olmuyoruz. Bilin diye söylüyorum. Elbette aynı fikirde değiliz. İlk konuşmamız şuydu; ben “Musa Aleyhisselam’a vahiy nasıl geldi?” diye sordum. “Biliyorsun, koyun sürüsü güdüyordu ve sonra dağda ateş gördü.” dedi. “Ya! Peki yalnız mıydı?” dedim. “Evet” dedi, ben de “A-aa! Ailesiyle birlikteydi: قَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا . Eğer ailesi olarak, koyunları düşünüyorsan... Hayır. Bir ailesi vardı.

Fakat her neyse, Musa Aleyhisselam’a dönecek olursak. Başkaları sana acı verdiğinde. O’nun kavmi, O’nda çok fazla acıya sebep oldu. Çok fazla acı… Ve O’nu dinlemek isteyen tek bir kişi vardı. O da kardeşiydi. Gerçekten O’nun sahip olduğu her şey bu! Ve Allah’a döner ve der ki: قَالَ رَبِّ إِنِّي لا أَمْلِكُ إِلاَّ نَفْسِي وَأَخِي . “Kimseye sözüm geçmiyor. Kardeşim ve kendim dışında. Ben ve kardeşim, kontrol edebildiklerimin hepsi bu.” فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ. “Ya Allah, diğer insanları benden ayırabilir misin? Artık onlarla baş edemiyorum.” Bu ailen için değil. Allah’a, “Ya Allah, Kayınvalidem… Lütfen onu başka bir şehre gönder.” diye dua etme! “Ya Allah, eğer onu Atlanta’ya gönderirsen, lütfen, bu bizim için iyi olacak.” Hayır, hayır, hayır! Bu diğer insanlarla alakalı, ailen ile ilgili değil. Aileden kaçış yok. Peygamberler de aileden ayrılamazlar. Allah’tan emir gelene kadar. Nuh Aleyhisselam ailesine bağlıydı, Allah, O’na “Ayrıl” diyene kadar. İbrahim Aleyhisselam, babası için dua etmeye devam ediyordu, Allah, “Dur” diyene kadar. Bir anne bana gelip şöyle dedi: “Benim oğlum, bir hayal kırıklığı. Çocuklarımdan biri, Kur’an’ı ezberledi. Şunları, şunları yaptı. Diğeri ise içer, kulübe gider ve artık oğlum olarak düşünmüyorum. O, benim oğlum değil.” Biliyorsunuz, İbrahim Aleyhisselam babasını terk etti. Ve Nuh Aleyhisselam, Allah ona, o artık senin oğlun değil, dedi. Allah sana mı o artık senin oğlun değil dedi Nuh Aleyhisselam’a mı? Ve sonra, Nuh Aleyhisselam’ın fetvasını kendine uygulamak için kaç yüzyıl sene yaşadın? Dikkat et bayan! O hala senin oğlun. Ne zaman istersen, ona istediğini de fakat o hala senin oğlun! Aile bağlarını kopartamazsın. Fakat, aileden olmayanlardan, sana çok üzüntü verenlerden kurtulmak için Allah’a dua edebilirsin. Sana üzüntü veren kimse, senin patronun olabilir. “Ya Allah, bu kadar acı çekmeyeceğim bir iş nasip et bana.” Bu olabilir! Eğer Musa Aleyhisselam’ın bunu isteme hakkı olmazsa, senin de bunu isteme hakkın olmaz. Bu olabilir. Seninle anlaşamayan insanlar olabilir. Sana acı veriyorlardır. Ve bu tür insanlardan uzaklaşmak için Allah’a dua edersin. Onlardan uzaklaşırsın. Bunda hiç sorun yok. Ama aile söz konusu olunca “Ya Allah, beni onlardan uzaklaştır.” şeklinde değil. “Ya Allah, ilişkilerimizi iyileştir.” şeklinde olur. رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا . “Allah’ım, eşlerimizden ve çocuklarımızdan bize göz aydınlığı olanı bağışla.” Göz aydınlığı… Ve, ‘قرة’, Arapçada sabit, hareketsiz anlamına gelir. Onlardan gözlerimi ayıramam. Onları o kadar çok seviyorum ki onlardan başka yere bakmak istemiyorum. Onları o kadar çok seviyorum ki telefonu kapatmak istemiyorum. Annen aradığında, “Anne, kapamalıyım!” Telefonu kapatmasını bekleyemiyorsun. “Tamam, tamam bitti mi? Sana sonra dönebilir miyim, diğer hattayım? -Gerçekte değilim ama- diğer hattayım.” Durum buysa, “göz aydınlığı” henüz yok demektir. Normalde onları görmeyi bekleyemezsin. Ama burada durum bu değil. Bu aile için yaptığımız dua, aramızdaki gerilimlerin yok olması için.

Son travma türü neydi? Son üzüntü türü? Sebebi neydi? Ah… Birçok insana göre, eğer travma bir duruma, hastalık, sevdiğin birinin ölümü gibi kontrol edemeyeceğin şeylere bağlıysa, ne yaparlar biliyor musunuz? “Esef (أسف)” duyarlar. Öfkeye dönüşen büyük bir üzüntü duyarlar ve genellikle bu öfke Allah’a yöneliktir. Böyle bir durumda, zayıf imanlı kişiler, duruma bakıp öfkelerini Allah’a yöneltirler. “Niçin Allah bunun olmasına izin verdi? Niye Allah bana bunu yapıyor? Daha iyisini hak ediyorum.” derler. “Kendine nasıl Merhametli, Seven ve Koruyan diyebilir bana bunları yaparken?” Bu çok yaygın görünen bir olay günümüzde. Bu üçüncü tip mutsuzluk. İnsanlar acı çekiyor ve Allah’ı suçluyorlar. Kötü deneyimler yaşıyorlar ve sonra Allah’ı suçluyorlar. Bunu yapabilecek insanlar Allah’ın kim olduğunu bilmeyen insanlar sadece… Allah’la uzak bir ilişkiniz var, O’nun hakkında birçok varsayımda bulunuyorsunuz. Sadece Allah’la olan değil genel olarak ilişkilerle ilgili olarak şunu öğrendim. Her gün konuştuğunuz bir arkadaşınız varsa, aynı görüştesinizdir. Onlarla 3,4,5 ay konuşmazsanız, nasıl düşündükleri hakkında varsayımlarda bulunmaya başlarsınız ya da sizin hakkınızda ne düşündükleriyle ilgili. Böyle olur. Uzak mesafeli bir ilişkiniz varsa, çok yanlış anlaşılma yaşarsınız. Arada sırada sizi arasalar da dediklerini yanlış yorumlarsınız. Neden? Çünkü sürekli bir irtibatta değilsiniz. Biriyle sürekli konuşmuyorsanız, hep daha çok yanlış anlaşılma olur. Allah’la sürekli bir iletişim halinde olmadığımızda, Allah’la ilgili gerçekten ama gerçekten tuhaf düşünceler oluşturmaya başlarız. Allah’ın bizim için ne ifade ettiği, bizimle ne kadar ilgilendiği ile ilgili gerçekten zayıf fikirler. Ve sonra Allah’ın dediğini gerçekleştirmiş oluruz. Bir Hadis-i Kudside أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي “Ben kulumun Benim hakkımda yaptığı zannına göreyim.” Benim umursamadığım zannına sahipse bunu gerçekleştiririm. Sevdiğimi varsayıyorsa, öyle yaparım; rızıklandırdığımı varsayıyorsa, rızıklandırırım. Allah’a karşı bir tavır takınıyorsunuz ve Allah onun misli ile karşılık veriyor. Bu yüzden Allah hakkında olumsuz bir düşünceye sahipseniz, hayatınız daha kötü hale gelir ve bunu kendine sen ettin. Çünkü Allah buyuruyor: Bana karşı olan tutumunuza göre size veririm. Size göre nasıl olduğumu tutumunuz belirler. Allah’ın bana karşı tutumu bana bağlı, hadisin va’dettiğine göre…

Reçeteler

Şimdi de son olarak reçetelerin kendileri… Farklı üzüntü türlerinden bahsettim ve şimdi de son kısım, söz veriyorum, son kısımdayım. Bu kısma Allah’ın en güzel isimlerinden biriyle başlamak istiyorum: Rahman (الرحمن)… Rahman (الرحمن) Arapça “rahme’ (رحمة)” kelimesinden gelir, genelde acıma/merhamet diye tercüme edilir. Ben bu çeviriye pek de çok katılmıyorum. Birçok yönden problemli. Problemli olduğu yönlerden biri, acıma/merhamet, canın bağışlandığı zaman kullanılır. Mesela “Asker ona acıdı/merhamet etti.” Bu ne demek? Yani onu öldürmediler. Elim sende oyunu oynarken ya da hiç “merhamet” oyunu oynadınız mı? Biri “merhamet” deyince ne demek olur? Beni bağışla / bana kıyma! Güreşçi adamı havada tutarken, adam aşağı bakar ve güreşçinin başına vurarak der ki “Hey bana acı/merhamet et!” Ne istiyor? Bağışlanmayı… Acıma/merhamet kötü bir şey olmak üzereyken sonradan olmadığında, bu bağlamda kullanılır. “Bana acıdığın için teşekkürler.” Birine kıymama… Bu yüzden Allah’ı Türkçede acıyan/merhamet eden olarak düşündüğümüzde, bu çağrışımı yapamayız. “Kötü şeyler olacak, Allah da bizi cezalandırmamaya karar verdi” şeklinde düşünemeyiz. Hayır! Aslında Arapçada “rahme (رحمة)” kelimesi, “rahm (رحم)” kökünden gelir. Rahm hamile olduğunda “annenin karnı” anlamına gelir. Ana rahmi. Ve bir hadiste, “rahm” aslında ‘rahme’ ile bağlantılıdır. Allah buyuyor ki “Rahme”nin ne olduğunu en iyi anlamanızın yolu, ana rahminin ne olduğunu düşünmenizden geçiyor. Bu size “Rahme”nin ne olduğuna dair bir fikir verir ve sonra belki Rahman’ın kim olduğunu anlayabilirsiniz. “Bismillah er-Rahman er-Rahim”deki “Rahman” diye dua ettiğimizin kim olduğunu! Ana rahmi, hepimiz varlığımızın bir noktasında oradaydık. Yiyecek, barınma, giysi gibi şeyler için endişelenmek zorunda kaldık mı yoksa bütün ihtiyaçlarımız giderildi mi? Eğer bir sorun varsa, kim bu sorunla ilgilendi? Anne ilgilendi… Bu rahim bizim dünyamızdı. İlgi ve sevgiyle sarmalanmıştık. Bizi taşıyana da kahırdan başka bir şey sunmadık. Anne bu çocuğundan dolayı acı çekti. Bu çocuğu doğururken neredeyse ölüyordu. İnsan varoluşunda buna benzer başka bir senaryo yok, sizi neredeyse öldürecek olan biri bütün sevginizi elde etsin. En azından bebeğe kızıyor olmanız lazım. “Bu beni neredeyse öldürüyordu.” “Senin için ne kadar kan akıttığımı biliyor musun?” En azından çocuğa kız. Ama anne onu görür ve ne der? “Ah bebeğim, buna değerdi.” Bu bebek, annenin karnındayken bile geriniyor, annenin kaburgalarını çekiştiriyor, tekme atıyor. Bir sürü şey. Annenin kusmasına neden oluyor, her şeyin tadı kâğıt gibi, lavaboya kolaylıkla gidemiyor, uyuyamıyor. Bu tarafa yatsa sırt ağrıyor, diğer tarafa yatsa kaburgalar ağrıyor. Sürekli bir acı içinde. Ve hala çocuk için sahip olduğu tek şey, sevgi… Aslında “rahme”nin temel anlamlarından biri, seni ilgisiyle sarmalayan kişi. Nedeni ne? Hangi duygudan dolayı? Hangi his? Sevgiden dolayı seni ilgisiyle sarmalayan biri ve bunu kimse Allah’tan çok yapmaz. O, bizi ilgisiyle sarmalar, sevgisinden dolayı.

Rahman budur. O halde, eğer O’nun kim olduğunu bilsen, Allah hakkında belli bir şekilde konuşuyor olmazdın. Allah hakkında böyle konuşuyor olmazdın. Çünkü yaratılmışları Allah’la kıyaslayamazsın. Karnındayken annenin senin için yaptıklarıyla, Allah’ın sürekli senin için yaptıkları kıyaslanamaz bile. İkisini karşılaştıramazsın bile. Allah bize karşı böyledir. Rahman. İşte bu Kur’an’daki ilk reçete. Allah’ın isimleri ve onlardan biri, Rahman. Sürekli niyaz ettiğimiz, sürekli dua ettiğimiz.

Sizlerle paylaşmak istediğim ikinci örnek, vallahi, konuyla ilgili tüm Kur’an’daki en güçlü örneklerden biri. Musa (a.s.) o insanların Mısır’dan kaçmalarına yardım etti. Bunu biliyorsunuz, değil mi? Musa (a.s.) Allah’ın izniyle halkının Mısır’dan kaçmasına yardım etti. Bu insanlar baya bir zamandır köle durumundaydılar. Kölelik mutlu bir dönem mi yoksa acı bir dönem mi? Acı bir dönem. Bu acıya eklenen şey ise suyun karşısına yürüyerek geçen insanlar, gözleri önünde katledilen bebeklerinin canlı hatıralarına sahipler. Kendi bebeklerinin… Kendi çocukları sadece ölmüyor, öldürülüyor. Bu kolaylıkla yok olabilecek bir anı mı? Hayır! Firavunun pençesinden kaçmış olsalar da bu insanlar tarif edilemez şekilde acı bir hayat yaşadılar. Sadece bir evladı yitirme değil. Binlerce evladı yitirme. Anne babalarının gözleri önünde… Merhametsiz askerlerin elinden. Bu Mısır’daki bir politikaydı. Mısır’dan kaçan acı dolu anne baba topluluğu var. Acı dolu anne baba topluluğu. Ve Musa (a.s.) onların kaçmasına yardım etti. Şimdi diğer taraftalar. Mutsuzluk yok oldu mu? Hayır! Musa (a.s.) onlara bir hutbe verecek. Sanırsın ki bu hutbe, onlara sabırlı olmalarını anlatacak. Çünkü biri mutsuz olduğunda, genelde onlara ne deriz? “Sabırlı ol!” Kimse sana söylemez nasıl! Herkes “Sabırlı ol!” der. Sabır bir hedeftir. Sabır için bir “nasıl” yoktur. Oraya varırsın. “Sabırlı ol!” denince sadece “tamam, hmmm sabırlıyım, oldu” diyemezsin. Bunu yapamazsın. Seni sabra götürecek belli başka şeyleri yapman gerekir. Sabır sadece öylesine yapabileceğin bir şey değil. Sabır kazanılan bir güç. İçimizde doğuştan bulunan bir şey değil. Geliştirilmesi, yapılandırılması gerek. O halde bu hutbedeki soru, bana göre, Allah bize sabrı geliştirmenin anahtarını veriyor. Gerçekten de onlar bir çölün ortasındalar. Yiyecek stokları yok ve yaşadıkları korkunç geçmişin travmaları ve üzüntüleri var. Allah, Musa’nın (a.s.) ağzından onlara dedi ki bu hutbeyi dinleyin:

وَقَالَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım.” Rabbiniz buyurdu ki eğer şükrederseniz, azıcık bile olsa, O kesinlikle ama kesinlikle temin eder. Buyurdu ki: “Ben kesinlikle ama kesinlikle sizi temin ederim ki nimetimi artırırım, size daha çok çok veririm.” Hangi konuyu gündeme getirdi? Yapman gereken ne? Sabırlı olmak mı? Hayır. Ne? Şükretmek! Perişanlıktan başka bir şey yaşamamış insanlara nasıl diyorsun? Perişanlıktan başka bir şey yaşamamışlar ve sen minbere çıkıyorsun ve ne diyorsun? Şükretmelisiniz! Bu mutsuzluğun anahtar reçetesidir. Düşünce değişikliği… Sabır hakkında düşünmek yerine, çünkü sabır demek yaşadığın sorunu düşünmek ve şu an ona sabır gösteriyor olmak demek. Allah’ın elçisi, Musa (a.s.) bütün insanların düşünce yapılarını değiştirdi. Dedi ki: “Hayatınızda meydana gelen acı şeyleri düşünmeyin. Hayatınızda olan iyi şeylere odaklanmanız gerek.” Ve hayatınızdaki iyi şeylere odaklandığınızda, kimi takdir edersiniz? Allah’ı ve bu da sizin şükretmenizi sağlar. Şükrettiğinizde de ne kolaylaşır? Sabır kolaylaşır.

Şükür olmadığı zaman, sabır imkansızdır. Alimlerimiz sabır ve şükre neden bir kuşun iki kanadı der? Bir kuş tek bir kanatla uçamaz. Neden böyle derler? Bir sebebi var. Çünkü şükür olmadan bu insanlar hayatlarına devam edemezler. Ve ne kadar güzel bir şey ki Allah ayette buyuyor: “Eğer şükrederseniz, yemin olsun ki size (nimetimi) artırırım.” لَأَزِيدَنَّكُمْ Fiilin en güçlü hali kullanılmış. Allah normalde Kur’an’da “ben”i kullanmaz. “Biz”den daha da nadir bir yapı. En nadir olanı. Ama onlara diyor ki çok az bir şükür bile gösterebilirseniz (geçmiş zaman kullanılmış), “eğer şükrederseniz”, bunu bile yapsanız, size garanti veriyorum: Yeniden ve yeniden, yeniden ve yeniden, yeniden ve yeniden size artırırım. Şöyle bir soru gündeme geliyor. Birine “Hey ben sana artırmak istiyorum” dediğinizde, bu size hiç anlamlı geliyor mu? “Ne demek istiyorsun? Beni ağırlık konusunda mı artırmak istiyorsun? Bilgi? Bilgelik? Sabır? Suç? Neyimi artırmak istiyorsun? Para?” Allah ayette buyuyor; Musa’nın (a.s.) bu hutbesi aracılığıyla diyor ki: “Eğer şükrederseniz, çok az bile olsa Ben kesinlikle hepinize artırırım.” Cevaplamadığı soru “Hangi konuda?” زاد يزيد Bu fiilin bir ayırıma ihtiyacı var. Mesela diyoruz ki رَبِّ زِدْنِي Rabbim artır… Neyi? عِلْمًا ilmimi… İlmimi, bilgimi. Beni ilimde artır. Bu ayette Allah “size artıracağım” sözünü veriyor. Hangi konuda olduğunu söylemiyor. Neden? Çünkü her birinizin başka bir konuda artışa ihtiyacı var. Yani “ihtiyacın olan her neyse, artıracağım.” Size artırmayı sınırlandırmayacağım. Bazılarınıza çocuklar konusunda nimetimi artıracağım, bazılarınıza sabır konusunda… Bazılarınıza güçte, bilgide, rızıkta, mutlulukta, neyin artmasına ihtiyacınız varsa onu artıracağım. Çünkü mutsuzluk bir şeylerin azalmasıdır değil mi? Bir şeyler eksiktir. “Ben onu artıracağım, onu dolduracağım sizin için. Siz sadece şükretmelisiniz.”

“Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”

“Eğer nankörlük ederseniz…” Allah cevap vermiyor. Arapçadaki şart cümleleri… Türkçedeki “Eğer – O zaman” ifadelerini bilirsiniz. Eğer şöyle yaparsan, o zaman böyle olur. “Eğer şükrederseniz, o zaman size artırırım.” Değil mi? “Ama nankörlük ederseniz…” Allah “o zaman/o halde” demiyor. Bu Allah’ın merhametini gösteriyor. “Eğer nankörlük ederseniz, nokta nokta nokta.” İçini doldurmadı. Bu O’nun merhameti. Eğer başka bir şeye şükredemiyorsan, bunun içini doldurmamasına şükret!

Yeni bir cümleye başladı: “Hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” Arapçada oraya “fe” getirmedi. Getirseydi, cezalandırılacağın anlamına gelirdi. Allah oraya “fe” koymadı. Kur’an’daki her harf, vallahi, her harf, inanılmaz.

Son reçete: Bunun hepsi aynı notun içerisinde. Mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağım. Peygamberimizin (s.a.) hayatındaki duygusal olarak en travmatik yaşantılardan birinin sevgili oğlunu kaybetmesi olduğunu size söylemiştim. Bu olayın üzüntüsüne eklenen şey ise, hiç şüphesiz, Ebu Leheb ve onun karısı, bunların hepsinin meydana gelmesi. Ve iki sure nazil oldu. Çoğunuzun büyük ihtimalle aşina olduğu, Leheb Suresi. Ama ilginç bir şekilde ve daha da önemlisi, Kevser Suresi… Kevser Suresi nazil oldu. Ve Kevser Suresi Peygamberin (s.a.) kaybettiği şeye değinmez bile. Ve hepimiz Peygamberin (s.a.) ne kaybettiğini biliriz. Bunu düşünmeden durmak zordur. Zordur. Ve Allah buyurur ki: إِنّا أَعطَيناكَ الكَوثَرَ “Şüphesiz Biz Sana Kevser’i verdik.” Sana Kevser’i verdik. Burada sen kaybettiğin şeyi düşünüyorsun ve Allah senin düşüncelerini tamamen değiştirerek Allah’ın sana verdiği şeyi düşünmeni sağlıyor. Bu, mutsuzluğun en önemli reçetesi. Kendi kendine düşünüyorsun “Allah bana çok şey verdi.” Allah, elçisine diyor ki en zor zamanda, sana en büyük bolluğu verdim. Daha fazla ne isteyebilirsin? Kevser, bundan daha fazla abartı (مبالغة) bulamazsın. Kevser, Arapçadaki en nadir yapılardan biri. Kevser… Bundan daha fazlasına sahip olamazsın. Bazıları, onun Kur’an olduğunu söylüyor. “Sana Kur’an’ı verdim. Neden mutsuzsun? Eğer Benim kitabıma, Benim kelamıma sahipsen, hayatta neyin eksik olabilir?” Peygambere (s.a.) böyle söyleniyor. Kur’an’ın kendisi mutsuzluğun reçetesidir. Allah seninle ve benimle konuştuğu zaman, bu mutsuzluğun reçetesidir. Daha fazla ne isteyebiliriz? Ve bu arada, şükrettiğiniz zaman, şükrü gösteren nedir? Şükrü gösteren namazdır. “O halde Rabbin için namaz kıl.” Kutlamayı gösteren nedir? Bir hayvan kurban etmek. Kutlama. وَانحَر “Kurban kes!”  Düşmanın için endişelenme bile. “Muhakkak ki sonu kesik olan sana buğzedendir.” Düşmanınla ben ilgileneceğim. Sen sadece namaz kılmakla ilgilen ve sana verdiğim iyi şeylere odaklan. Sadece bunları düşün ve mutsuzluğun yok olacak. Müslümanların Kur’an’dan bu reçeteleri öğrenmeleri gerekecek. Bunlar size gelmeyecek…. Ben bunun hakkında konuşabilirim ama bu sizinle kalmayacak. Sizinle kalacak olan, sizin Kur’an’la olan ilişkiniz. Allah sizin mutsuzluğunuzu Kur’an’la yok ettiğinde… Siz kişisel olarak bu Kelamla, Allah’ın kelamıyla, duygusal bir bağlılığa sahip olduğunuzda, bu size olduğu zaman, mutsuzlukla boğuşuyor olmayacaksınız. Mutsuzluk gelecek ve Allah onu yok edecek. Yine gelecek ve Allah yine onu yok edecek. Yine gelecek ve Allah yine yok edecek Allah, Peygambere (s.a.) “Biz Sana Kevser’i verdik.” dediğinde, Peygamber (s.a.) bir daha hiç mutsuzluk yaşamadı değil. Yaşadı. Ama Allah onu yok etmeye devam etti. Ve yok etmeye ve yine yok etmeye. O yüzden Kur’an’ın kendisi bir reçetedir. Eğer Kur’an’la uzak bir ilişkiniz varsa, bilmiyorum, belki ilaç falan alın. Allah’a inanmayan insanları deneyin. Yeis insanları, umutsuzluk insanları… Hiç umudu olmayan insanlar. Bu insanlar her yola başvurabilir. Mutsuzluklarından kurtulmak için istedikleri her yola… Mutsuzluktan kurtulmak için şimdilerde ne yapıyorlar biliyor musunuz? Bilgisayar oyunu oynuyorlar. Yaptıkları bu! Uyuşturucu alıyorlar. Ot içiyorlar. Halüsinojenler kullanıyorlar. İçki içiyorlar. Bütün gece beyin uyuşturan müzikler dinleyebilsinler diye kulüplere gidiyorlar. Böylece hayatlarının aslında ne kadar acınası olduğunu düşünmek zorunda kalmıyorlar. Ertesi gün hep kusmak zorunda olmalarına rağmen fark etmiyor. Çünkü en azından şu an mutsuzluklarıyla uğraşmak zorunda değiller. Mutsuzlukları onları yiyip bitiriyor. Allah bu Kitapta bize bütün mutsuzluk türleri için bir çözüm verdi. Ben diyorum ki dünya Kur’an’ın sunduğu iyimserlikten faydalanabilir. Gerçekten sunuyor. Ama biz onu sergileyene dek dünya onu görmeyecek. Eğer Kur’an insanları hep kaşlarını çatıyorsa, neden herhangi biri Kur’an’a merak duysun?

Hakikaten New York’ta uzun süre yaşadım. Burada liseye gittim. Buradan 4-5 sene önce ayrıldım. Müslümanların normal şekilde gülümsemesi diye bir şeyin olduğunu bilmiyordum. Buradan ayrıldığım zaman bu benim için yeni bir deneyimdi. Kaide bu değildi. Arkadaşlar, sorun ne? Şehirdeki herkes çok mutsuz ve bunun için birçok sebepleri de var. Havadaki dumanlı sis, metrodaki itiş kakış, herkesin yolunuzu kesmeye çalışması, insanlar, park sayacı ve her neyse. Hepinizin üzgün olmak için sebepleri var. Olabilir. Ama siz Müslümansınız. Sadece Müslüman olduğunuz için hayatlarınızda bir mutluluk, bir neşe sergilemeniz gerekir. İnsanlar şöyle olmalı: “Neden mutlusun?” “Biliyorsun, la ilahe illallah, bütün problemlerimle baş ediyor, sorunlarımla ilgileniyor.” Sergilemeniz gereken bu. Size üzgün olmamanız gerektiğini söylerken kendim üzgün gibi görünmek istemiyorum çünkü bu amaca ters düşer. Ama mutlu olun. Mutlu olmak için çok sebebimiz var. Allah’a şükretmek için çok fazla nedenimiz var. Olağanüstü bir zamanda yaşıyoruz. Dünyada büyük bir İslâmi rönesansın eşiğindeyiz. Ve bizim sürücü koltuğunda olma fırsatımız var. Kuzey Amerika’daki Müslüman gençliğin dünya genelindeki bir İslâmi rönesansın sürücü koltuğunda olma fırsatı var. Kültürel, entellektüel, ahlaki rönesans. Biz en aşağıdayız. Daha aşağı gidemezsiniz. O halde bakılacak tek yol, neresi? Bakılacak tek yol yukarısı. Yukarı bakmak. Burada çok potansiyel var. Söyledim arkadaşlar, bütün ülkeyi geziyorum. Sizin New York’ta sahip olduğunuz emsalsiz şey ne biliyor musunuz? Sizde olan ve diğerlerinde olmayan? Güç ve sayı… Burada daha fazla genç Müslüman var, bazı sebeplerle, dindar olan ya da dini açıdan hevesli. Benzeri ülkenin başka yerinde görülmüyor. Benzeri yok.

Arkadaşlar sizin sorunlarınız var. Olmadığını söylemiyorum. Sizin meseleleriniz var. Buradan ayrılmamın bir sebebi var. Ama aynı zamanda olağanüstü bir potansiyeliniz var. Çok fazla öğrenci üniversiteye gidiyor, dinlerini öğrenmeye çalışıyor ve dünyaya İslâm’ı sunmaya çalışıyor. Siz arkadaşlar büyük bir rönesansın dümen takımındasınız. Öylesiniz. Sadece büyük düşünmeniz gerek. Ve iyimser olmanız gerek. Minnettar olmanız lazım, Allah sizi bu pozisyona yerleştirdi. Bununla ne yapacaksınız? Gerçekten! Bununla ne yapacaksınız inşallahu Teala? Allah bizi mutsuzlukla boğuşan insanlardan etmesin. Allah hepimizi Kitabındaki mutsuzluk reçeteleriyle iyileşenlerden etsin. Allah namazlarımızı, dualarımızı, okuduğumuz Kur’an’ı, öğrenmemizi, birbirimizle olan kardeşliğimizi, birbirimize samimi nasihatlerimizi kalplerin onarılmasına, kırık kalplerin iyileşmesine bir vesile kılsın. Allah mescidlerimizi, cemaatlerimizi ve Müslüman Öğrenci Derneklerimizi, kardeşliğin, hoşgörünün, anlayışın ve birbirine karşı iyi duyguların teşvik edildiği yerler eylesin. Kıskançlığın, kötü duyguların, öfkenin, şüphenin ve kinin yok edildiği yerler eylesin. Ve Allah bizi dünyadaki herkese örnek olan insanlar kılsın. Ve işte İslâm hayatı böyle güzelleştiriyor. Müslümanları güzel yapan da bu…

HABERE YORUM KAT

3 Yorum