1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Cop vurulan eller hangi oya uzanacak?
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Cop vurulan eller hangi oya uzanacak?

21 Temmuz 2010 Çarşamba 05:24A+A-

12 Eylül döneminde hapishanelere girenler, orada önemli bir hususu keşfettiler. Anladılar ki, bu ülkede sağcılık solculuk bir çelişkidir... Bugün de seçmenler, partileri, düşünceleri, beklentileri farklı olsa da bir temel saflaşmada büyük oranda aynı yerde bulunduklarını kavrıyorlar: Reşit bireyler olmak, bu ülkenin asıl sahipleri olarak kabul edilecekleri bir yeni düzene destek vermek...

12 Eylül'de sandık başındayız. 1982 yılında 12 Eylül Anayasası için sandık başındaydık. 28 yıl geçmiş. O zaman Anayasa oylamasına Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı da eklenmişti. Hayır derseniz belirsizlik, askerî idarenin sürmesi, evet derseniz anayasa değişikliği ve Evren. Seçenekler böyleydi. Birçok yerde, aman belirsizlik olmasın, acilen demokrasiye geçelim, yorumları çerçevesinde evet denildi. Cemselerin, askerî jiplerin, birliklerin yollarda gezdiği, gençlerin potansiyel suçlular olarak görüldüğü, evlere baskın yapılıp kitapların, insanların toplandığı gri yıllardan bahsediyoruz. Bazı parti binalarının önünden geçmiş olanlar bile, "Acaba biz de alınır mıyız?" endişeleriyle yatıp kalkar, mahallelerindeki her hareketliliği tutuklanmalarının işareti sayarlardı. Ankara kapalı cezaevinin yüksek duvarları arkasında darağaçları kurulurken hazırlık sesleri etrafa yansır, insanlar gece boyu, karanlığın örtüsü altındaki infazı her çıtırtıya dikilen kulaklarıyla "anlamaya" çalışırlardı. Darağacında sonlanan bir hayat hikâyesini kulaklara ulaşan birkaç parça seste toparlamaya çalışan hayal etme halini düşünün. Toplumsal belleğin, "Sıkıyönetim komutanlığının filan numaralı bildirisi..." diye başlayan uzun açıklamalarla, yargılamalarla, "vur emirleriyle", "kaçarken vuruldu" haberleriyle, kısaca hayatın her alanını kuşatmış militer bir dille oluştuğu bir zamandan bahsediyoruz. Spikerler bile tüm haberlerden, olaylardan, hissedişlerden kendilerini yalıtarak önlerindeki metni öylesine okurlar, hayatla haber arasındaki uçurumu bile isteye derinleştirirlerdi. Çünkü yıkıp geçen bir büyük makinenin işleyişine ilişkin her insani tepki, onun meşruluğuna yönelik bir sorgulamaya dönüşebilirdi. Bazı sabahlar idam cezası infaz haberleri, "suçluların" "evet, kesinlikle bunlar katil" dedirten fotoğrafları eşliğinde gazete manşetlerine asılırlardı.

İşte insanlar bu yakın geçmişin her türlü canlı imajı, çağrışımı, korkusu ile sandık başına gittiler ve Anayasa'ya yüzde 92 evet verdiler. Şunu biliyoruz: 11 Eylül geldiğinde 12 Eylül kaçınılmazdır. Önemli olan adım adım o şartların teşekkülüne mani olabilmektir. 12 Eylül geldiğinde de adaletin kılı kırk yaran dikkati bir kenara itilir, işi "düşmanla" mücadele etmek olan bir yapı neredeyse savaş kuralları (ya da kuralsızlığı mı?) esasında bir mücadele yürütür. Hepimiz masumduk, geldiler, herkesi suçlu ilan edip hapishanelere doldurdular, demiyorum. Ancak suç ve suçsuzluk, ceza ya da ödüllendirme çizgisi olağan hallerin çok ötesinde çizildi. Mesele bu! Cemil Meriç'in kitaplarının bile "yasak kitap" muamelesi gördüğü, çekmecelerden alınıp tutanakla kitap hapishanelerine kaldırıldığı bir zaman diliminin aklı söz konusuydu.

Şimdi bu referandum 82'nin rövanşı mı? Hayır! Referandum geçerse 12 Eylül'ün mimarları hapishaneye mi gönderilecekler? Hayır! Kimsenin böyle bir yorumda bulunduğu yok. Haksızlığa uğrayanlar, zulmedilenler şimdi eski efendilerin rollerini mi üstlenecekler? Hayır! Bugün yapılan, sadece geçmişe yönelik ahlaki bir tavrın ortaya konması. Zulüm, zalim, mazlum ilişkilerinin dışına çıkılarak ahlaka, hukuka, toplumsal vicdana bir yer açılması. Geçmişte ne olmuştu, bunun yeniden, hiç olmazsa sembolik düzeyde değerlendirilmesi, telafi edilemez bir şekilde ortada duran acıların üzerine bir parça iyileştirici merhem sürülmesi.

Bir toplum kendi geçmişiyle yüzleşebilmeli. Karanlık yıllarına hiç olmazsa bugünden bir ışık düşürmeli. Hakkın ve hukukun ortadan kaldırıldığı zaman dilimlerini insani, ahlaki ve hukuki bir esasta yeniden ele alıp, hiç olmazsa bir "hesap günü" anlayışını o toplumsal birliğin çekirdeğine yerleştirmeli. Yoksa işimiz zor. İşte 12 Eylül'de yapılacak referandum herkese dünyevi bir "hesap günü"nün mümkün olduğunu gösterecek, yerine göre umut, yerine göre korku, kaygı duygularını kazandıracaktır.

1982 yılındaki Anayasa oylamasında İstanbul'daydım. Kocamustafapaşa'daki sandık başına gittiğimde, sandığın soyutlaştırılmış bir güçle kontrol altına alındığını gördüm. Masada sadece beyaz evet oyları vardı. 'Hayır oyları nerede?' diye sorduğumda şüpheli ve aşağılayıcı bakışların muhatabı oldum. 12 Eylül'ün gerekçelerinde ifade edilen her tür hain, kirli, sinsi niyet sahipleriyle ortaktım muhakkak, ama acaba kimlerin safındaydım? Sonra birkaç tane hayır oyu getirdiler, böylelikle ben de onlardan birisini sandığa attım.

Bu dünyada mutlak tercihler yok. Ortaya konan her tercih başka bir "şey"den vazgeçiştir. 82'de hayır oyu verirken, bu Anayasa geçmediğinde mevcut rejimin süreceğini, bunun toplum adına iyi ve kabul edilebilir bir durum olmadığını, anayasa geçtiğinde ulaşılacak şartlar bakımından daha kötü bir yere savrulacağımızı biliyordum. Vazgeçtiğim buydu. Siyasi gerçekliğe ilişkin akıllar yürütmek, siyasetin kötü ile daha kötü arasında bir tercih olduğu ifadesine yaslanarak aralarda bir yerde pozisyon almak da mümkündü. Böyle bir akılla davransaydım 82'deki oyumun evet olması gerekirdi. Ancak tarihin bazı anları vardır ki, siyasi gerçeklik olarak takdim edilen insanı ikna etmez. Orada olup bitene ilişkin tüm gerçeklik sahnelerini bir araya getirip onların uyumsuz kompozisyonundan ancak soy ahlak adına bir karar, bir sonuç çıkartabilirsin.

Bugünkü referandumda 12 Eylül'le ortaklığı olanlar, o dönemdeki yaşanmışlıkları anlamaya, kendi hayatlarına bir hisse çıkartmaya çalışanlar siyasi aklın sonsuza uzanan spekülasyonları yerine bir "hesap günü" anlayışıyla tavır almalıdırlar. Siyaset zalim bir süreçtir. Büyük oranda bugüne gömülüdür. Geçmişi de geleceği de bir düş ve hayal olarak görür, asıl olanın yan unsurları, işe yaradığı ölçüde "işlevsel" temaları olarak değerlendirir. Siyaset şartlara tabidir. Tuhaf bir şekilde gerçekçidir. Bu durum işte aynı zamanda toplumla siyaset arasında teşekkül eden mesafenin sebeplerinden birisidir. Toplumsal bellekte yer etmiş büyük travmalarda saflar teşekkül ederken siyasi kadastrolardan farklı şekilde çizgiler çizilir, konumlar belirlenir. Partilerin evetleri, hayırları elbette birilerini etkiler ama sonucu tayin edici ölçüde bir kitle için "gerçeklik" bundan çok daha ötededir.

12 Eylül döneminde hapishanelere girenler, orada önemli bir hususu keşfettiler. Sağcı ya da solcu olarak çok farklı yerlerde dursalar, bu memlekete ilişkin bambaşka hayaller kursalar, birbirlerinin kanlı bıçaklı hasmı olsalar da, tarih onları şimdi sadece aynı koğuşlarda değil aynı kaderin üzerinde buluşturmuştu. Anladılar ki, bu ülkede sağcılık solculuk bir çelişkidir doğru ama en temel çelişki olan egemenler ve tabi olanlar ayrımında onlar aynı safta yer almaktadırlar. Bugün de seçmenler, partileri, düşünceleri, ülkeye ilişkin beklentileri farklı olsa da bir temel saflaşmada büyük oranda aynı yerde bulunduklarını kavrıyorlar: Reşit bireyler olmak, bu ülkenin asıl sahipleri olarak kabul edilecekleri bir yeni düzene destek vermek. Referandumun mahiyeti bu ölçüde bir değişikliğe yetmez, ama o yönde bir irade, o yönde önemli bir hamle olduğu da çok açık.

12 Eylül'den geçmiş olanlar için ise referandum, o döneme ilişkin bir reşitlik iddiasıdır. Sert komutlar eşliğinde yürüyüş kararı sayanların, ellerine cop vurulduktan sonra "sağol" demeye mecbur bırakılanların, beton zeminde ayakkabılarını yastık yaparak yatanların bu reşitliğe ihtiyacı vardır. Kim ne derse desin!

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT