1. YAZARLAR

  2. Bejan Matur

  3. Devlete inanmak
Bejan Matur

Bejan Matur

Yazarın Tüm Yazıları >

Devlete inanmak

24 Haziran 2008 Salı 04:20A+A-

Turgut Uyar'ın Yokuş Yola şiirini ne zaman okusam aklıma, hüznü, zamansızlığı, beklemeyi bir kader gibi yaşayan insanlarıyla Güneydoğu gelir. Sahip olduğu ve olmadığı her şey için ağır bedeller ödeyen insanıyla Güneydoğu.

Muş-Tatvan yolunda devlete inanmanın elbette bir bedeli var. Hep vardı. Acılar yaşanırken de vardı bu bedel, sevinçler o kaskatı dünyayı aralayıp insana ulaşırken de... Bu sadece orada yaşayan ve dili, şarkıları başka türlü olanların kaderi de değil. Orada hasbelkader bulunan, oradan geçmekte olan, oraya devlet adına gönderilmiş olanlar da bu kaderden nasibini alır, almıştır muhakkak.

Ara sıra ekranlara yansıyan uzak köy okullarında büyük bir adanmışlıkla görev yapan öğretmenlerden, hasret ve korkuyla kışlada bekleyen askerlere, dağ kovuklarına sıkışmış küçük kasaba kaymakamlarından, içlerinde ömür boyu yatacak mahkumlar barındıran cezaevi savcılarına kadar herkeste o duran zaman, her birinde o cıvadan ağırlık, ümitsizlik. Adına söz aldığı ali devlet karşısında kendini hep bir yetersiz görme, devlete asla ulaşamayacak olmanın, merkezden hep uzak kalmanın yarattığı ezilmişlik duygusu. Kafka'nın Gregor Samsa'sı gibi karanlık değil belki ama en az o kadar çıkışsız. Ne yapsa yüksek insanlık idealine yaraşır bir yerde duramayacak. Çünkü onun insan idealinin yanı başında kaybolmuş bir gerçeklik halkası var. Bir yerinde tarihin, eksilmiş insan. Bir yeri tarihin, çıkarılmış lügattan. Ve o yer, o coğrafyada söz alan, o coğrafyada insanı unutmamak gailesiyle çırpınan herkesin önünde büyük bir duvar. İnsanın macerasında o çatlak büyük bir kırılma çünkü. Hepimizin hayatına gölge eden, bizi her daim bir çıkışsız, eşikte bırakan o büyük yarılma şimdilerde başkalarını yokluyor.

Midyat'tan haber var. Nezir bir mektup daha yollamış, 'Dil Hapishanesi' yazınızı henüz okumadım ama haberdar oldum' diyor. Cezaevi savcısının ve müdürünün yazıdan ne kadar etkilendiklerini ve yaşanan durumdan üzüntü duyduklarını samimiyetle aktarmış. 'Sorun buradaki yöneticilerde değil' diyor. 'Sorun sistem!' diyerek müebbet hapis yatan birinden pek de beklenmeyecek bir hayat sevinciyle o bilinen jargonla dalga geçiyor. Uzun uzun cezaevlerindeki Kürtçe yasaklarıyla ilgili bilgiler veriyor. 'Yazışmalarda Türkçe dışında herhangi bir dil kullanılamaz' maddesinden söz ediyor. Başka bir dil kullanılması durumunda, mahkumun sayfa başına 60 YTL tercüme ücreti ödemesi gerekiyormuş. 'Bilinçli olsun olmasın bu madde sadece Kürtçeyi değil, Arapça ve Süryaniceyi de kısıtlıyor cezaevlerinde' diyor. Türkçede yazılmış bir şiirin, Kürtçeye çevrildikten sonra, yeniden Türkçeye çevrilmesini bir mahkumdan istemenin altında nasıl bir mantık var ben bilmiyorum. Ama bütün bu mantıksızlığın altında yatan gizli bir mantığın neye hizmet ettiğini tahmin etmek zor değil. 'Cezaevinde yatan biri anadilinde ya da başka bir dilde yazacağı edebiyatın içeriğine mi yoğunlaşacak, yoksa sayfa başına ödeyeceği liralara mı?' diye soruyor Nezir. Ardından 'Vatandaş Türkçe konuş, düşün, yaz, çevir!' diyerek kendiyle dalga geçmenin şahikasına varıyor. Mardin E tip cezaevindeyken kurum idaresi Nezir'e şunu söylemiş: 'İngilizce, Fransızca, Almanca hatta Arapça olsaydı tamam. Ama Kürtçe tercüme etmeli, ücretini ödemelisin.' Nezir AİHM'ye gideceğini ve davanın peşini bırakmayacağını belirtmiş. 'Mağdurun ve mağduriyetin dili, dini, etnisitesi yoktur ve ben kendimi nasıl mağdur görüyorsam aynı şey cezaevi savcısı ve müdürü için de geçerli. Ben haklı, kendileri haklı (hayır tüm mağdurlar haklı) slogana geri dönersek 'sistem haksız' diyeceğim. Ve bunu söylediğim anda sorular, sorunlar girdabına düşmüş olacağım biliyorum. Hem de kendi isteğimle' diyerek bitirmiş mektubunu. Durumun ne kadar trajik olduğunu bundan iyi hiçbir şey anlatamazdı. Müebbet mahkum Nezir, bulunduğu cezaevini yöneten devletin savcısını, müdürünü devlete karşı savunuyor! Anlatmak istediğim tam da buydu. Güneydoğuda yaşanan her şeye nüfuz eden basiretsizlik, akıl tutulması Nezir örneğinde meselenin tüm taraflarıyla nasıl da trajik olabildiğini kanıtlıyor bize.

Dağların arasında o güzel, şiirlerde kuytuluk diye geçen vadilerde sıkışıp kalan hayatları merkeze bağlamak amacıyla gönderilen devlet görevlileri ne yazık ki, en önce devlet tarafından unutuluyorlar. Doğuya gönderilen bazı görevlilerin olağanüstü bir çaba ve iyi niyetle çırpınmasının, kendilerini vakfetmelerinin tanığı elbette orada yaşayanlardır. Bizlere o çığlığın, çabanın, sıkıntıların hiçbir biçimde ulaşamamasının bir açıklaması olamaz. Ama daha vahimi o ses muhatabı olan devlete de ulaşamıyor. Çünkü devletin kendi varlığı ile insanı arasına çizdiği sınır doğuda fazlasıyla kalın. Bu nedenle iyi niyetli bireysel çabalar ne yazık ki yeterli olamıyor. Tüm bunları düşünürken aklımda Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde kaymakamlık yapan olağanüstü başarılı Memduh Tura ve Eğil'in turizm potansiyelini, sahip olduklarını o dağın kuytusundan çıkarıp, insanlıkla paylaşmak için çırpınan proje müdürü Aşkın Azman var. Aşkın Bey bize büyük bir coşkuyla Eğil'i anlatırken, feribotta kaya mezarlarına doğru ilerliyorduk. Şaşırtıcı güzellikteki kaya mezarlarını gösterip, bir yandan da hayallerini bizimle paylaşıyordu. Eğil'de görev yapan bu fedakâr insanların o kadar çok hayali vardı ki imkânsızlıklardan dolayı gerçekleşmeyecek olan. Konuşmanın bir yerinde Aşkın Bey, DTP'li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin elindeki sanat imkânlarına ne kadar gıpta ettiğinden söz etti. Şöyle bir düşündüm; Eğil'de kaymakamsınız, proje müdürüsünüz. Devletsiniz yani. Ama devlet öyle bir imkânsızlık ve çözümsüzlükle bağlamış ki elinizi, orada kendinizi Kürtlerden daha çaresiz ve yalnız hissedebiliyorsunuz. Bizim devlet geleneğimizin sırrı da karanlığı da buradan kaynaklanıyor. Osmanlı'da da böyleydi. Asker yolluyor, vergisini ödüyorsa gerisine karışma. Ama Osmanlı en azından kültüre, dile müdahale etmemeyi seçiyordu. Siyaseti de bu kendi haline bırakma mecrasında kalıcı olmuştu. Ya günümüz devleti? Vergisini, askerini aldığı insanından sopayı eksik etmemek konusunda her an hazır ama iş insana sahip çıkmaya gelince son derece katı ve vicdandan yoksun. O kadar ki kendi görevlisine dahi sağır. Ne söylenir? Şairin söylediğinden daha iyi kelimeler bulabilseydik keşke: Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ Eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

YOKUŞ YOLA

Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar

Muş-Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar, ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar...

Turgut Uyar

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT