1. YAZARLAR

  2. Bejan Matur

  3. Dağın Ardına Bakmak -2
Bejan Matur

Bejan Matur

Yazarın Tüm Yazıları >

Dağın Ardına Bakmak -2

14 Mart 2008 Cuma 12:14A+A-

Kendal: Silah taşımak öldürebilirim demektir

 

Kendal, Maraşlı. 7 kardeşin en küçüğü... 'Artıklardan oluşmuşum' diyor aile fertlerinin çokluğunu anlatırken. Camisi olmayan bir Sünni köyünde büyümüş. Herhangi bir geçim kaynağı olmayan, yoksul bir köy.

'Annemin eteğini elime bağlayıp uyuyan bir çocuktum, büyüdüğümde o anneyi bırakıp dağa çıkabildim.' diyecek kadar da hakikatiyle yüzleşmiş. Yoksulluğun aileyi nasıl etkilediğini anlatırken 'Arpa ve buğdaydan başka bir şey tanımayan biri, evlat duygusu taşıyamaz.' diyor. 'Devleti önce görmedim ama hissettim.' diyor. 12 Eylül'de babasının basit, cilası dökülmüş, pas tutmuş, ayda yılda bir patlayan av tüfeğini saklamak için çırpınmalarını unutamıyor. O çırpınmalar belirlemiş sanki dünyaya bakışını. İnsan ruhu üzerine çok düşünmüş. 'Evlerimizin yapılışı bir korkudur. Mimarimiz bir korku.' diyor; Anadolu insanının devlet karşısındaki ezikliğini ifade ederken. Ve devam ediyor: 'Dağların içine saklanmış köylerde büyüdük. Yol dahi yapamazsınız oraya. O taşların, ormanın içine insan iki nedenle köy kurar. Ya kaçmak içindir, ya da hırsızlık yaptığı için. Biz zengin olmadığımıza göre hırsız da değildik!' Çocukluk manzarasına eşlik eden 12 Eylül darbesinde, devleti ilk kez hissetmiş. Gülerek, 'Bizim köyümüzü 12 Eylül'de askerin bulması bile kolay olmadı! Kayıtlarda yok ki bulsunlar!' diyor.

Flütün Kürtçesi nasıl olur?

Her Kürt çocuğunun yaşadığı sorunları yaşamış o da. Dilinden dolayı ayrım, hatta alay konusu olmuş. Anlatırken hâlâ o duyguyla konuşuyor: 'İlk gün hoca bana adımı, soyadımı sordu. Söyledim. Bunlar güzeldi, öğrenmiştim. Anne adı, baba adı? Onu da cevaplayabilirim. Bir şey daha sordu. Ben anlamıyorum. Ben sustukça hoca dayak atıyor. Ayakkabılarının ucuyla dizlerimin altına vuruyor. Bir şey söyleyemiyorum. Ağlayamıyorum bile...' İşte bundan sonra söyledikleri bizi kendi tarihimizle yüzleştiriyor. 'O dayağın çocuğun zihninde 16 yaşına geldiğinde nasıl bir isyanla hatırlanacağını hesaplayamıyor. Ben şimdi Türkçeyi o öğretmenden daha iyi kullanır hale geldim. Onun dayağı mı öğretti bana Türkçeyi, hiç sanmam! Kendi çabam ve irademle öğrendim. Aksanım düzgün olmayabilir ama o öğretmenden daha iyi konuşuyorum Türkçeyi.'

Türklerle bir sorunumuz yoktu

Dağın getirdiği, ölümle burun buruna gelmenin getirdiği bir feleğin çemberinden geçmişlik var üzerinde. Bir filozof edasıyla anlatıyor, ölüm ve öldürmek üzerine ne düşündüğünü... 'Silah taşımak 'ben birini öldürebilirim' demektir. Zihinsel olarak öldürmekle silahı sıkmak aynı şeydir. 'Yaşasın öldürdüm!' demek, insana özgü bir şeydir. Bir hayvan, avını avladığında, yiyecek bulduğunda insan kadar sevinmiyor.' Bu sözlerden sonra onun yüzüne bakıyorum ve içimden umarım Kendal asla 'Yaşasın!' dememiştir diyorum. Kendal 'Türklerle bir sorunumuz yoktu.' diyor çocukluğunu anlatırken. Aralarında tamamen Kürtleşmiş olanların da bulunduğu Türklerle iç içe yaşamışlar. Lise sonda okulu bırakıp dağa çıkmış. Yakalanıp cezaevine girdiğinde ilk yaptığı şey, eğitimine devam etmek olmuş.

Annenin, ölümü beklemesi

Peki, dağ hayatı? Sadece 1 yıl kadar kalmış dağda. Suriye ve Lübnan'da 1 yıl geçirdikten sonra Türkiye'ye giriş yapmış ve birkaç ay sonra Antep'te yakalanmış. 'PKK ile nasıl tanıştın?' diyorum... Samimiyetle 'Ben yurtseverliği bilmem. Sosyalistliği de bilmem. Beni ne itti o zaman? Bana göre devlet bizi dağa gönderdi. Bilmem kaç kilometre hızla panzerle bir kasabanın içinden gidersen, o panzeri izleyen gençleri dağa gönderirsin. Devlet ve de ötekiler bir iç muhasebe yapmak zorunda. Devlet 'ben insanıma ne yaptım?' demeli. Ötekiler de 'biz ne yapıyoruz?' demeliler. Devlet 'biraz daha muhasebe yapsa karşı taraf da yapabilir' diyor. Dağdayken annesiyle görüşmek istemiş. 'Bir annenin evladının ölümünü beklemesi çok ağır bir şey' diyor. 'Anneler dışında biri bunu izah edemez' diye de ekliyor. Annesine haber göndermiş, köyün dışında buluşmuşlar. Sırf annesi için o gün sivil giyinmiş. 'Beni görünce annem hiç beklemediğim gibi davrandı. Annem ya kavga eder, ya ağlar. Ne ağladı, ne kızdı. Ne de hal hatır sordu. Sadece sustu. Annemi ilk kez öyle görüyordum. O durumun onun için bir izahı yoktu, onun için susmuştur. Onun açısından tüm doğruların bittiği, kelimelerin anlamsız geldiği bir noktadır. O buluşmada ben ayrıldım. Ben sanmıyorum ki annem oradan kolay ayrılmıştır.'

Savaş varken büyük fikirler üretemezsiniz

Cezaevinde 10 yıl yatmadan önce dolaştırıldığı bütün işkence hanelerin kapısında 'Allah yoktur, peygamber izinde' yazısını görmüş. İşkence görmüş. İşkencelere tepki olsun diye siyasî savunma yapmış. Mahkemede 'Benden önce beni dağa gönderenler yargılanmalı' demiş. 'Hakim beni o kadar ciddiye almadı ki, iyi halden alt sınırda ceza verdi' diyor, gülerek. 12 yerine 10 yıl yatmış böylece. Kendal, cezaevinde geçen onca yıla rağmen içinde hiç öfke biriktirmemiş. 'Savaşta bulundum ama savaşın en derininde dahi savaş karşıtı oldum. Barış taraftarı değil savaş karşıtıyım. Konuşma, diyalog kapılarını kapatırsan, karşındakinin ilk başvuracağı şey şiddet olur. İsviçre'dekiler neden kavga etmiyorlar? 4 dil var. 26 devlet var. Ordu savaşırken siyaset yaptırmazlar sana. Öncelikle şiddet unsuru ortadan kalksın ki insani unsurlar tartışılsın' diyerek yeni bir vizyon çiziyor yaşadıkları için. Kendal'ın geldiği bu aşamayı potansiyel olarak hep taşıdığı da söylenebilir. Bir gün dağda radyodan Sezen Aksu'yu dinlerken bir arkadaşı gülerek 'Biraz sonra öleceğiz, sen Sezen Aksu dinliyorsun' demiş. 'Ben marş dinlesem ne olacak, yine ölmeyecek miyim?' diye yanıtlamış arkadaşını. O nedenle 'Savaşta büyük fikirler üretemezsiniz. Karşıdan bir adım bekliyorsanız ateşi kesmeli, düşünme fırsatı vermelisiniz' diyor. Cezaevlerinde yürütülen rehabilitasyon politikasının başarılı olmasını şöyle açıklıyor: Cezaevi yönetimi tutukluları kendi haline bırakınca normalleşme başladı herkeste. Ama dağdan inecek olanları nelerin beklediği sorusu hâlâ kafasını kurcalıyor. Çoğunun yurtdışına, Avrupa'ya gideceğini tahmin ediyor. Kendal, Avrupa'ya gidişi 'Devletin cezaevinden daha büyük zulmü, bizleri buralara sürmüş olmasıdır.' şeklinde yorumlayacak kadar açık yürekli ve dürüst. Ama o da Avrupa'ya gitmek zorunda kalmış; çünkü onca yıl yattıktan sonra okul hakkını elinden alıp askere almak istemişler. 'Beni askere alıp ne yapacaksın? Kendi güvenliğin için bile beni götürme.' Askere bakış açısı da dağda ve cezaevinde yıllarını geçirmiş birinden beklenmeyecek kadar şaşırtıcı: Ben inanmıyorum askerlerin, savaşacağım, adam öldüreceğim diye asker olduklarına. Bir keresinde peşime düştüler. Bir ağacın üzerine tırmandım, askerler geldi. Bir derenin kenarında dinleniyorlar. Baktım suyla oyun oynuyorlar. Silahıma davransam belki 20 askeri öldürürüm. Kendim de ölürdüm. Baktım hepsi benim gibi çocuk. Vazgeçip onlar gidene kadar bekledim...

O sesi duysaydım da bir gün sonra ölseydim

Siyaset bana göre değil. Ben kimseyi terbiye edemem! Türkiye'de olsaydım, sokakta kalsaydım yine bana yeterdi. Bir arkadaşım anlattı. Geçen sene memlekete gitmiş. Bir çerçi gelmiş köyde üzüm, üzüm, üzüm... diye bağırıyormuş. O sesi duysaydım da bir gün sonra ölseydim. İtalya'ya gidiyorum. Pazarlarda öyle bağıran adamları dinliyorum. Tıpkı bizim oradakiler gibi. Öyle iyi hissediyorum ki. Geçen sene Rodos'taydım. Karşıdan memleket görünüyor. Görüyorsun, ama gidemiyorsun. Bu tuhaf bir çelişki. Bir arkadaşımız gitti ve bize kebap getirdi. Taraf olduğunu bilmesen Türk'ten iyi dost yoktur. Türkiye'de olsaydım türban mücadelesi verirdim. 15-20 bin Euro teklif ettim ki sırf Türkiye'de kalabileyim. Tanıdık, bildik herkese ulaşmaya çalıştım. Meclis'e kadar gittim. Ama olmadı.

BARAN: Cezaevinde 15 yıl, 2 saat kaldım

Baran da Maraş'lı. 18 yaşında gitmiş Almanya'ya. Onu örgütle ağabeyleri tanıştırmış. Hollanda'da siyasî, Bekaa'da hem askerî hem siyasî eğitim görmüş. Başarılı olmuş olmalı ki, onu Öcalan'ın yakın korumalığına vermişler. Kendi ifadesiyle '18 Aralık 89'dan 90'ın 25 Eylül'üne kadar, 'Öcalan'ın yakın korumalığını yapmış. Baran, bunu bir statü olarak görüyor doğal olarak. 'Yakın koruma olmak için örgüt içi faaliyetlerde dürüstlük, aileye bakış çok önemli. Neticede bir örgütün liderini koruyorsun' diyor. İlk görüşmede Öcalan 'örgüte nasıl katıldığını, kırsala çıkarsa bir şeyler yapıp yapamayacağını sorarak 'kendine güvenini' sorgulamış' Baran'ın. Yakın korumalıktan ayrıldıktan bir süre sonra yakalanmış. Dağdakilerin sayısının 500-600'den 10.000'e çıktığı, 'serhildan'a kitlesel katılımların olduğu dönemde' güvenli olduğunu düşünerek, 19 kişiyle beraber Kilis üzerinden Türkiye'ye geçmek istemişler. Sonrasını şöyle anlatıyor 'Antep-Adana yolunu geçmemize az mesafe kala pusuya düştük. Kurşunlar yağıyordu. Hiçbirimizin çatışma deneyimi yoktu. 12 arkadaşımız öldü. 3 kişi yaralı yakalandı. Sağ kalan 4 kişi arasındaydım. Çatışma 3 gün sürdü. Ölenler arasında Almanya'dan tanıdığım, birlikte kaldığım arkadaşlarım vardı. Arkadaşlarımızı alıp devletin bilmediği bir yere gömmeliydik. Ama vurulan arkadaşlarımızın sayısı 12 idi. Biz sadece 3 kişiydik. O telaşta ne gücümüz yeterdi ne de vakit vardı. Öylece bırakmak zorunda kaldık. Çünkü bizde şöyle bir inanç vardı; ya ölürsün ya da kurtulursun. PKK'da yakalanma halinde yapılacaklarla ilgili bir eğitim verilmiyordu. Yakalanırsak ne yapacağımızı bilmiyorduk.' O gün o çatışmadan kurtuluyor; ama çok sürmeden yakalanıyor. Gerilla hayalleri kurarken uzun cezaevi yılları başlıyor. Yaşadığı her şeyi şaşırtıcı bir netlikle hatırlıyor. 'Ben cezaevinde tam 15 yıl iki saat kaldım' diyen Baran, siyasî savunma yapıp içerde daha fazla kalacak kadar davasına bağlı; ama 2 saatini hesaplayacak kadar da farkında hayatından çalınan zamanın.

Yüzbaşıyla uzun uzun sohbet ederdik

Cezası bittikten sonra Malatya Askerî Hastanesi'ne gönderilmiş. Hastane, PKK'dan 15 yıl yatan Baran için, 'ağır işler yapamaz, komando olamaz ama askerlik yapabilir!' raporu vermiş. Cezaevinden hemen askere gitmemek, ailesini görmek için süre istemiş. Şubedekiler, 'Yasal olarak bir süre tanımayız; ama sana göz yumarız.' demişler. 20 gün köyünde hasret gidermiş. 20 günün sonunda bir gece saat 23.00'te karakol komutanı eve gelerek askere gitmesi gerektiğini, aksi takdirde başına büyük işler gelebileceğini söylemiş. Böylece askerlik yapmak üzere birliğine teslim olmuş. Askerlik yıllarını 'Benim gibi birini askere alarak o elbiseyi giysin, hiçbir şey yapmasa da en azından ılımlı olur.' diye düşünüyorlardı herhâlde. Bölük yüzbaşısıyla sohbet ederdik. Enteresan bir durumdu. Ben onlara karşı savaşmıştım; ama sonra gidip onların arasında askerlik yaptım. Ama şunu söyleyeyim, bence askerlerin büyük bir kesimi de artık savaş istemiyor.' diye anlatıyor.

Türkiye'de siyasî hayat demokratikleşiyor

Baran, güncel siyasî tartışmaları yakından izliyor. Anayasa çalışmalarından referanduma kadar her konuyla ilgili... 'Siyasilerin çıkaracağı en kötü anayasa bile askerin en güzel anayasasından daha iyidir.' diyor. Eve dönüş konusunda önemli rezervleri var. 'Ben bu işe 20 yılımı vermişim. Ablamı o yolda kaybettim. Ama kim ülkesini bırakmak ister. Benim memleketim burası. Dağdasın, bazen bir köyün yakınından geçerken bir evin bacasından duman çıkıyor. Diyorsun ki 'acaba hangi yemeği pişirdiler, sofralarında ne var?' Ama gidemiyorsun. Evin ışığı yanıyor, senin yok. Bacası tütüyor sen soğuktasın. Bizim dağa çıkma gerekçemiz insanca yaşamaktı. Bacası tüten eve baktığımda aklıma ilk barınma gelir. Ama barınma tek başına huzur vermez. İnsan kimlik ihtiyacı içindedir. Biz hayal kurardık. Bağımsız ülke projesini tartışırdık. Sonra büyük hayallerin gölgesinde insanı ihmal ettiğimizi fark ettik. 99'dan önce büyük idealler vardı. 99'dan sonra hayatı konuşmaya başladık. Güzel bir ev hayali, evlilik hayalini de içeriyordu bu. Başka bir ülkenin dağında bunları anlamak daha zor, ama kendi ülkenin dağında, toprağındaysan hayallerinin gerçekçi olup olmadığını daha erken fark ediyorsun.

Zaman

YAZIYA YORUM KAT