1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (6)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (6)

20 Temmuz 2010 Salı 02:04A+A-

Yeşil ağaçlar arasında gizlenmiş kalelerinde, yoğun nöbetçi kuleleriyle hazır bekleyen Sovyet askerlerine karşı savaşmak için durmadan mücahitleri eleştiriyor, sıcak bölgelere yakın olmak için yeni gruplara katılıyorduk. Uzun bir zamana yayılan ve bütün tarafların güçlerini ilk işgal döneminde harcamasının ardından, taraflardan her biri kendi konumunu, bölgesini ve elinde bulundurduğu askeri gücü korumaya yönelmiş ve bundan dolayı da kısa aralıklarla sergilenen güç gösterisinin dışında çatışmasızlık yolunu tercih etmişlerdi.

Yaz ortasında, ya harmanlarda ya da mescitlerde yatıyorduk. Harmanlar, zehirli böceklerin saman tozundan dolayı yaklaşamadıkları alanlar olduğundan harman alanları tercih ediliyordu. Geceler soğuk geçiyor, Cihat ve Fatih bir türlü buranın havasına suyuna uyum gösteremiyorlardı. Önemli bir sorunumuz da sigara bulamamaktı. Bizimkiler sigara bulamadıklarından ve bundan önemlisi mücahitler tarafından günaha yakın sigarayla görünmemek için “nesvar”a başlamışlardı. Bir ara, sigara bulamadıkları için kullandıkları “nesvar”ın ishali artırdığını söyleyerek, onların işkillenmelerine yol açmıştım. Mehmet Kaya, Mustafa, Abdullah, Hüseyin ve diğer arkadaşlar, nesvardan çok Afganlıların kullandıktan sonra, bir yerlere tükürmeleriyle ilgileniyorlardı. Özellikle de evlerde, mescitlerde bunu yapmalarından dolayı, sergi altları yemyeşildi. Yine belki bir paket sigara buluruz diye gittiğimiz Balabağ çarşısında, yine ‘nesvar’dan başka hiçbir şey bulamamıştık. Üç küçük kardeşin çalıştırdığı açık hava kahvehanesi her bahaneyle uğradığımız yerlerin başındaydı. Onların erdemli duruşları, ikide bir “Türkiye’de cihat başladığı zaman biz de oraya geleceğiz” şeklindeki irfani sözleri karşısında çoğu zaman hayrete düşüyorduk.

Yine çay içmeye gittiğimiz bir günde, kısa boylu cılız birini yanımıza çağırdılar “bu bölgemizin en büyük mücahidi” diye tanıttıkları adam yanımıza gelip oturuyor ve bizimle sohbet ediyordu. Sohbet esnasında, cebinden bir kese tütün çıkardı ve sigara kâğıdının üzerine biraz tütün koyduktan sonra başka bir cebinden haki renginde ve biraz da tezeğe benzeyen küçük parçaları tütünün içine koymaya başlayınca şaşırdık. Sigarasını sardıktan sonra bize de uzattı ve ardından cebinden o parçacıkları çıkarıp sigarayla birlikte sarabileceğimizi söyledi. Arkadaşlarımın görmemiş olması ihtimali üzerine, biraz da onları uyandırmak için ne olduğunu soruyorum. Soğukkanlı bir şekilde esrar olduğunu söylüyor. “Mücahit, esrar ve biz!”, şeklinde hayretlerimizi dillendiriyoruz. Haram olduğunu, bir mücahidin bunu içmemesi gerektiğini söylüyoruz. Çocuklar bize izahatı yetiştiriyorlar. Bu mücahit Ruslarla savaş esnasında pusuya düşüyor ve bunu kurşun yağmuruna tutuyorlar, düştükten sonra da kurşun yağdırıyorlar, ölmüyor. Uzun süreli ilkel denilebilecek hastanelerdeki tedaviden sonra kurtuluyor. Ancak bedeninde kalan parçalar devamlı bir şekilde baş ağrısı yapıyor ve birisinin tavsiyesi üzerine esrara başlamış. Bu tezadı bir türlü tahlil edemiyor, havsalamızda yerleştirebilecek uygun bir yer bulamıyoruz.

Daha sonrasında vücuduna 46 kurşun isabet ettiğini ve ölmediğini söylediklerinde de yine bir Afgan abartısı diye tebessüm edişimizi görünce “durun, ben size göstereyim siz de sayın!” demişti. Vücudunda kurşun isabet etmemiş hiçbir yer yok gibiydi. Karnı, kafası, burnu, ayakları, elleri, kurşunların kopardığı parçalar neticesinde yamuk-yumuk duruyordu. Ondan öğrendiğimiz kadarıyla başkaları da esrar kullanıyormuş ve Pakistan’daki alışkanlıklar buraya da taşınmıştı.

Uyuşturucunun ne kadar tehlikeli ve İslam dininde haram olduğunu uzunca anlattık. Konuşmalarımızı duyanlar da bize taraf gelmişlerdi. Yaşlıların ve çocukların hayranlıkla bakışlarından veya gelip bizi öpmelerinden sıkılıp, vedalaştık ve yeniden Sultanpur’a doğru yola koyulduk. Akşam, Miraceddin ile bir grup mücahidin komutanı Şems arasında uzun bir konuşma geçmiş, Elazığlı Mustafa konuşmalara kulak misafiri olmuş ve sevinçli bir şekilde bize haberi ulaştırmıştı. Operasyona gidecektik. Şems, mücahitlerden bir grubu ayırdı. Bizden kimseyi ayırmadı, hepimiz katılacaktık. Uzun süren itirazlarımızdan böyle bir şeye cesaret de edemezlerdi. Hazırlık olarak, petularımızı belimize sıkıca bağladık ve namlularımıza mermileri sürerek yola koyulduk. Koşarak, adeta uçarak yürüyoruz. Komünistlere karşı savaşmak, bilinçaltında yatan değerlerimizden ayrı değildi. MTTB kökenli Müslümanlar olarak, yıllarca en büyük gayemiz bu çerçevede komünistlerle mücadele etmek olmuştu. Toplumda İslami bir yapılanma olarak kendimizi tanıtsak bile, pratikte bunu başaramamıştık. Anti-komünist ve ırkı önceleyen kimlikten büyük ölçüde uzaklaşma çabalarına rağmen, Türklükle İslam'ı birbirine kaynaştıran sentezci anlayıştan bir türlü uzaklaşma imkânı bulunamamıştı. Konferanslarda, gösterilerde, mitinglerde "Tek Yol İslam" diye bağıran MTTB'li gençler olarak, ırkçılığı reddettiğimiz halde, bin yıllık tarihi öncelemekten, Türkiye'yi Orta Doğu'nun lideri görme saplantısından, Osmanlı Devleti'ni "iman medeniyeti" olarak abartmaktan, Türk kültüründeki manevi unsurlarla övünmekten kurtulamamıştık. Dolayısıyla ırkçılığı telin etsek bile, onların mücadele alanındaki aktörleriyle aynı dili kullanmaktan, işbirliği yapmaktan ve Osmanlıyı kutsalların başına yerleştirmekten kendimizi alamıyorduk.

İşte şimdi, memleketimize komünist belasını musallat edenlerin efendileriyle karşı karşıyaydık ve onlarla buluştuğumuz zaman bunun hesabını soracaktık. Güneş daha çevremizi aydınlatmamıştı ve biz hedefe çok yakın bir yerde namazlarımızı kılmış bekliyorduk. Zira hedefimizin çevresi mayın doluydu ve bunlar ancak aydınlıkta seçilebilirdi. Harekete geçtikten sonra, üç gruba ayrıldık ve her birimiz değişik yönlerden mevzilendik. Sağ tarafımız tamamen mayın doluydu ve aydınlıkta rahatlıkla üzerindeki toprak şeklinden anlaşılabiliyordu. Esasen onların da gayesi gece baskınlarından korunmaktı. Biz, içi yeşilliklerle kaplı ve çevresi yüksekçe kerpiç duvarları olan bir kalenin hemen önünde bulunan toprak bir evin çevresine mevzilendik, arkadaşlarımız da kamışlıklar ve yüksek otlar arasında mevzilendiler. Daha fazla yaklaşmaya fırsat bulamadan, üzerimize yağmur gibi kurşun yağmaya başladı. Mücahitler “naray-i tekbir” deyip, yüksek sesle tekbir çektiklerinde ise kıyamet kopmuş gibiydi. Biz de ateş etmeye başlamıştık, komutanımız slogan attıkça savaş daha da şiddetleniyordu. Şems, Mustafa, Cihat, Hüseyin, Abdullah ve Fatih ile aynı mevzideydik ve az sonrasında Abdulhamit de yanımızdaydı. Gözetleme kulelerine, bayraklarına durmadan ateş ediyorduk. Kerpiç harabenin köşesinden duvar üstünde veya gözetleme kulesinde seri şekilde gelişen hareketliliği gözlüyordum ki, karşıdan tam anlımın kenarındaki duvara 3 kurşun üst üste isabet etti. Duvardan kopan parçalar, yüzümü toz toprak içinde bıraktı. Ateş edenin keskin nişancı olduğunu anlayınca, o öfke ile duvarın üst çizgisinde ne gördümse taramaya başladım. Bana ateş edilmesinden sonra, Abdulhamit’e ve diğer arkadaşları kendilerini iyi korumaları, dikkat etmeleri yolunda uyardım. Açtığım ateşten sonra, Şems elindeki megafonla yeniden tekbir çektirdi ve onların ateşlerinin kesilmesiyle birlikte daha açıktan sloganlar yükselmeye başladı. Karşı taraftan da seyrek de olsa ateş devam ediyordu. Bir ara tamamen ortalarda duran Şems’in, sert bir şekilde yere düştüğünü gördük. Komünistler de yeniden toparlanmış ve kaleye gireceğimizi, muhasara altında olduklarını zannedip büyük bir panikle her tarafa ateş ediyorlardı. Şems orta yerde yığılmıştı. Ne yapmamız gerektiği konusunda zihni şaşkınlık yaşadığımız bir zamanda, Mustafa atik bir şekilde ateş ederek yerde yuvarlandı ve karşı tarafın ateşini kesti, bir elle ateş ederken diğer elle de komutanı ateş alanından sürükleyerek geriye doğru çekti. Her birimiz bulunduğumuz yerden ateş ederek, karşı ateşi tamamen etkisiz hale getirdik. Şems vurulduktan sonra, tadımız kaçmıştı. Onu bir süre omuzlarda taşıdık ve mahalle içerisine geldikten sonra, tahta bir divanın üzerine uzattık. Dizkapağının üzerindeki bölgeye isabet eden kurşun küçük bir nokta şeklinde girmişken, çıkışta büyük bir parçalama meydana getirmişti. Mücahitler, bunun “Kelekof” mermisi olduğunu söyledi. Kaleşnikof boyutunda, namlu ve mermisi biraz daha ince olan bir Sovyet silahıydı. Sadece komutanlara dağıtılan ve özellikle İsrail’in “yuzi” silahına rakip olarak üretilmişti. En son bölge komutanımızın omzunda gördüğümüz silahtı bu. Ruslardan ganimet alındığı zaman yine, mücahitlerin komutanlarına veriliyormuş. Mermide de sıkıntı çekmiyorlardı, bittiğinde uyuşturucu karşılığı bol miktarda temin edilebiliyordu.

Yaralı komutan omuzlarımızda, şeker kamışlarının ve mısır tarlalarının arasından karargâhımıza dönüyoruz. Her geçtiğimiz yerleşim alanlarından halk bizi karşılıyor ve üzüntülerini dile getiriyor. Aslında düzenlediğimiz operasyon sadece taciz ve korkutma amaçlıydı. Buna rağmen köylüler, fazlaca ölü ve yaralılarının olduğunu hemen bize ulaştırdılar. Onların bizim arkamızdan gelmelerine, mücahitlerin ölümün üstüne korkusuzca gittikleri düşüncesi engel olmazsa, belki moral bozukluğuyla, düzensiz bir şekilde karargâha doğru gitmemiz esnasında birçoğumuzu vurabilirlerdi. Ruslar, Afganlıların gözü karalığını bildiklerinden sadece kendileriyle meşgul oluyorlar ve para veya komünist ideolojiyle hizmetlerinde kullandıkları milisler veya eski feodal silahlı güçler olmasa bu kadar zamandır buralarda sıkıştıkları kalelerde durma imkânlarının da olmayacağını iyi biliyorlar.

Komutanı karargâhımıza ulaştırıyoruz. Yolda yapılan ilk müdahaleden sonra, cephede bulunan doktorlar, seyyar hastanelerde müdahale ediyor ve ertesi gün Peşaver’e uğurluyoruz. İnsanların veya katırların sırtında götürülüyor. Burada kaldığımız sürece onlarca araç ambülâns ganimet olarak alındı, ancak mücahitler yeniden Rusların eline geçmesin diye hızlı bir şekilde imha ettiler. Daha önce ganimet alıp, gizledikleri askeri tankların, araçların daha sonra Rusların eline geçmesi ve onların yeniden faal olarak kullanmaları böyle bir geleneğin yerleşik hale gelmesine sebep olmuştu. Yoksa bulunduğumuz noktadan sonra kontrol tamamen mücahitlerin elindeydi.

En önemli yiyeceğimiz bamya ve patlıcan. Arkadaşlardan birçoğu buna alışamıyorlar ve ishal durumları devam ediyor hala. Fatih veya Cihat kimi zaman dere kenarına gidiyorlar ve gün boyu aç kalma pahasına oradan yukarı çıkamıyorlar. Düşüncemizde Mezarışerif’e gitme vardı. Bu durumu görünce yeniden düşünmemizin gerektiğini konuşuyoruz. Zira yol yirmi güne yakın bir uzaklıkta. Bizi oraya cezbeden en önemli olay, Tuncer’in, mücahitlerin at üzerinde savaştıklarını söylemesi. Bir de Özbek olmaları buna eklenince ısrarla oraya gitmek istiyoruz, ancak o tarafa giden hiçbir mücahit gruba denk gelmiyoruz. Yol bilmediğimiz için de kendi başımıza hareket edemiyoruz. Bölge komutanımız Zahid’e durumu anlatıyoruz ancak, sabretmemizi istiyor. Onunla her konuşmamızda, bize çok değer verdiğini tekrarlıyor ve bizim Hizb-i Selamet bağlıları olarak mücahitlerin arasında bulunmamızı övgüyle anıyor. Biz ona her ne kadar Selamet bağlıları olmadığımızı söylesek de onlar Türkiyeli her müslümanı bu parti bağlısı olarak görme geleneklerini değiştirmek istemiyorlar. Rivayetlerle hayal ettikleri bir yapı vardı ve biz de onlar için o hayalin bir parçasıydık.

En küçük bir yanlış davranışımızda, bu parti bağlılarının kültürlü, İslami birikimli insanlar olduğunu ve bizi kendilerine örnek aldıklarını söylemekten çekinmiyorlardı. Elbette, çoğu zaman Afganistan’da din kaynaklı rivayet geleneği bize serzenişte bulunmalarına yol açıyordu. Onların, dinin bir parçası olarak gördüğü bu geleneğe, psikolojik bir tepki içerisindeydik. Dolayısıyla, açık kapı bulduğumuzda muhalefet etmeye çalışıyorduk. O da hemen göze batıyordu. Bir de arkadaşların özel günler için sakladıkları bir paket sigara sorun oluyordu. Hiçbir şekilde bizim sigara içmemize tahammülleri yoktu. Bunu, batı kültürü olarak görüyorlardı. Buna karşılık, “nesvar” hemen hemen herkes tarafından kullanılıyordu. Bizim de buna itirazımız vardı -ama kendi aramızda-. Onlar sigara içtikleri zaman, içenler için “bunlar kültürsüz, cahil” oluyorlardı, biz içtiğimiz zaman sorun…

Yazın kavurucu sıcakları devam ediyordu. Kabil’de mücahitlerin aldığı ganimetin arasında bol miktarda ‘sam füzeleri’ çıkmıştı. Afganistan’da Rusların bu ABD patentli füzeleri nasıl kullandıklarını merak edip sormuştuk. Füzelerin ışığa, sese güdümlü olduğunu, dolayısıyla mücahitler çatılı bir yere yerleştikleri zaman bu füzelerden istifade ediyorlarmış.

Hazırlanan bir grupla bizim payımıza düşen ‘sam füzeleri’ni almak için yola çıkıyoruz. Yolda Ruslarla karşılaşıp, çatışma ihtimaline karşılık heyecanlıyız. Ama ne hikmetse, kalabalık bir grup halinde gelen mücahitlerden haberdar olan Sovyet güçleri sindikleri yerden çıkmıyorlar.

Boş zamanlarımızda, kendimize meşguliyetler bulup çıkarıyoruz. Bahçenin içerisine kurduğumuz çevresi çitlerle çevrili çardağımız, mücahitlere uzun süre eğlenme imkânı haline geliyor. Biz, artık eskisi gibi alınmıyoruz. Zaman buldukça arkadaşlarla oturuyor, uzanıyor ve geleceğe dair planlar yapıyoruz. Bir defasında muhabbetin koyulaştığı ve kapı önünde sıktığımız üzüm suyundan pekmez yapma çabamızın boşa çıkıp, mücahitlerin kahkahalarını artık gizlemeye ihtiyaç duymadıkları bir zamanda, silah sesleri geldi. Sık rastlanan bir olay olmadığı için toparlanıyoruz ve gelecek haberi bekliyoruz. Kısa bir zamanda haber geliyor. Yakın bir köyde, çevrede sevilen bölgenin âlimlerinden Mevlana Halis ile Hizb-i İslami güçleri arasında çatışma çıkmış, bizim de tepkimizle Miracettin ‘kardeş kavgası’na katılmayacağını söyledi. Ancak daha sonra gelen üst düzey komutanın emriyle hazırlanıp hareket etti. Biz muhalefetimizi sürdürdük. Mücahitlerle aramızın gerginleşmesinde en önemli itirazımız olan bu sorun üzerine birkaç gün devam eden söz kavgasının ardından biz, artık bu gruptan ayrılıp, başka bir gruba katılacağımızı söyledik. Silahlarımızı almak istediler, vermedik. Bunun üzerine “zorla alacaklarını” söylediler. Biz, “kimseye silahlarımızı vermeyeceğimizi ve ancak genel komutan isterse, bunu yapabileceğimizi, cephede kaldığımız müddetçe ölmemiz pahasına bile olsa böyle bir şeyi kabul etmeyeceğimizi” söyleyince, uzun süre kendi aralarında istişare etmeye başladılar.

Cihad’ın, Fatih’in fazlaca itici bulduğu komutanlardan biri, Cihad’ın silahından gözünü ayırmıyordu. Rus üretimi silah, daha yeni ganimet alınmış ve yürüyüşümüz esnasında birçokları tarafından kıskanılarak bakılan bir silahtı. Abdulhamit, kısık bir şekilde “Cihat, silahına dikkat et! Sakın kaptırmayasın!” deyince, aniden çıkabilecek çatışmaya hazırlığımız daha hızlı bir reflekse dönüştü ve birçoğumuz konuşmalar esnasında, üzerimize atlamalarını da hesaba katarak, dağınık durmaya ve elimizi sürekli olarak tetik üzerinde tutmaya devam ediyorduk…

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum