1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (13)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (13)

05 Kasım 2010 Cuma 14:24A+A-

[email protected]

Kürdistan’da Devrim Muhafızlarıyla birlikte hareket eden Peşmerge-i Muslumanı Kurd bağlıları, bulundukları şehirlerdeki koruma/kollama görevlerinden alındılar ve ardından da hızlı bir şekilde silahsızlandırıldılar. Silahsızlandırıldıktan sonra hemen tutuklanmadılar. Yer altına çekildiklerini ilan eden komünistlerin onlardan intikam almalarına fırsat tanıdılar. Kısa bir süre içerisinde komünist grublar, Kürdistan bölgesinde hareket öncülüğünü yapan 86 üst düzey erkek-bayan yöneticiyi evlerinden aldılar ve şehirlerin meydanlarında, halkın gözü önünde, (İslam İnkılâbına destek vermek ve komünistlerin hâkimiyetini kırmak amacıyla sürdürdükleri ilişkiden dolayı) “hain” suçlamasıyla kurşuna dizdiler. Hiç kimse müdahale etmedi. Çok zaman geçmeden bu kez devlet tarafından onlara yönelik operasyon başlatıldı ve bütün hareket bağlılarını -kimi tanıyorlarsa- tutukladılar. Müftüzade de tutuklandı. Mahkemeleri uzun sürmedi. Peşmerge-i Muslumanı Kurd bağlılarına 9 ila 8 yıl arasında ceza verilirken, hareketin liderliğini yapan ve Kürdistan Müslümanları tarafından sevilip sayılan Ahmet Müftüzade’ye  7 yıl ceza verildi.

İslam İnkılâbı mahkemelerindeki tek suçlama, ‘Kürdistan bölgesinde vahabilik düşüncelerini yaymak ve karışıklık/fitne çıkarmaya hazırlanmak’ şeklindeydi. Böyle yaparak, Ehli Sünnet Müslümanların Kürdistan topraklarındaki nüfuzunu, varlığını tamamen etkisiz/imha edebileceklerini hesaplayan yöneticiler, Senendej’in önemli âlimlerinden bir olan şahsiyetin âlim oğlu Müftüzade’nin bölge üzerindeki varlığını sonlandırmak istedi. Tutuklanmayanlar ise, Pakistan ve Türkiye üzerinden yurt dışına kaçmak zorunda kaldılar. Ardından temizlik harekâtı, bütün alanlarda başlatıldı. Kürdistan’a yerleşmiş değişik sol fraksiyonlar, Şah yanlıları ve Kürt kökenli grublar silah gücüyle etkisiz hale getirildi. Yapılan operasyonlarda  Mustafa Çamran, Urumiye Cuma imami Hesani, Devrim Mahkemeleri Başkanı Ayetullah Sadık Khalkhali öncülük yaptılar. Bu çatışmalarda ortaya konan kirli siyasetlerden biri, imkânların el verdiği ölçüde Kürtlerle Azerileri birbirine düşman hale getirmek için, her türlü araçtan yararlanmaktı.  

Bu gelişmeleri duyduğum ve ‘Şems’in “İslam İnkılâbının mezhebi taassuptan ve fars ırkçılığından arındırılması ve Sünni Müslümanların inançlarını rahat bir şekilde yaşayabilmeleri için, imkân tanınması gerektiği” yolundaki bildirisini görüp okuduğum zaman içimde bir burukluk oluştu. Kur’an mektebi modeliyle hareket eden ve İnkılâptan öncelerine dayanan bir ilişkinin bu şekilde sona erdirilmesi ve dürüstlüğün sorgulanmasından dolayı, katliamlarla, zindan cezalarıyla karşılık verilmesi hazmedilecek bir durum değildi. İnkılâp öncesi Necef ve Paris Nofel Lö Şato'da yapılan görüşmelerin tamamında, belli antlaşmalar varılmış ve birçok kez Müftüzade’ye gönderilen yazılı mektuplarda, bunun boyutları da net bir şekilde ortaya konmuştu. Kısacası, İnkılâp evrensel bir İslami yapıya sahip olacaktı, mezhep ön plana çıkarılmayacak, fars ırkçılığı yapılmayacak, başka ırkların fars ırkına dönüştürülmesine yönelik uygulamalara son verilecek ve İslam İnkılâbı hükümetinde bütün Müslümanlar katkı sağlayacaktı…”

Yardımıma İmam Humeyni’ye olan güven ve sevgim yetişti. Onun âlimliğine ve dürüstlüğüne inanıyordum. Dolayısıyla “eğer bu olaydan haberdar olduğu halde ses çıkarmamışsa kesinlikle bir bildiği vardır” diye düşünüyordum. Velayet-i Fakih anlayışımız, bir imama bağlanmayı ve onun yapacağı hataları da sineye çekmeyi kaçınılmaz kılıyordu. Böyle biliyor ve böyle inanıyorduk. Hernekadar o zamanlar yaygın olan İmam’a biat ile İslam devleti rehberine gönülden bağlanma arasında netleşmeyi gerçekleştirememiş olsak da, bunun müsebbibini kendimiz olarak görmüyorduk. Zira İmam olarak kabul ettiğimiz insanda, böylesine bir talebi görmüyorduk. Ona bağlılıklarını ilan edenler, onun ilmihaline göre amel edenlerdi. Hatta ona siyasi açıdan bağlı olanlar, ameli açıdan başka müçtehitlerin ilmihallerine göre hareket edebiliyorlardı. Özellikle Azeri kökenli olanlar, siyasi açıdan İmam uHumeyni’ye bağlıyken, ameli açıdan Şeriat Medari’ye göre hareket ediyorlardı. Bu bizim daha önce İmamet, biat ve biatin gereklerini yerine getirme anlayışımıza tersti. Özellikle bu konuyu sorduğumuz müçtehitlerin biat konusundaki görüşleri, hazmedilir cinsten değildi. Dolayısıyla İmam Humeyni’ye olan biatimiz sadece siyasi açıdan olmalıydı. Daha önceki bilgilerimiz, bu ayrışmaya hiçbir anlam vermiyordu. Zira böyle bir ayrımı biz daha önce laikçe bir anlayış olarak vasıflandırıyorduk.

İşin içinden çıkamayanlar işi abartıyorlardı. Siyasi bağlılığın yanında ameli bağlılık gerektiğine inananlar, Şia olmada herhangi bir sakınca görmüyorlardı. Bunun önemli sebeplerinden biri de, herhangi biriyle tanışma esnasında “kardeşimiz de ehlisünnet inkılâpçılarındandır…” şeklindeki açıklamanın psikolojik bünyede oluşturduğu derin tahribatın önünü kesebilmekti. Gerçi diğer hali de hoş değildi. Birilerine, “bu kardeş Şia mezhebiyle yeni şereflenmiş” türünden sözler de, insanın kendisiyle dürüst bir ilişki içerisinde olması ilkesine zarar veriyordu. Belirli bazı menfaatler veya ruhsal bir rahatlama adına böyle davranış içerisine girilmesi hiçbir şekilde dürüstlük değildi. Birçok arkadaşımızın, yoğun baskı altında sadece ruhsal rahatlama açısından böyle bir tercih yaptıklarını da biliyorduk.

Biat veya siyasi biat noktasında çelişkiler, çıkmazlar, zihin bulanıklığı her alanda kendisini bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Daha inkılabın ilk yıllarında Ekrem, Şefik, Ali ve Tahir Tikici’yle birlikte geldiğimiz İran’da sınırdan geçer geçmez adeta çarpılmıştık. Türkiye sınırında mevzide bekleyen askere 500 lira vererek sınırı sıkıntısız bir şekilde geçtiğimiz ve askerin formalite icabi gitme sebebimizi sorması üzerine “akrabalarımızın düğünü var gidip geri döneceğiz.” Cevabını verdikten sonra, İran İslam İnkılabı topraklarındaki yaşam belirtilerini ciddi manada incelemeye başlamıştık.  İran’a geçtikten sonra hiç tahmin edemediğimiz manzaralarla karşılaşmamız bizi hayrete düşürmüştü.

Urumiye şehrinde kapanan içki fabrikalarının yerine halk kendi evinde içki üretebilecek ilkel ama etkili tezgahlar kurmuştu. Sokaklarda uyuşturucu satışı ve kullanılması gözle görülür derecedeydi. Birkaç arkadaşla birlikte Urumiye’de belli bir dönem kaldıktan sonra Khalkhali silahli milisleriyle birlikte, suçluları Tahran’a götürmek üzere hareket etmiştik. Tahran’a gittiğimiz zaman ise, parklarda dansöz oynatmalarına, içki ve uyuşturucu kullanmalarına tahammül edemiyorduk. Tahran Vel-i Asr caddesinin başında yediğimiz dondurmanın tadı aklımızdan çıkmasa da, fesat ve bozulma adına buralarda gördüklerimizi hiçbir şekilde unutmayacaktık. Zira, bize baskı uygulayanlara tepki olarak, hakim olduğumuz bölgelerde baskı uygulamayı meşru gören bir kültürden geliyorduk.

Fatih, Süleymaniye ve kontrolümüzde olan benzeri semtlerde aşırı açık olanlarla, gençlerin elele tutuşanlarına bile tahammül etmiyorduk, Tahran’da Beyoğlu semtinde bile rastlamadığımız manzaraları görünce “Ya bu nasıl İslam Devrimi?” demekten kendimizi alamamıştık. Bizimle birlikte olan ve Türkiye’de okumuş olan İran’lı dostumuz, bunun bir geçiş süreci olduğunu ve zamanla düzeleceğini söyleyince rahatlamıştık. Bununla birlikte, zihnimizdeki teorik bilgilerle pratiğin çatıştığını da gördüklerimizden rahatlıkla okuyabiliyorduk.

Tahir ve birkaç arkadaşla birlikte kışa doğru Doğubayazıt sınırından ülkeye dönme kararı aldığımızda, geri dönüşümüz, gidişimiz kadar kolay olmamıştı ve hem İran hem de Türkiye kaçakçıları bizi soyup soğana çevirmişlerdi. Kendileri yetmiyormuş gibi, bizi çay içme veya su içme bahanesiyle bizi, bazı evlere götürüyorlardı ve her gittiğimiz yerde “ev sahibi askerde, kaçak, mağdur…” şeklindeki bahanelerle oraya belli bir miktar para vermemizi istiyorlardı. Onlara mahkûmduk, zira onların isteğinin dışına çıkmamız durumunda, bize bu fırsatçılığı yapanların bizi yakalatabileceklerini de hesaplıyorduk.

Sınırdan görünen külliyenin Ahmed-i Hane türbesi olduğunu öğrendiğimde, bir taksi kiralayıp gitmek istedimse de o zamanlar solcuların kontrolünde olan yerleşim alanlarında sıkıntı yaşayabileceğimizi hesaplayarak vazgeçtik. Otobüse binip, memleketimize döndüğümüz zaman, 80 darbesiyle bu yolları yeniden geçip, İran’a sığınmak zorunda kalacağımız aklımızdan bile geçmiyordu. Geçmezdi, çünkü büyük bir kitleye sahiptik ve hiç kimsenin bize rağmen darbe yapabilme cesaretini gösterebileceğini düşünmüyorduk bile. Büyük kalabalıklarla yaptığımız gösterilerin devamında, İran’dan sonra bölgede İslam İnkılâbı yapabilecek bir seviyede olduğumuzu ve sıranın bizde olduğunu düşünüyorduk.

Biz biat konusunda çıkış yolları aramakla meşgulken, İran’ın en önemli müttefiki Hafız Esat Müslüman Kardeşlere yönelik temizlik harekâtı başlatılmış, 82 kışında yürütülen geniş kapsamlı katliamlarda, özellikle Hama’da on binlerce insan öldürülmüştü. Bize ulaşan dergilerden öğrendiğimiz kadarıyla 40 bin üzerinde insan vahşice bir şekilde öldürülmüştü. İran’dan ciddi tepki beklemiyorduk, zira İran-Irak savaşında Suriye rejimi Baas kökenli olmasına rağmen İran’ın yanında yer almıştı. Dengeleri bozan bu destek karşılığında, İran’dan büyük yardımlar gördüğü artık bilinen bir gerçekti. Yine de, en azından sivil kuruluşlardan tepki bekliyorduk. Savaş ortamının, Halkın Mücahitleri’nden kaynaklanan az yoğunluklu iç savaşın, silahları hâkim hale getirdiği bir militarist atmosferde böyle bir tepki beklememiz de boşunaydı. Rıfat Esat büyük bir askeri güçle, Müslüman Kardeşlerin en güçlü olduğu bölgeyi etkisiz hale getirmişti, ancak İslami hassasiyetlerimizden dolayı sığınmış olduğumuz Müslüman bir ülkede tek bir eleştiri yapılmıyordu. Kendi içimizde hiçbir şekilde bu olayın izahını yapamadık.

İran, iç siyasette bedel ödeyerek gerçekleştirdiği büyük operasyonlardan sonra daha güçlü konumdaydı. Terör eylemleriyle halkın nezdinde mahkûm olan sol örgütler yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Halkın Mücahitleri, Irak topraklarında üstlenmeye çalışırken diğer grublar batıya yönelmişlerdi. Ülke içerisinde Mesut Recevi ile Beni Sadr arasında ciddi bir işbirliği seziliyordu, Halkın Mücahitleri bu işbirilğini yurt dışında da sürdürmek istedi. Ancak Mesut Recevi, eski cumhurbaşkanı Beni Sadr’ı Irak’a götürmek istediyse de başarılı olamadı. Beni Sadr, “Benim halkımı katleden bir rejimin kanatlarına sığınmayı onursuzluk kabul ederim!” diyerek, Recevi’nin teklifini kabul etmemişti. Diğer yandan, İran İslam Cumhuriyeti için büyük bir tehdit oluşturan Kürdistan da büyük bedeller ödenerek/ödetilerek kısmen de olsa etkisiz hale getirilmişti. En azından, halk lidersiz/başsız bırakılmıştı. Tudeh grubu, inkılapla barışık haldeydi ve bunun karşılığı olarak da önemli makamları ellerinde bulunduruyorlardı. Tudeh’in bu yakınlaşma, işbirliği oluşturma ve destekleme politikalarının İnkılaptan önceki diyaloglardan kaynaklandığı söyleniyordu. Tudeh ile İnkılap yöneticileri arasında ciddi bir empati vardı.  

Zayıf oldukları tek yer cephelerdi. İç düşman kalmayınca oraları da güçlendirmeye başladılar. Halkın, sistemin yöneticileri konusundaki güvenleri İmam Humeyni’nin beyanatlarıyla yeniden tazelenmişti. Böyle olunca da, daha önceleri savaş ceplerine gitmekten kaçınan halk, yığınlar halinde cephelere yönelmeye başladı. Gönüllü halk güçlerinin savaş cephelerindeki hareketliliği artınca, Irak ordularının ilerlemesi de zayıfladı. İran’ın işgal altındaki şehirlerinin kurtarılması için ciddi hazırlıklar vardı. Gönüllülerin savaş cephelerine gidişleri coşkuyla, sevinç gösterileriyle devam ederken, Nehzet-i Azadıgan’daki vefalı ve can dostum/kardeşim/arkadaşım Davut cepheye gitmek isteyip-istemediğimi sorunca tereddüt etmeden gidebileceğimi söyledim.

Hemen ertesi gün, gönüllü halk güçleriyle birlikte savaş cephelerine gidişimin hazırlıklarını yaptık. Nehzet’ten azeri asıllı bir arkadaşla birlikte isimlerimizi yazdırdık ve gideceğimiz günün tarihi bize bildirildi. Tereddütsüz gitmeyi kabul etmiştim, ancak ciddi sıkıntılar yaşayacağımı da biliyordum. Farsçayı, Kürtçe ile olan ortak yapısıyla kısmen de olsa rahatlıkla çözmüştüm. Dil açısından bir sorunum olmayacaktı. Gönüllülerin neredeyse tamamının Şia mezhebine bağlı olması, ameli açıdan sıkıntı oluşturabilirdi. Daha önceki dönemde, Cuma namazlarının dışında namazlarımızı mescitlerin en sessiz, gözden uzak bölümünde kılıyorduk. Tahran’ın kültürel açıdan diğer bölgelere benzemeyeceği de açıktı. Bu sorunun yanında, halkı Müslüman olan bir ülkeyle savaşacaktık. En azından, burada da olduğu gibi Irak savaş cephelerine gidenlerin büyük bir bölümünün halkın çocuklarından oluştuğunu, onların mevzilerinden seccadelerin, Kur’an’ların çıktığını iyi biliyorduk. Ordunun belli bir bölümü Baas ideolojisini kabullenmiş olsa da, halkın tamamında böyle bir kabullenme olamazdı. Halkı Müslüman olan bir ülke insanlarına, mevzilerinde Kur’an çıkan, genellikle namaz kılan ve manevi değerlere önem veren bir askeri güce karşı savaşmayı hangi fıkhı gerekçelerle izah edebileceğimi bilmiyordum. Ayrıca her iki tarafın, savaş propagandalarında mezhebi argümanları kullanması ve savaşın bir nevi mezhepler arası olduğu imasının yapılması sıkıntımı daha fazla artırıyordu.

Ahvaz’a vardıktan sonra, gideceğimiz askeri birliğin ismi ve adresi verilmişti. Akşama kadar Ahvaz sokaklarında dolaşmayı kararlaştırmıştık. Karun nehri çevresindeki bahçelerde çay, nargile içerek, lokantalarında, “çelokebab” yiyerek askeri disiplin altına girmeden önceki son özgür anlarımızı, doyasıya yaşamak istiyorduk. Her şey güzel gidiyordu. Ancak, insanı en kalın elbisenin üzerinden bile ısıran sivrisinekler, mutluluğumuzu gölgeliyordu. Ahvaz’a gelmeden önce bize dağıtılan beyaz mum şeklindeki sivrisinek ilacını, vücudumuzun görünen kısımlarına sürmemiz tavsiye edilmiş ve biz de ilk saldırıyla birlikte bu maddeyi sürmüştük, ancak hiçbir faydası olmamıştı. Zira elbiselerin üstünden veya kafamızdan ısırıyorlardı.

Akşam birliklerimize teslim olduk. Perşembe gecesi olduğundan yemeklerimizi yedikten sonra ‘Kumeyl Duası’ merasimine katılmak üzere büyük bir alanda toplandık. Ahenger, o gecenin konuğu olduğundan büyük bir izdiham vardı. Savaş cephelerine gelmiş gönüllülerin büyük moral bulduğu bu gece, geç saatlere kadar devam etti. Aşk ve vecdin hakim olduğu merasimin bitmesini arzulamayan coşkulu sesler, ağlamalarla, inlemelerle gönüllülerin ruh alemini güçlendirdi.

Ertesi gün Nehzet’ten gelen arkadaşlarla birlikte eğitim, kamplarına dağıldık. Gittiğimiz kamp Karun nehrine yaklaşık yarım saat uzaklıktaydı. Ana merkezin çevresinde çadırlar vardı ve onların çevresinde de topraktan oluşturulan yüksek duvarların üzerine yerleştirilmiş uçaksavarların yer aldığı koruma çemberi. Bizim çadırda, genellikle Nehzet’ten gelen arkadaşlar vardı ve dolayısıyla yabancılık çekmiyordum. Göze batmamak için de namazlarımı çadırda kılmaya çalışıyordum. Arkadaşlarım Nehzet-i Azadıgan kökenli olduklarından, kendilerinin dışındaki inançlarla tanışma fırsatı bulmuş ve diğerlerine nazaran daha rahat bir yapıya sahiptiler.

Sabah namazından sonra, eğitim başlıyor. Kampın içinden dışına doğru başlayan yürüyüş ve koşu güneş sıcağıyla rahatsız etmeye başladığı zamana kadar sürüyordu. Yat, kalk, sürün veya ördek yürüyüşü türünden eğitimlerle bizi savaşa hazırlıyorlardı. İyice yorulduktan sonra, karargâha dönüyorduk. Hemen sonrasında yapılan kahvaltıdan sonra, öğle namazına kadar serbest bir dönem vardı. Eğer fırsat bulabilirsek bir duş alıyorduk, fırsat olmazsa başka işlerle meşgul olmaya çalışıyorduk. Öğle ve ikindi namazlarından sonra genellikle tanınan bir molla gelip, bir konuşma yapıyordu. Yemekten sonra, ikindiye kadar olan dönemde ise silah tanıtımı yapılıyordu. Kelaşinkof veya G3’ten ibaret olan silahlar tanıtılıyor. Sökülmesi ve temizlenmesi uzunca anlatılıyordu. Bizim köylerde her evde en az birer silah olduğundan, Afganistan’a gitmeden önce de bunlarla tanışmıştım. Ancak askeri disiplin gereği belki de hayatında silah görmemiş köylü çocuklarının arasında aynı eğitimleri görmeye devam ediyordum. Bahar aylarının ortalarında olmamıza rağmen, yaz sıcağıyla kavruluyorduk adeta. Tarlaların üzerinden yükselen sıcaklık bir deniz görünümünü veriyordu.

Nehzet’teki arkadaşlarla birlikte işin gırgırındayız. Zaman buldukça bir yerlere kaçmayı ihmal etmiyoruz. Bize ait büyük bir yamaha motorumuz var, boş zamanlarımızda çevre tarlalarında motor sürmeye çıkıyoruz. Elbette ki ben yeni öğreneceğim. Motora bindim ayaklarım yere değmiyor, Ali bana öğretmek için benimle birlikte motora binmek istedi. İtiraz ettim ve binmesine gerek olmadığını söyledim, kabul etmedi. Ben de öğretmenlik yapma hevesi kırılmasın istedim. Tarlada sürmeye başladım, o durmadan vites yükseltmemi isteyerek hızımızın artmasını istiyordu. Dümdüz bir arazi, olabildiğince hız yapıyoruz. Çoğu yerde, tarladan yükselen buhar bir deniz görünümünü verdiğinden önümüzü göremiyoruz. Masmavi bir denizde adeta uçuyorduk. Uçuşumuz, kısa bir süre sonra arkadaşımın üstümden hızla uçması ve benim de motordan düştüğüm ana kadar zevkli geçti. Tarlalardan yükselen sıcaklık nemi görüş alanımızı tamamen kapattığından, o hızla karşımızda kazılmış olan mevzi toprağını göremedik ve ona tosladık. O benim üstümden toprağa fırlamış, ben ise çarpamadan sonra motordan kenara atlamıştım, ancak her ikimiz de bu halimize gülüyorduk. Ali Ekber’in dizlerinde ve dirseklerinde sıyrıklar vardı, acı vermeye başladığında komik halimiz drama dönüşmüştü. Onun bu şansızlığı sonrasında da devam etti.

Çadırın içinde büyük bir çaydanlıkta çay yapmış, içiyorduk. Çayları o dolduruyordu ve bütün ısrarlarımıza rağmen çaydanlığı çadırın önüne toz girmesin diye bıraktığımız kalasın üstüne bırakmaktan vazgeçmedi. Konuşuyor, eğleniyorduk. Bu arada çaydanlığı kalasın üstüne tam koymadığını gördüm uyardım, ‘bir şey olmaz’ dedi demesine de, yaptığı ani bir hareketle çaydanlık bacaklarına döküldü. İçtiğimiz çay da, bütün mutluluğumuzu zehire bulandı. Hastaneye gönderdik ve ondan sonraki hayatımıza, onsuz devam etmek zorunda kaldık. Yirmi günden fazla tedavi gördü ve ondan sonrasında da izne gitti.

Dört-beş günlük silahları tanıtma ve sabah sporlarından sonra, artık gece yarısı eğitimleri başlamıştı. Gece yarısından sonra, silahlar patlıyor, bomba sesleri geliyordu ve bizi saldırı var bahanesiyle hızlı bir şekilde iştimaya topluyor ve oradan da araziye aktarıyorlardı. Bu eğitimler bana hem yorucu ve hem de sıkıcı gelmişti. Kimi zaman merkez binada toplanan sünger yatakların arasına girip uyuyordum. Gece baskınlarında, gerçek mermiler kullanılıyordu. Giyinme ve yatağını toplaman için kısa bir süre veriliyordu. İçtima’dan sonra sabah namazına kadar arazide yürüme, mevzilenme, sürünme ve koşma hareketleri yaptırılıyordu.

Bir hafta boyunca, yoğun bir uykusuzluk dönemi başladı. Yatakların arasına saklanıp uyuyan sadece ben olmadığım için, o yolumuz da tıkanmıştı. Her gece toplam olarak, en fazla 2-3 saat uykuyla gece eğitimine ve uyumadan sabah namazından sonraki eğitim alanına gidiyorduk. Dayanılacak gibi değildi. En küçük bir mollada arkadaşlarımın hemen uyuduklarını görüyordum. Sıra yakın alanlara el bombası atma ve korunma merhalesine gelmişti. Mevziye atlayan biri, oradan başka bir mevziye el bombası atacaktı. Bizimle birlikte olanların hepsi adeta ayakta uyuyorlardı. Çoğunun pimi çektikten sonra, yeni komut gelinceye kadar ayakta uyuyacaklarını tahmin etmek o kadar da zor değildi. Öyle de oldu. Başımızdaki komutan içimizdeki en bitkin görünen birine el bombası verdi ve mevziye atlayıp, emir beklemesini istedi. İlk komutta pimi çekti ve bana göre (o arkadaş uyumadığı iddiasındaydı) olduğu yerde uyudu. Parmaklarını hafif gevşetse bir daha oradan çıkmayacak. Komutan farkına vardı ve elindeki silahıyla onun çevresini taramaya başladı. Uyandı, ama aldığı komutu ve bizi unuttu. Bombayı bizim üzerimizden boş tarlaya fırlattı. Komutan kızdı, biz ise böyle bir tehlikeden kurtulmuş olmanın mutluluğuyla gülüşmeye başladık.

 

Fotoğraflar: 

(Ahmet Müftüzade’nin değişik zamanlarda çekilmiş fotoğrafları)

</:O:P>

</:::O:P> 

 

(Savaştan manzaralar)

(DEVAM EDECEK)

YAZIYA YORUM KAT

11 Yorum