1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (8)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (8)

13 Ağustos 2010 Cuma 22:37A+A-

[email protected]

Molla Seyyaf ile kalıp tartışma zemini oluşmasına meydan vermemek için, bir şeyler almak bahanesi ile bakkala gitmiştik. Geri döndüğümüzde, Movlevi Seyyaf henüz sohbetini bitirmemişti. İçimden bir ses ona, ‘Asker’in ceket’ini anlatmak için beni zorlasa da, daha baskın gelen öbür sese kulak verip onunla konuşmamayı yeğledim. Sessizce bir kenarda oturduk ve çaylarımızı içmeye başladık. O koşullarda ve o zihin yapısına sahip kimselere ‘bir ceketin, hayatımın önemli bir döneminde zihnimde simgeleştiğini’ nasıl anlatabilirdim? Her davranışını, sembollerini kutsallaştıran bir zihniyetin, toplumda İslami değerleri tüketip, etkisiz kıldığını anlatabilmek de zordu aslında. Rivayetlerden yola çıkarak, İslam’ın şekli unsurlarını esas kabul ederek ardındakileri görememek bu coğrafya insanının hayatla ilişki biçiminin özünü teşkil ediyordu. İslamî değerleri, bu değerleri oluşturan ruh, ilke ve mana zenginliğini göremeden ve peşine düşmeden oluşturulan dindarlık, ana meselenin, cevherin önüne çıkarıldığından toplum zahiri ve şekli alana yönlendiriliyordu. Dolayısıyla, bu bakış açısına göre, bana giydirilen ceketin böylesine bir önemi vardı.

Eğer o gece bir şeyler olmasaydı ve biz kazasız belasız bir şekilde geri dönmüş olsaydık, Şeyh bu olayı yıllarca kullanacak ve “bak bize bildirildi, eğer o ceketi giymeseydi kesinlikle başına bilmem ne belalar gelirdi, biz bunu önceden gördük!” diyecek bir yapıdaydı. Elbette yakalanınca da bahaneleri hazırdı; “teslimiyeti olmadığı için… Kalbinde itiraz olduğu için böyle bir imtihanla yüzleştirildi…” gibi laflar bu gibi durumlar için en uygun jargonlardı.. Bütün bunları, ayrıntılarıyla Movlevi Seyyaf’a anlatmak isterdim; ama anlamayacağını, anlayamayacağını da çok iyi biliyordum. Hatta söylersem eğer; belki de mukaddesatla alay ettiğimi iddia edecekti. Faydası olmayacağına inandığım için sustum, orada bulunan hiç kimseye de o gizemli gecede yaşadıklarımızı anlatmadım.

***

Bir süre sonra bizi yalnız bırakmışlardı. Arkadaşlarla, ne yapacağımız konusunda konuşuyorduk. Fatih, Cihad ve Kaya, artık işin giderek sulandığını, cihad için geldiğimiz bu topraklarda, üzerimizde oyunlar oynandığını ve bu kavramın da (cihad) artık zihnimizde yozlaşmaya başladığını belirterek, Afganistan’ı terk etmeye karar verdiklerini söylediler. Biz, gitmelerini istemiyorduk. Birlikte olmanın daha hayırlı olacağına dair, bizi bu yola çıkaran inancımızı delil olarak ileri sürdük. Ancak tatsız olayların da ötesinde, arkadaşların hastalık durumlarının devam ediyor olması ve yaptıklarımız karşısında yoksul halkın ekmeğini bizimle paylaşması, ruhumuzu sıkmaya devam ediyordu. 

Bölge komutanı Abdulhadi’nin yanına gittik. Zabid Kadir’in bize baskı yaptığını ve bizi başka bir gruba göndermek istediğini, buna itiraz ettiğimiz için de bizi silahsızlandırmak suretiyle cezalandırmak istediğini bildirdik. Zahid, Seyyaf’la yapılan yazışmalardan sonra, silahlarımızı bırakmamız gerektiği bilgisini bildirmemiz üzerine, Abdulhadi, “üzülmeyin ve isterseniz benim grubuma katılabilirsiniz” diyerek bize büyük bir moral ve destek vermişti. Zabit’in kardeşi gerekli yazışmaları yapmıştı, gelip bizden özür diledi. Ben, özür dilemenin hiçbir anlam ifade etmediğini, geldiğimizden beri sürekli buna benzer muamelelerle karşılaştığımızı ve tahammül edilmeyen durumlara sabrettiğimizi söyledim.  Bu sert çıkışı bizi bırakıp gitmek isteyen arkadaşların öfkelerini yatıştırmaya yönelikti, ancak onlar kesin kararlarını vermişlerdi. Aylardan beri ısrarlarımız üzerine devam ettirdikleri yürüyüşün artık son bulmasını istiyorlardı.

***

Ümmet bilinciyle, Afganistan’a gelen sadece biz değildik. Halkı Müslüman olan bütün ülkelerden insanlar vardı. İstisnalar hariç, dışarıdan, savaşmak üzere gelenlerle mücahitler arasında ciddi sorunlar vardı. Her şeyden önce gelenler, şartlara ve ortama alışmakta zorluk çekiyorlardı. Buna ilave olarak, sorunlardan kaçanlar Afganistan savaşını bir kurtuluş olarak görüyor ve savaş topraklarına ayak bastıkları an, gördükleri rüyanın aslında gerçek olmadığını öğreniyorlardı. Kendi ülkelerinde gelişen, ilkesizliklerden, siyasi yozlaşmalardan, halk eksenli inançlardan, içten pazarlıklı ilişkilerden, ihanetten, ümitsizliğin mücadeleyi esir almasından, çözümsüzlükten, savrulmaktan, mücadele alanında pratik kararların alınamayışından, ciddi bir mücadele modelinin ortaya konamamasından ve bundan da önemlisi zorlaşan mücadele şartlarından kaçanlar, geçmiş mücadelelerine sahip çıkmayanlar kolay bir yöntem olarak savaşan topraklara sığınıyorlardı. Sorunların hiç bir yerde değişmediğini gördüklerinde ise, umutsuzluğa ve geçmişe yönelik ciddi eleştirilere başlıyorlardı.

Afganistan, zor bir savaştı. Halkı, gelenekleri, İslami yapısı farklı olmakla birlikte savaşın bizzat kendisi zordu. Halkı yoksul olan bir ülkede savaşmak kolay değildi. Bundan dolayı bir taraftan İran/Arap ülkelerinin yardımını kabul etmek zorunda kalıyor, diğer yandan Pakistan üzerinden ABD ve Batı ülkelerinin komünizm karşıtı desteklerini alıyorlardı. Aracılar, yardımın dağıtılmasında her zaman adil olmuyorlardı. Ya taraftarlarını güçlendiriyorlardı veya yardım Pakistan pazarlarında satılacak şekilde el değiştiriyordu. Gelen silahlarda da aynı şey söz konusuydu. Ülkenin tamamı savaş alanıydı, her taraf savaş ateşiyle yanıyordu. Halk yoksul, komünist işgaliyle birlikte yağmalanan ülkenin yoksul kesiminden insanlar işgale karşı savaş verirken ilk başlarda olmayan organize, daha sonralarında cemaatler, hizipler eliyle sistemli bir hale geliyor ve dış bağlantıları güçlü olanlar daha teçhizatlı, organizeli bir şekilde bölgesinde hâkimiyetini kurmaya çalışıyordu. Bunların dışında dış desteği ve bununla birlikte gelen vesayeti kabul etmeyenler, büyük operasyonlarla büyük ganimetler elde ediyor ve onunla birliklerini ayakta tutmaya çalışıyorlardı.

***

Bütün olumsuzluklara rağmen, genç mücahitlerin yüreğinde bir umut ışığı olma pahasına zorluklara direnmiştik. Enfeksiyon kaynaklı hastalıklara, yoksulluğa, içinde kurtlar yüzen Soğrut suyuna, densizliklere, daha önce hurafe kabul ettiğimiz inanca dönüşmüş geleneklere rağmen, ayakta kalmaya çalışmamıza Zabit komutan çelme taktı ve zorla silahlarımızın alınmasına karar aldı. Biz bu duruma hiçbir şekilde rıza göstermedik. Ancak, Abdulhadi’nin silahları teslim etmemiz yolundaki telkinleri sonucunda onu da kırmamak adına silahlarımızı teslim ettik. Cihat, Fatih, Hüseyin ve Abdullah (Mehmet Kaya) bu silahsızlanmayı hazmedemediler. Aslında ben de aynı tepkiyi duyuyordum, ancak Abdulhamit ve Mustafa’yı yalnız bırakmamak için onlarla kalmak gerektiğini düşündüm ve onlarla kaldım.

Yazın sonlarına doğru onların gidişi yüreğimizi burkuyordu. Yapacak bir şey yoktu, bundan fazla diretmek de artık mantıklıca olmazdı. Ölümün en yakın olduğu alanda pekişen dostluklarda ayrılık zordu, ama biz Balabağ’da onların ayaklarından çıkan tozlara bakarken bile, ümitlerimizin aslında onların ayakları altında ezilmekte olduğunun farkında değildik. Duygu anaforunda dibe doğru çöküyorduk. Buna rağmen Abdulhadi komutan ve özellikle genç mücahitlerin duygusal bakışlarında, bütün sıkıntı ve özlemlerimizi, inancımızın yoğurduğu sevgi yumağı içerisine gömüyorduk.

***

Balabağ bölgesinde dinlendiğimiz bir esnada, tankların yeniden Painsultanpur’a saldırdıkları haberi geldi. Saldırının bölgeye vereceği acıdan, ölümlerden veya meydana gelecek yıkımlardan dolayı üzülmemiz gerekirken, savaşabileceğimiz ümidiyle sevinmiştik. Çünkü biz, savaşı, kötü sonuçlarını, düşünecek durumda değildik. O kadar zahmetli yoldan sonra Sovyet işgalcilerine kendi gücümüz nispetinde ders vermek istiyorduk. Yine petularımızı belimize bağlamıştık. Mücahitler de bizim kadar heyecanlıydı. Savaşa yetişmek için ayaklarındaki çepi (sandalet)’leri yolun kenarlarına atıyor, yalınayak koşuyorlardı. Abdulhamid’e RPC-7 verilmişti, ancak ihtiyaç dışında ateş etmemesini tembihlediklerinden, olur olmaz kullanması yasaktı. Çünkü mermisi pahalıydı. Hamido’yla şakalaşıyorduk. Oraya varmadan savaşın biteceği yolunda kanaatlerimiz vardı. Çünkü Ruslarla kurulan sıcak temaslara, geç kalmak ya da yetişememek gibi bir kaderimiz olduğuna inanacaktık neredeyse. Gece, mücahitler işgal güçlerinin merkezlerine yakın bir yerden geçince çatışma çıkmış ve onun üzerine karargâhlarını korumak üzere tanklar bölgeye gönderilmişti. Sabaha kadar rastgele ateş açmışlar ve mücahitler de onlara karşılık vermişti. Dört mücahit değişik yerlerinden yaralanmışlardı. Savaşı haber alan bütün mücahit grupları yardıma gelmişlerdi. Bölgenin en iyi savaşçı grubu Asıf Han da buradaydı.

Zaman geçirmeden, işgalci güçlerin karargâhının bütün çevresini araştırdık, hiçbir tank kalmamıştı. Bize gelen haberlere göre, gece saldırısında Sovyet askerlerine destek veren bir komünist varmış. Onun evini muhasara ettik ve baskınla içeri girdik. Ancak, durumdan haberdar olan komünist, bütün yakınlarını alarak kaçmıştı. Hayvanları ve diğer eşyaları olduğu gibi duruyordu. Hayvanlar ve eşyalar ganimet alındı. Ayrıca, büyük erzak stoku hepimizi hayrete düşürmüştü. Bulunan silah ve cephane de bölüşüldü. Bu kez de çatışmalara girmeden geri dönüyorduk.

***

Sakin geçen uzun bir zamandan sonra, sıkıldığımızı dile getirmeye başladık. Giden arkadaşlarımızdan sonra, istediğimiz bir gelişme olmayınca biz de geri dönmeye karar verdik, ancak ne yaptıysak Abdulhamid’i geri dönmeye ikna edemedik. Kalmak istememe rağmen, Mustafa’nın ısrarlarına dayanamayıp Pakistan’a geri dönmeye karar vermiştim. Zorlu yolu hatırlayınca, ömür boyu burada kalmayı düşünmenin duyguları içerisinde yeniden geri dönüş hazırlıkları yapıyorduk artık. Kalabalık bir grup vardı ve bu kez daha farklı bir yoldan gidecektik. Ancak, bu kez daha antrenmanlıydık ve tecrübeliydik. Geldiğimizden beri yürümediğimiz gün yoktu, dolayısıyla zorlanmayacaktık. En azından öyle düşünüyorduk.

Cepheden ayrılma belgelerimiz hazırlanıyordu. Cepheden kendi isteğimizle ayrıldığımız konusunda bir mektup yazılıyor ve altına da bölge komutanının imzası ve mührü basılıyordu. İran’da düşüncemize uygun olarak Abdulhamit’in icat edip yakıştırdığı  ‘Çavuş’ soyadım, bu kez ‘Muhacir’ olmuştu. Belgeye İbrahim Muhacir, Mustafa ve diğer mücahitlerin isimleri yazılmış ve istemesek de Tuncer’in deyimiyle “Hamido”muzun gözlerini yaşartan en sevmediğimiz ayrılık saati gelmişti. Ölüme en yakın olduğumuz savaş topraklarından ayrılmak, hiç birimizi mutlu etmiyordu, ama çaresiz gitmemiz gerekiyordu. Rüyalarımıza girmiş olan bir cihadın içerisinde, istediğimiz performansı gösteremeyince huzursuzluk yaşıyorduk.

Tek sıra halinde ve yanımızda silahlı mücahitlerin eşliğinde sabahın karanlığında başladığımız Pakistan’a geri dönüş yürüyüşümüzü ikindiye kadar, ağaçların arasından sürdürdük. Gönlüm bir türlü huzur bulmuyordu. Bir taraftan, Abdulhamit’in tek başına ne yapacağını düşünüyordum ve diğer yandan Peşaver’deki arkadaşları merak ediyordum. Peşaver’e doğru giderken Abdulhamit Turgut’a yetişebileceğimi ve neden cepheye yanımıza yetişmediğini sormayı, bunun esprisini yapmayı planlıyordum… Akşama yakın bir zaman, bir köye sığınmıştık. Köyde kalan birkaç evden patlıcan ve bamya yemekleri gelmişti. Ekmeğimizi bandırarak, karnımızı doyurduğumuz yemeği ikram eden köylülere minnet borçlu olduğumuzu belirtiyorduk. Köylüler de, bizim varlığımızdan duydukları mutluluğu dile getiriyorlardı. Oysa biz olmasak da, yemek vermek zorundaydılar. Eğer kendi bölgelerinde savaşa rağmen kalmaya karar vermişlerse, mücahitlere yemek vermek zorundaydılar. İkramda ihmal etmeleri, gevşemeleri veya bahanelere sarılmaları şiddetli bir şekilde dövülmelerine vesile olabilirdi. Sabah kahvaltısında çay, ekmek getirmeyen veya yemek zamanında diğer köylüler gibi ikramda bulunmayan köylülerin, yere yatırılarak sopalarla dövülmelerine şahit olduğumuzda bir yandan hayret etmiş ve diğer yandan da silahlı bir mücadelenin ne kadar zorluklarla sürdürüldüğünü görmüş ve derin derin düşünmüştük. Başımızdaki askeri sorumlu, ertesi gün uzun ve yorucu bir tırmanış yapacağımızı, dolayısıyla o gece köyde kalıp dinleneceğimizi söylemişti.

***

Mustafa ile ben, Mücahitlerle geç saate kadar sohbet ediyorduk. Dağ eteğindeki kısa bir uykunun şehirdeki gün boyu devam eden uykuya bedel olduğunu iyi biliyorduk. Türkiye’de İslamcılığın geldiği noktayı, askeri darbenin savrulmamıza ve mücadelenin kırılmasına sebep oluşuna ve şu anda içinde bulunduğumuz çaresizliğe dair konuştukça konuşuyorduk… Gerçeklerimizle yüzleştiğimiz zaman, geçmişle gelecek arasındaki irtibatın, bir daha sağlanmayacak şekilde koptuğunu görüyorduk. Tam net bir şekilde olmasa da, mücadelenin devamlı olarak kesintiye uğramasının ve her defasında yeni baştan ve yeni arayışlarla sürdürülmesinin anlamını kavramaya çalışıyorduk. İran Devrimi, zihnimizdeki yeni modelin kaynağı haline geldiğinden, bir hareketin ulema önderliğinde hedefine olaşabileceği inancı zihnimizde daha fazla pekişiyor ve geçmişte ulemadan uzak durduğumuzdan dolayı travmalar yaşıyorduk. Sonuç olarak, kopya düşüncelerin çoğu zaman bizim şartlarımıza uymadığı, Türkiye Müslüman aydınlarının bu kolaycılıktan dolayı düşünce üretemediği, bedel ödememek için ortamın havasına uydukları görüşünü de dillendirmeye başlıyorduk. Müslümanların öncülüğünü yapan aydınların, beyin tutulması bir duruşla sürekli mücadelenin şartlarından uzak durmaya çalıştıklarını; durum böyle olunca da mücadele içerisinde olgunlaşıp, pişmediklerinden dem vuruyor, Şeriati’nin "ben rahat olanların rahatını bozmaya geldim" dediği duruşun aksine, bizim aydınların, rahatsız olmamak için, başkalarını rahatsız etmeyen bir konumda olduklarına... Hal böyle olunca da, meydanlara yüz binleri çektiğimiz zaman, bütün sorunların üstesinden geleceğimizi sanmıştık. Oysa bu kalabalıkları toplayan, yönlendiren veya onları eylemlerin içine kadar çeken İstanbul’da İKO’cu olarak tanınan bir grup samimi insandı. Sedat Yenigün, Şehmus Durgun, Edip Yüksel, Dr. Remzi mücadelenin içerisinde olan ve uyuyanları uyandırmak için bedel ödemeye hazır olan o zamanın en iyi aydınlarıydı. Mücadele alanında bütün olumsuzluklar karşısında bedel ödeyenler, var olduklarını ispatlıyorlardı. Diri bilinçle, gözü kara bir şekilde inandıklarını eksiksiz bir şekilde hayata yansıtmanın mutluluğu yüzlerine yansıyan bu samimi insanlar, çoğu zaman statükonun, geleneklerin, alışılagelen doğru bilinen yanlışların duvarına da çarpıyorlardı. Hakim İslamcı statüko, çoğu kez kendilerinin dışındaki bir oluşuma, düşünce inşasına tahammül edemiyor ve onları yıldırmak için küçük yaftalarla onları devre dışı bırakmaya çalışıyordu. Buna rağmen sokaklarda olan, meydanları dolduran, Müslüman’ın onur ve haysiyetini ayakta tutmaya çalışan bu insanlar ya zindanlarda, ye mezarlarda veya baskılara rağmen direnişlerini sürdüren bir konumdaydılar. Bir avuç militan ruhlu Müslüman’ın bütün alanlara koşturmasının yanında, iktidarın imkânlarından yararlanarak zenginleşen, holdingleşen kesimlerin eleştirilerine, engellemelerine de maruz kalmıyor değillerdi.

***

Mustafa ile sohbetimiz, ta geçmişle köprüler kurmaya, oradaki hatıraların bu uzak diyarlarda aynıyla olmasa da bir şeklide benzerini gördüğümüzden bağlantı kurarak anılarımızım zihnimize hücum etmesine, bizi heyecanlandırmaya, coşturmaya yetiyordu. Zaten her yalnız kaldığımızda, birbirimizleyken, memleket anıları anlatıyoruz. Bu, dönme isteğinden çok geliş amacımızla bağlantılı bir söz açış. Yani misyon sahibi kimselerin durum değerlendirmesi psikolojisi. Dersler çıkarma çabası, fotoğraf çekme çabası gibi…

Firarda olduğum dönemde gittiğim İstanbul’da, işte bu kesimden tanıdıklarımız -onların tabiriyle normalleştirmek için- beni bir iş yerine yerleştirmeye karar vermişlerdi. Geleneksel terbiyemizden dolayı onlara isyan edemiyorduk, ama bir yere bağlanmamak için de elimizden geleni yapıyorduk. Israrlar karşısında çaresiz olarak, İzmit Saka kâğıt fabrikasında çalışmak üzere beni götürmelerine rıza göstermiştim, ancak genel müdür Kemal Unakıtan umreye gitmişti. Beni götürenlerin üzülmelerine karşılık ben sevinçliydim. En azından İstanbul’daki arkadaşlardan uzaklaşmayacaktım. İstanbul’da MTTB merkezine götürüp, beni oraya teslim ettiler. Kasım Yapıcı bir yazı yazarak beni Milli Gazete’ye gönderdi, itiraz etmeden beni abone bölümüne aldılar. Onlara firarda olduğumu söylemememi istemişlerdi. Öyle de yaptım, zaten sır saklamaya alışıktım. Burası biraz bana uyuyordu. Daha çok basın ilanlarını almak maksadıyla çıkardıkları Yeni Devir gazetesindeki insanlarla sıcak bir diyalog kurmuş ve o zaman ‘Moro Destanı’ ismiyle yazılan şiirleri ezbere okumaya başlamıştım. Fatih Sofular çay evinde bizimle birlikte oturan, ancak her yönüyle bizimle ayrışık duran Akıncı Güç mimarı S. Mirzabeyoğlu’nun hayranı kesilmiştim.

Gündüz gazetede çalışıyor, gece de Fatih camisinin çevresinde Metin Yüksel ve ekibiyle buluşuyorduk. Kimi zaman sabahlara kadar süren yol kesme, kontrol yapma, yazı yazma, afiş asma veya sol kesimin kurtarılmış bölgelerine girip sloganlarının üzerine kendi sloganlarımızı yazma eylemlerimizden dolayı, çoğu zaman gazeteye uykusuz gidiyordum. Gündüz yapılan eylemlere katılmak istediğimde de çoğu kez, idare müdürümüz izin vermiyor ve bu durum da aramızda tartışmaların çıkmasına sebep oluyordu. O, benim büyükler gibi tavır takınmama bozulmuyor ve MTTB emaneti olarak bana sürekli hoşgörüyle davranmaya çalışıyordu. Ben ise, zillet ve esaret olarak gördüğüm bu bağlılığımı sona erdirmeyi düşünüyordum.

Gazete de bir türlü dikiş tutturamıyordu. Sürekli tiraj kaybediyordu. Erbakan Hoca’nın müdahalelerinden bıkan yazarlardan birçoğu gazeteden kopmuş, geriye kalanlar ise hizmet anlayışından çok memur zihniyetiyle hareket etmeye başlamışlardı. Onlara özenerek ben de isyan ediyordum, ama genç birinin psikolojisi gözüyle bakıyorlardı çıkışlarıma. En sonunda istifa mektubumu yazdım ve ayrılacağımı söyledim. Müdür, kendisine bir iki gün müsaade etmemi istedi; ben itiraz etmedim ve iki gün işe gitmedim. Gittiğimde gazete merkezinde, uzun bir zamandır Erbakan Hoca’nın gazetenin başına geçirmek istediği Kemal Unakıtan vardı. Benimle konuşmak istiyordu. Uzun zamandır abone işlerinin başında olduğumdan, bu alanın aksamaması için yeni gelen personeli bir süre yetiştirmemi istedi, kabul ettim.

Gelen personeli yetiştirme günlerinde müdürümüz de aradaki kırgınlığı gidermek için bana iyi davranıyor, yemeğe götürüyor ve çalışmayı sürdürmemi istiyordu. Ben inatla onunla birlikte çalışamayacağımı söyledim. O zamanlar gazete Günaydın gazetesi tesislerinde basılıyordu. Kısa bir süre sonra, Milsa tesislerinin kurulduğunu haberini aldık. Birkaç gün sonra, müdür yanıma geldi ve “Biliyorum, sen benimle çalışmak istemiyorsun. Tamam, biz de seni Milsa’nın bir bölümüne genel müdür tayin ettik!” dedi. Benimle dalga geçtiğini tahmin ediyordum, ama çok ciddi durduğu için ses çıkarmadım. Durumu bana Kemal Bey anlatacaktı. Zaman geçmeden, Kemal beyle hareket ettik. İstanbul’un dışına çıkıyoruz, ama ben nereye gideceğimizi sormuyorum, sadece gördüğüm tabelalardan Çatalca ve ardından Tosunköye vardığımızı fark ediyorum. Kemal Bey’le Tosunköy’ün stabilize yolunu bitirdikten sonra daha önce ismini sıkça duyduğum Selametköy’e varıyoruz. Yolun kenarından örnek olarak yapılan iki katlı -o zaman daha yeni üretilmeye başlanan ‘ytong’dan mamul- villa şeklinde bir yapı var. Ancak, kapı pencereleri daha takılmamış. Kemal bey bana “senin yeni görev yerin burası, hiç kimse sana karışmayacak. Bütün personel senin emrinde olacak ve sen buranın müdürüsün!” diyordu. Müdürlük aramıyorum, ama özgür olmak hoşuma gidiyor. Hemen karşımızda Hürriyet gazetesinin Terkos gölünün çevresindeki eteklere yaptırdığı Sovyet yapı tarzındaki villalar duruyor. Yüzlerce villa ve yüksek binalar var; dış boyası bile yapılmış, ancak içme suyu havzasında olduğu için ruhsat verilmemiş. Yüklü harcamalarla yapılan yapılar orada metruk bir halde çürümeye bırakılmış.

Selametköy’ün müdürü ve daha önceki tabiriyle genel müdürü olarak, bir bekçi ve bir de çoban personelim var. Ayrıca orada tutulan bir İngiliz atı var. Patronlar zaman bulduklarında gelip binmek için almışlar, ama o ata binmek, benden başka kimseye nasip olmadı. Parselasyonu yapılmış, gelen müşterilere yerlerini göstereceğim. İşim bu. Onun dışında gün boyu özgürüm. Ata binip tek namlulu kırmamla ormanları, dağları, Terkos gölünün çevresini dolaşıyorum. Gelen müşterilerden Selametköy’ün gerçeğini de öğrenmeye başlıyorum. Mahmut Efendi ve İskenderpaşa müritlerinin çoğu, bütün imkânlarını zorlayarak buradan arsalar almışlar. Gelinlerinin, hanımlarının elindeki son yüzüğe kadar satıp burada arsa alanlar, büyük bir İslami yerleşim alanının kurulacağını hayal ederek, İslami kurallara göre şekillenecek bir hayat tarzının planlarını kurarak geliyor ve bir türlü alınamayan ruhsat izninin verilmesi için MSP’nin bir an önce iktidar olması özlemiyle yanıp tutuşuyorlar…

Milli Gazetenin öncülük edip sattığı bu parsellerin parasıyla, Milsa tesisleri açıldı. Arazinin düz olan kesimlerinde de yılda neredeyse iki ürün alınıyordu. Sürüler halinde sürekli koyun yetiştirilip, satılıyordu. Arada bir çobanın “kurt geldi!” diyip havaya ateş açması ve 2-3 koyunu kesmesi bir gelenek haline gelmişti artık. Koyunlardan biri idare müdürüne gittiği için itiraz da edilmiyordu. Burada da rahat durmuyor ve Selametköy arsalarında yetiştirilen arpanın yüksek fiyat veren Bira fabrikasına satılmasına muhalefet ediyorum. Zaman geçtikçe, akşam evine ekmek götürme sıkıntısı çekenlerin bütün varlıklarını ortaya koyarak aldıkları bu arsaların gerçeğini daha iyi anlıyorum. Köylüler burada ev yapılmasına hiçbir şekilde izin verilmeyeceğini söylüyorlar. Arsa, içme suyu havzasında yer alıyordu

Sıksık Tosunköy’e, cami imamını ziyarete gidiyorum. Her gittiğimde yeni bir gariplik yaşıyorum. Ramazan gününde, dükkânın arka bölmesinde içki içip Cuma namazında ön safa duranları, kadınları hiçbir şekilde dışarı çıkmayan, çıktığında da kim olduğu belli olamayacak şekilde üzerine köhne bir çarşaf giyen kadınları, düğün gecelerindeki müptezel bir şekilde açılan, düğün törenleri için traktörlerle içki getiren, mevlit törenlerinde bile sofralarını teberrük olsun diye içkilerle donatan, yardım toplamak için köye gelen Süleymancı tebliğcilerin “Bir gün peygamber camide otururken, aksakallı bir zat geldi ve peygambere Kur’an’ı öğretti ve ardından da kim başkasına Kur’an öğretir veya Kur’an kursu yaparsa bu kadar sevap alır…” şeklindeki sözlerine ilahi bir mesajmış gibi inanan köylülerin sözüne inanmak istemiyorum. Ama zaman geçtikçe Selametköy konusunda doğru söylediklerini görüyorum. Havsalam, oynanan oyunu kendi mustaz’af halkımıza anlatmamın gerektiğine gönüllü ve kaçınılmaz olarak hükmettikten sonra, kendi penceremden onlara olayı anlatmaya çalıştığımı fark eden personel müdürü, elinden geldiğince müşterileri köye göndermemeye çalışıyordu. Bir komedi ve trajedi anaforunda çalkalanıyordum.

***

Mustafa ile sohbet ederken ilk gençlik yıllarıma işte böyle uzanıveriyor, hatırladıkça içimdeki öfke ve adaleti nasıl birbiri ile uyuşturabileceğimi bilemiyordum. Arsa sahiplerinin sözlerini ve yoksulluklarını Mustafa’ya anlatırken içim sızlıyor ve onun ısrarlarına rağmen daha fazla anlatmak istemiyordum. Dışarıda çınarların arasında tahta sedirlere oturan mücahitlerin yanına gidiyor ve onların çaylarına, muhabbetlerine ortak oluyorduk bir süre sonra. Örtündüğümüz petu, yüksek alanın soğuğundan bizi korumaya yetmeyince içeri geçip, yarınki yolculuğa hazır olmak için uyumaya çalışıyoruz. Sabahın ilk ışıkları gizlenen güzellikleri ortaya çıkarmak için çevreyi aydınlatmadan, namazımızı toplu bir şekilde kılıp kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltı dediğim, sıcak çay ve tandır ekmeği. Yazın sonlarına doğru sıcak bir bölgeden buzlar memleketine yolculuk yapıyoruz. Yükseldikçe iliklerimize kadar donuyoruz. Güneşi hiç beklemediğimiz bir özlemle bekliyoruz. Yukarılara çıktıkça yeşile boyanmış dağlar, vadiler, su kenarlarındaki yeşil alanlar silikleşip, kayboluyor. Gündüz vakti geçtiğimiz köy evlerinden yükselen dumanlar, bölgenin soğukluğunu anlatmaya yetiyor. Aralıksız yürüyoruz. Artık köhneleşmiş buzlaşan karların arasından patikaları tırmanıyoruz. Aralıksız gün boyu yürümemiz devam etti böylece.

Akşama doğru yüksek bir dağın eteklerinden yükselen dumanların arasında, yaklaştıkça belirginleşen birkaç ev var. Bitkin bir halde kendimizi attığımız bu birkaç evden oluşan köye vardığımızda artık tükendiğimizi iyice anlamıştık. Zorunlu bir misafirlik bizi bekliyordu. Onların yoksulluğu karşısında ezildiğimizi gören grup komutanı, göreceğimiz şekilde misafir olduğumuz ev sahibine biraz para verdi ve evinin bir köşesini bakkal haline getiren bir köylüden yüklü miktarda erzak alınmasını sağladı. Biz, namaz ve dinlenmeyle meşgul olduğumuz bir anda komutanın yeniden ev sahibine biraz para verdiğini ve bakkaldan bir şeyler almasını söylediğini gördüm. Ev sahibi kısa bir süre sonra, bir torba dolusu malzemeyle geldi. Grubumuzun başındaki komutan, onları kendi malzemelerine yakın bir yere koydu ve üstünü örttü. Yorgunluğun ve temiz havanın verdiği açlık duygusuyla ve bundan da önemlisi misafir olduğumuz evin minnet bakışları arasında ezilmeden doyasıya bir yemek yedikten sonra, sabah erken kalkmak üzere bize gösterilen yerde uyumaya gittik. Hava soğuktu. Hiçbirimiz bu soğuk havaya rağmen, gelenekleştirdiğimiz akşam sohbeti için, dışarı çıkmaya cesaret edememiştik. Soğuk, soğuk olduğu kadar dar olan bu dağın zirvesine yakın bir nevi sığınma mekânı olarak duran köy evinde uyuduğumuz uykunun güzelliğini, kelimelerin anlatmaya aciz kalacağını söyleyebilirim.

Sabahın karanlığında uyandık, köylüler keçi sütüyle ekmek ikram ettiler. Kahvaltıdan sonra petularımızı sıkıca sarıldıktan sonra, sabah namazını kılacağımız noktaya doğru hareket etmiştik. Keskin bir soğuk vardı ve bizim oralardan farklı olarak yanıyordu. Isınmak için hızlandığımızı zannederken, aslında güneş doğmadan zirveyi geçmemiz gerektiği için bu şekilde hızlandığımızı anlatıyor bir yetkili. Dik yamacı adeta koşarak tırmanıyoruz. Isındıkça, biraz da antrenmanlı olan ayaklarımız daha hızlanıyor. Namaz vaktinin girdiği söylenen noktada, çevresi buzlarla kaplı bir su kenarında duruyoruz. Abdest konusunda hazırlıklı olmamıza rağmen, her ihtimale karşılık burada duruyoruz. Seri bir şekilde namazları kılıp yine aynı tempoyla zirveye doğru hızlanıyoruz. Belli bir noktadan sonra, komutan bize kısa bir dinlenme yeri belirliyor ve biz dinlenirken kısa ve seri talimatını veriyor. Geçeceğimiz noktanın her açıdan tehlikeli olduğunu, Sovyet uçaklarının bu geçiş noktasını uzaktan tespit edip saldırıya geçmesinin yanında, zirvede oksijenin az olduğu, güneşe yakalanmamız durumunda kükürt yataklarından sızan gazın artma göstereceğini ve usul olarak düşenlerin kaldırılmadığını, aksinin yapılması halinde her ikisinin de bayılabileceğini ve herkesin kendisini kurtarması gerektiğini söylüyor. Aynı şekilde her birimize bir avuç kuru dut, bir parça kuru soğan veriyor. Ve nefes darlığı çektiğimizde dut yiyip, soğanı da burnumuza sıkmamızı istiyor. Ayrıca, zirveye vardığımız zaman sigara içmemizin faydalı olacağını hatırlatıyor. Bunlardan hiç birisine anlam veremiyorum, ancak içimde de merakla karışık bir endişe de yok değil. Uyarıların ardından yeniden hareketleniyoruz ve yokuşu adeta düz yol gibi koşarak çıkıyoruz.

Bütün zorlamalara rağmen, ortalık tamamen aydınlandığı zaman zirveye varıyoruz. Psikolojik bir yönlendirmeden dolayı sürekli bir şekilde kendimi kontrol ediyorum ve olacakları bekliyorum. Yasak olan sigara burada serbest, herkes keyfince içiyor. Bende bir değişiklik olmadığından sigara taleplerini geri çeviriyorum. Ortaokul döneminde, Rıza Zelyurt ve edebiyat hocamız Ahmet beyin inadına başladığım, tarikat sohbetlerinde Asker Piri’nin gözlerimin içine bakıp “bir daha sigara içmeyeceksin!” şeklindeki uyarısı üzerine bıraktığım sigarayı, tamamen zorlandığımı hissettikten sonra, son çare olarak içme kararındayım. Ancak verdikleri bütün malzeme olduğu gibi duruyordu ve onların çehrelerinde beliren sıkıntıyı bütün ısrarlarıma rağmen bir türlü hissedemiyordum. Nefesim daralsın, burnumdan kan aksın veya başım dönsün/ağrısın istiyorum veya en azından bu kadar anlatılan anı hissetmeden zirveyi aşmak istemiyorum. Buzulların üzerinden zirveye doğru tırmandıkça, ortalık güneşin doğuşuna hazır hale geliyor. Güneş doğmadan önce zirveyi geçmek istiyoruz ve bunun için bütün gayretimizle, yarışı kazanmaya çalışıyoruz. Çoğunun sigara içtiği, kuru dut yediği ve elindeki soğanı sürekli burnuna sıktığı ortamı bütün ayrıntısıyla zihnime kaydediyorum. Bende herhangi bir etkisi olmayınca, yapılanların da daha önceki telkinlerle ilişkili olduğunu düşünüyorum veya ben psikolojik olarak kendimi daha hazırlıklı görüyorum.

Buzulların keskin soğuğu yüzümüzü yakarken başımız sanki göğe değiyor. Dünyanın en uç noktasındayız adeta, bu durum beni olduğundan daha fazla mutlu ediyor. Sandaletlerimiz ayaklarımızı kanatmış olmasına rağmen aldırış bile etmiyoruz. Çoğu yerde bulutlar çok aşağılarda adeta dans ediyor. Fırsat buldukça onların oluşturduğu şekillerden kendimce anlamlar çıkarıyorum. Zirveye ulaştığımızda, sonrasında bizi ne beklediğini merak etmeye başlıyoruz. Zira bütün zorlukların bittiği bir noktada, yeni zorlukların başladığını Afganistan topraklarında adeta ezberlemiştik.

(DEVAM EDECEK)

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum