1. YAZARLAR

  2. Sibel Eraslan

  3. Dağa çıkalım da kurt yesin bizi!
Sibel Eraslan

Sibel Eraslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Dağa çıkalım da kurt yesin bizi!

29 Ağustos 2008 Cuma 10:38A+A-

“Yargıcın bağımsızlığı” dediğimizde aklımıza gelen ilk şeyler, karar mekanizmasına etki edebilecek nüfuz sahibi güçlerdir. Makam, yetki veya zenginlik sahibi kişilerin, adaletle ve tarafsız bir şekilde karar vermesi beklenen yargıcı, kendi lehlerine baskı altına almaları ihtimaline karşı geliştirilmiş, hem etik hem kanuni bir ilkedir, yargının ve yargıcın bağımsızlığı meselesi…

Bunu anlıyoruz da “yargıç kendisinden bağımsız olmayı nasıl başaracak”, işte bu çok zor bir soru!

Osman Paksüt olayında karşılaştığımız şekliyle, bu dramatik soruyu bir kere daha soruyoruz toplumca kendimize... Şöyle ki; yargıcın kendisinden de bağımsız olacağı yekpare tarafsız bir “fanus” ortamı, cidden var mıdır, varsa ona nasıl ulaşılır? Bilmiyoruz.

Yargıya yönelik oligarşik baskıları, ister elit çevrelerden, isterse medya ya da sermaye çevrelerinden gelsin, uzaklaştırmak, zor da olsa mümkündür... Her yargıç, bunun eğitimini ve bu tür baskıcı güçlerle baş edebilmenin yollarını meslek hayatında öğrenir. Öğrenir de peki ya sıra kendisine gelince ne yapacaktır aynı yargıç? Yani kendinizden ne kadar bağımsız olabilirsiniz? İnandığınız değer yargılarınızdan, zevk ve sanat anlayışınızdan, siyasi bakışınızdan, dünyaya ve maddeye bakışınızdan tutun da, etnik, dinî kimliğinize, hatta sevdiğiniz renklerden, tuttuğunuz takım ve dinlediğiniz şarkılara kadar, kısacası sizi siz kılan seçimlerinizden, şayet bir yargıçsanız, karar anlarınızda, ne kadar sıyrılabileceksiniz?.. Kendi üzerinizdeki kendi baskınızdan ne kadar soyutlanabilirsiniz yargı söz konusu olduğunda…

Osman Paksüt, yoğun çalışma temposu altında birkaç arkadaşı ile -kanka olması gerekmiyor- memleketin gidişatından bahsedemez mi, futboldan, siyasetten söz açamaz mı?.. Veya eve çok yorgun döndüğü bir akşam, karısına, baktığı davalardan dert yanamaz mı? Telefonu açıp, akrabalarından biriyle hayat pahalılığından falan, sağdan soldan, taksitlerden, çocukların durumlarından söz edemez mi? Yani o da bizler gibi normal her insan gibi, kendince ters ve iyi gitmediğini düşündüğü şeylerden söz açamaz mı?

Yargıçlığı belki de dünyanın en zor mesleği haline getiren şey de bu olsa gerek. Biz yargıçlardan hassas bir terazinin başında hassas bir tartıyı ölçmelerini beklemiyoruz sadece. Biz onlardan bizatihi tartının kendisi olmalarını da bekliyoruz. Oysa onlar da etten kemikten, onların da ruh dünyaları, beğenileri ve nefretleri var, felsefenin içindeler, olgunlukları ve kararlılıkları belki pek çoğumuzdan daha oturmuş, daha köşeli, daha gerekçeli… Hayatı tartıyorlar...

Tanıdığım pek çok yargıç ve savcı, yıllar içinde kendisini neredeyse asosyal bir yaşantı içine mahkûm etmiştir. Hatta zamanla gözlerindeki yaşama dair pırıltı bile uçar gider, bir zamanlar aynı amfide yan yana simit yediğiniz insanlar, yıllar içinde sizi tanımazdan gelir, karşılaştığınızda boş gözlerle baktıkları çevrede herhangi bir eşyadan daha fazla anlamınızın kalmadığına şahit olursunuz o bakışlarda. Aslında bakmayışlarda… Yargıçlar, meslek hayatları içinde adım adım öğrendikleri “bakmama” ile korumaya çalışırlar kendilerini. Ürkek, tedirgin ve içe kaçkın bir yaşamdır çoğunu bekleyen bundan sonrasında… Ya da “kohibatasyon” dediğimiz kendilerine benzer, aynı meslekten insanlarla dar bir sosyal kastın içinde, sınırlı bir yaşam sürmeye mahkûm ederler kendilerini.

Ama yargıçlar ve savcılar söz konusu olduğunda, onların insani gerçekliklerini koruyor olmaları, aslında mesleki açıdan ciddi bir tehdit anlamını da barındırıyor... Sözgelimi yüksek sesle ve gönlünce “Ne olacak bu memleketin hali kardeşim?” diye sormak bile onları muhalif çetelerden birine dahil edebilecek çapta tehlikelidir. Halbuki herhangi bir kahvehaneye girdiğinizde, ekmek alırken veya minibüs kuyruğunda hemen herkesin ağzından işitebileceğiniz samimiyette bir cümledir bu, hatta bu cümleyi söyleyenlerin pek çoğu iktidar partisine oy vermiştir, hatta bazıları ilçe ve il teşkilatlarında görevlidir… Uzatayım melalimi, bu soruyu samimiyetle dile getiren Bakanlar, Başbakanlar dahi vardır. Zaten insan niçin siyaset yapar ki? Ne olacak bu memleketin hali diye soranların işi değil mi siyaset?..

Peki bir yargıcı tüm bu diğer insanlardan ayırt eden şey nedir? Diğer insanlar gibi, o yargıcın da memleket işlerini karısıyla, arkadaşıyla, akrabasıyla konuşmaya hakkı yok mudur?..

Elbette vardır. Ama o, her şeyden önce ve her şeyden sonra, bir hukuk adamıdır. Hukukun ve adaletin şahsında tecessüm ettiği, edeceği yüksek ahlâklı bir kişidir. Karar verirken, kendisinden adeta insan üstü bir hakkaniyet çabası, şaşmaz bir terazi hassasiyeti beklenen kişidir. Hakimin nazarında hepimiz, cami avlusundaki soğuk taşlara ince bir kundak içinde terk edilmiş anasız babasız yetimler mesabesindeyiz. Hakimine güvenemeyecek olan kime güvensin?..

İnsan haklarının ve hukuk onurunun güvencesi olan hakimler, hukuk dışı yollarla tesis edilecek baskı ortamlarının payandaları olduklarındaysa maalesef bu, basit bir mesleki suç olmaktan çıkar, toplumsal yozlaşma ve kaosun başlangıcı olur. Bu, bir doktorun nefret ettiği hastasına aIds mikrobu enjekte etmesine veya kafası kızdığı kişileri havaya uçurmak isteyen mühendisin şehir köprülerine dinamit döşemesine benzer... Bahsettiğim soruşturmada böyle bir alakanın kurulmaması için dua ediyorum. Aksi, türküdeki gibi olur: Sıradan vatandaşlar olarak, “Dağa çıkalım da kurt yesin bizi!...”

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT