1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. 'Dağın ardına bakmak'
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

'Dağın ardına bakmak'

21 Mayıs 2008 Çarşamba 04:04A+A-

Bejan Matur, Zaman'da yayınlanan "Dağın Ardına Bakmak" yazı dizisine şöyle başlıyordu: "Sınır ötesi operasyonlara, eve dönüş tartışmalarına konu olan 'dağdakiler' kim bilmiyoruz." Nitekim yazıları okuyanlar bu tespitin yanlış olmadığını teslim etmişlerdir.

Ancak ilk akla geldiği gibi dağdakileri bilmeyenler, sadece onlara "teröristler" diye bakanlardan ibaret değildir, aynı zamanda dağdakilerle ortaklık alanı bulunanlardır, daha ötesi, doğrudan dağdakilerin kendileridir. Bilmezliğin coğrafyası sanıldığından çok daha fazla geniştir. Matur, dizinin amacını "kanın durmasına katkı" olarak belirtmektedir. Kanın akması kadar durması da arkasındaki karışık ilişkiler ağıyla bağlantılıdır. Bu manada, ne olup bittiğine nüfuz edebilmek, bunları kamular için açığa çıkarabilmek, şartları, sebepleri okuyabilmek son derece önemlidir. Bu konularda bol miktarda sözlü ve yazılı bir külliyat teşekkül etmiştir. Burada olmayan, kimi zaman insanların kendilerinden bile sakladıkları "insan yanlarıdır". Matur işte ışığı tam da buraya tutmakta, Prusya talimnamelerini hatırlatır şekilde "sert ve nesnel" addedilen siyasal dilin yanına bu insanlık hallerini koymaktadır. Unutmayalım ki siyasal dil bizleri ayırır, farklı saflara sürükler, fakat "insan yanlarımız" derin bir ortaklık üzerinden hepimizi kucaklar. Bizler kimi "an"ları, "hal"leri, "his"leri yaşamasak da insan olmanın kapasitesi üzerinden bunların hiçbirine yabancı olmadığımızı, bazen kitapların bize anlattığından çok daha fazlasını bir sükûtun, bir jestin içinden çıkardığımızı görürüz.

Bu anlara, hallere ilişkin özetin özeti şöyle: Azad, dağdan Almanya'ya uzanan yolculuğunda silahtan müziğe geçiş yapmış. Onu dağa çıkaran "siyaset"ten önce, apar topar evden götürülen babanın acıları. Kapıdan çıkartılırken eşine üzerindeki milli piyango biletini uzatan babanın görüntüsü kimin yüreğine oturmaz ki? Siyaset, dağa yönelik çağrısını bu resmin üzerine yazıyor, tam da buradan sesleniyor "kendisini duymaya hazır kulaklara". Azad öfkeden, romantizmden, Kürt milliyetçiliğinden, hayallerden, bunların tuhaf, eklektik etkilerinden bahsediyor. Eylem oyun gibi geliyor, sonra ölüm korkusuna, ölümün kutsal bir yanının bulunmadığına dair şahitlik "resmi" söylemde olmayana kapıları açıyor. Çamurlu ayakkabılarıyla sınıfa giren annesinden utanan ilkokul öğrencisi Ferhat, üniversitede annesiyle yaptığı telefon konuşmasının "bağlantıyı kuran kadın" tarafından, "yasaklı bir dil konuşuyorsunuz," diyerek nasıl kesildiğini anlatıyor. Oysa annenin bildiği tek dil var. Yasaklamak onu dilsizleştirmek demek. Peşinden iki yıl dağ, sonra Fransa.

Ayrıntılara daha fazla insanlık koymak Ferhat bir motosikletle ülkesini dolaşmayı, çocukluk arkadaşlarını görmeyi ve çocuklar gibi ağlamayı düşünüyor. Vatan, çocukluk, hatıralar, toprağın kokusu, kavakların hışırtısı, ait hissedilen bir coğrafyanın siluetinden yıldızlı gökyüzüne bakarak uykulara varmak değil midir? Ferhat teferruat vermiyor ama sözleri bunlara değip geçiyor. Annesinin eteğini eline bağlayarak uyuyan Kendal, büyüdüğünde dağın yolunu tutanlardan. Hikâyesindeki yanık alanlardan birisi, Türkçeyi konuşamadığı için öğretmeninden dayak yediği on altı yaşına ait. Dağda bir gün radyodan Sezen Aksu'yu dinlerken, yanındaki arkadaşı "Belki biraz sonra öleceğiz sen Sezen Aksu dinliyorsun," diye eleştiriyor onu. Çatışmanın doğurduğu "olağanüstü hal" gündelik hayatımız içinde bizi insan kılan nice ayrıntıdan kopuşu getiriyor.

Baran cezaevinde on beş yıl iki saat kalmış. Bıçakla bölünmüş hayatın bir yanında "davası için katlanmak", diğer yanında "iki saat"in farkında olan kendi kişisel bilinci var. Matur'un dediği gibi "hayatından çalınanlar"a dair bir işaret o iki saat. Dağda, bir köyün yakınından geçerken bacası tüten evler üzerine düşünceler, "sadece ölmek ve öldürmek" üzerine kurulu bir hayatın bile dokunulacak insan yanları olduğunu gösteriyor bize. "Ne pişirdiler?" diye düşünüyorlar, ışığı yanan bir evi olmadıklarını düşünüyorlar. Sonra ise siyasal dilin kurtarıcılığına sığınıyorlar mevcut tercihleriyle barışmak için. Revan'ın da dağa çıkış sebepleri arasında babasının gördüğü işkenceler var. Benzeri birçok resmin ve şahitliğin nihai noktada bağlandığı kurtarıcı fikir "Kürdistan'ı kurmak!". O, tüm yaşananları ters yüz edecek, başında halesiyle parlayan bir mitos. "Kan dökmemenin bir yolu olsaydı," onu seçeceğini söylüyor Revan. Dağda mağarada, kar altında, lamba ışığında şiir okuduklarını, şarkı söylediklerini ifade ediyor. Gece veya gündüz, bazen mağaranın önüne çıktıklarında, tabiatın o derin ve insanın içine işleyen görüntüsü ne fısıldamıştır onların kulaklarına? Burada da belki bıçağın iki yanı söz konusu: Bir yanda adanılan siyasal idealce yüceltilmiş kurban bakışı, diğer yanda o siyasal dili boş bir söylenmeye çeviren, kendini seyredenleri tarihsiz resminde sadece insan kılan tabiat. Azim, çekici olanın, Kürdistan'ın bağımsızlığından önce kahramanlığı yankılayan örgüt üyeliği olduğunu vurguluyor. İdealle gerçekliğin nice çelişkisinden birisi de bu. Çok söylenen "Bu halk için insan neler yapmaz ki?" sözündeki propagandaya değiniyor, cüretkâr bir hesaplaşma ile "Biz halkı bilmiyorduk," diyor. Ölüm tanıdık bir duygu. Dağda "devlet tarafından kıstırılma korkusundan ve 'hayatta kalmak için' zarar vermekten" bahsediyor.

Yine dağdan geçen Aspara, geçmişten bir resmi, çocukken köye gelen askerin kendisine sıcacık gülümsemesini, kucağına alıp sevmesini belli ki kalbine yerleştirmiş. "Dağda olup o gülüşü hatırlamak çok buruktu." diyor. Sessizliğin ardından ekliyor: "Ne o asker gülüşünü gösterebilecek güçteydi artık ne de ben onu görebilecek güçte." Fotoğrafını çekip çekemeyecekleri sorulduğunda, "Fotoğrafımı gösterin, yüzümü gösterin, ülkemi o kadar seviyorum ki, orada yaşayan herkes yüzümü görsün istiyorum," diyor.

Elbette insanlık halleri bunlardan ibaret değil. Dağdan, hapisten geçmiş, şimdi her gece geçmişlerini çocukluklarının içinden yeniden kuran insanlarla konuşmak, onları kalplerinin dilleriyle buluşturmak kolay değil. Matur ve o insanlar yazılanlardan daha fazlasını sözsüz hallerin içinde yaşamışlardır mutlaka. Dağda, unutulması gereken, tekrar hatırlanamayacak kadar ağır çok yaşanmışlık biriktirilmiştir. Kimi olup bitenleri ise dağın sansüründen kurtarmak için zamana yayılmış ince bir işçilik gerekecektir. Bu insan duyarlılıkların yanında gün yüzüne çıkmamış başka duyarlılıklar olduğunu biliyoruz. Mutlaka annesinin kuşağına elini bağlayıp yatan başka çocuklar, şimdi başuçlarına dikilmiş bayrağın altında ebedi uykusundalar. O dağların bu tarafında neler yaşandığına dair hatırlayışlarımızda aklımıza sadece "cenaze törenleri" geliyor. Ya sonrasındaki gitgide büyüyen sessizlik, annelerin sessizliği? Siyaset, sahte bir retorikten değil yaşanmışlıkların bam teline dokunan bir sahicilikten beslenmeli. Bu meselede her şeyi masanın üstüne koyalım. Evet, retorikleri, sahte dilleri, kurmacaları, mitosları ama aynı zamanda bu insanlık hallerini. Herhalde resim ancak tamamlandığında, her şey masanın üstünde kendi bağlamına yerleştiğinde, dokunulmamış "gerçeklik" kalmadığında, o zaman herkes için anlamlı olabilecek bir yeni dil için yola çıkmaya hazır hale gelebiliriz. Görüyoruz ki "dağın ardı" ve "her dağın ardı" hayatın kılcal damarlarında yaşanan nice ayrıntıdan oluşuyor. Ayrıntılar önemli. Fail olan herkes kendi hayatının ayrıntılarına daha fazla insanlık koymalı. "Kurtarıcı siyaset" her ne ise, mutlaka bu ayrıntılardan oluşacak ırmağa çok ihtiyaç hissedecektir.

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT