1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (12)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (12)

19 Ekim 2010 Salı 10:40A+A-

[email protected]

Irak uçaklarının hava saldırıları giderek yoğunlaşmıştı. Şehirler her an bombalanıyor, özellikle kerpiçten evlere büyük zararlar veriliyordu. Halk, bombardımanın yoğunlaştığı zamanlarda, psikolojik rahatlama amacıyla bile olsa şehir dışına taşınmaya başlamıştı. Havanın sıcak olduğu zamanlarda, şehrin dışındaki boş alanlara taşınan halkta, zehirli hayvanların ısırmasıyla yaralanma ve ölme vakaları artınca bu çareden de vazgeçtiler. Tahran’daki bombardımanın en ilginç yanı genellikle yoksulların yaşadığı güney bölgesinin bombalanmasıydı. Yapılanma açısından da eski tuğla sistemiyle yapılmış evlerin arasına düşen bombalar, büyük zayiatlara yol açıyordu.

Bir taraftan Halkın Mücahitleri’nin yoğun propagandası ve şiddeti etkin bir yöntem olarak kullanması, toplumun savaştan soğutulmasına yol açıyorken; diğer yandan başsız ve disiplinsiz kalan ordunun savaşmada gönülsüz davranmasıyla Irak, savaş cephelerinde giderek ilerleme sağlıyordu. Baas partisinin iktidarından sonra, Varşova Blok’unun ciddi eğitiminden geçmiş olan Irak ordusu karşısında, İran’da inkılâpla birlikte dağılan ve savaş cephelerinde gönülsüz faaliyet gösteren; en küçük bir zorlamayla birlikte hızlı bir şekilde geri çekilen ordu vardı. Başlarındaki önemli komutanların ülke dışına kaçması veya idam edilmesi ordu içerisinde ciddi bir güvensizliğe/disiplinsizliğe ve gizliden büyüyen bir tepkiye yol açıyordu. Ordunun önemli kademeleri, inkılâp yanlılarına şirin görünseler bile her iki tarafta da güven sorununun aşıldığı söylenemezdi.

Savaş cephelerinde gönüllü halk orduları (Besiç) savaşıyor ve cephelerin tamamı onlarla sağlamlaştırılıyordu. Savaşın bütün kesimlerinde faal bir şekilde çalışan gönüllü halk orduları, geri kesimdeki hizmetleri de yürütüyorlardı. Özellikle bayan gönüllüler, hastane, lojistik ve temizlik işlerini büyük bir şevkle yürütüyorlardı. Savaşın başladığı günden beri evine izne gitmeyenlerin sayısı azımsanmayacak boyuttaydı. Genellikle gece veya yağışlı zamanlarda başlatılan operasyona, eğitimli/disiplinli Baas güçlerine karşı bir haftalık eğitimle Besiç güçleri öncülük ediyordu. Baas rejimi ordusu bölgenin en iyi eğitilmiş ve askeri sistemini şekillendirilmiş bir ordu konumundaydı. Savaş taktiklerini de tamamen askeri kurallara göre şekillendiren Baas ordusu, cephe düzenini, mevzilerini, topçu ve mekanize birliklerinin konumlanmasını da tamamen askeri bir mantıkla yapıyor; baskın veya operasyonlara karşı direnmesini askeri tecrübelerine dayandıramaya çalışıyordu. Dolayısıyla, düzensiz ve tamamen askeri tecrübelerden yoksun halk orduları düzenlenen operasyonlara katıldıkları zaman, gidenlerden ancak yarısı geri dönebiliyordu.

Nehzet-i Azadi (Kurtuluş Hareketi) merkezine gittiğimiz zaman, Türkçe bilen arkadaşların konuşmalarında devamlı olarak Şah yanlısı subayların genellikle Türkiye’ye kaçtıklarını ve Türkiye hükümetinin ABD baskısıyla bu subayları belirli yerlerde topladığını ve onların eğitiminin sürdürüldüğünü öğreniyorduk. Onların ifadesine göre, Yüksekova’da önemli askeri kampları varmış ve hatta darbenin akabinde Yüksekova’nın İran çıkışına kurulan büyük otoban şeklindeki caddenin de sadece İran’a yönelik hava saldırısı planların uygulanması maksadıyla yapıldığını söylüyorlardı. Halkın Mücahitleri veya Kürt gruplarının da sınırda hazır bekletildiğini, bununla ilgili ciddi bilgilere sahip olduklarını dillendiriyorlardı, ancak bizim bundan haberimiz bile yoktu.

Belki de misilleme amacıyla olsa gerek, İran’ın PKK’ye sıcak baktığına dair mesajlar, sıklıkla tekrarlanmaya başlamıştı. Devrim Muhafızlarının eğitimiyle ilgili olarak yayınlanan iç hizmete yönelik haftalık bültenlerde, giderek bu eğilimin kendisini belirgin hale getirdiğini ve dış siyasette böyle bir desteğin caydırıcılık görevini ifa edeceğini yüksek sesle dillendirenlerin sayısının giderek artığı belirginleşiyordu. Bizimle konuşan Türkçe veya Azerice bilenler de “tağuti rejimin yıkılması için her yola başvurulması gerektiğini ve hatta gerekirse Marksist ideoloji sahibi PKK’nin de kullanılabileceğini” söyleyerek, aslında elaltından bazı görüşmelerin yapıldığı sinyalini veriyordu. İran’a ulaşan dergilerden, 80 darbesinden belli bir süre sonra geçmişini değerlendiren PKK’nin, farklı çıkış yolları bulmaya çalıştığını okuyorduk. Özellikle konumlanmaya başladığı Suriye ve Lübnan’da Arap Müslümanlarıyla kuracakları ciddi diyaloglarla daha sağlıklı mücadele modeli oluşturabileceklerini öngören yorum ve eleştirilere bolca rastlıyorduk.

Söz konusu bu yayınlardan öğrendiğimiz kadarıyla, darbeden sonra Şam’da yaptıkları ilk kongrede, ciddi bir özeleştiri yapıldığını ve halkın değerlerine karşı sergilenen saldırganlığın, hareketin hedeflerine zarar verdiğini savunduklarını öğreniyorduk. Veya en azından ben öğreniyordum. Avrupa’dan ve özellikle Almanya’dan bana düzenli bir şekilde gelen Türkçe yayınlardan ve dergilerden kongrede yaşananları öğrenmeye çalışıyordum. Her biri bir kitap uzunluğunda olan konuşma metinlerini okuyor ve satır aralarında ortaya konan düşünceleri bulmaya çalışıyordum.

Aradan uzun bir zaman geçmeden, PKK yönetiminden önemli bir yetkili Tahran’a geldi ve İrşad-ı İslam’da çalışan arkadaşlarımdan biri durumu bana bildirdi. Şam kongresinin mahiyetini öğrenmek üzere görüşebileceğimi söyledim, olumlu karşıladı. Bizim bölgeden, üniversite son sınıftayken darbeden dolayı yurt dışına çıkmak zorunda kalmış bir gençti. Uzunca konuştuk ve özellikle PKK’nin Müslümanlara bakış açısının yanlış olduğunu, Halkın Mücahit’lerinin temelde Marksist bir ideoloji sahibi olmasına rağmen toplumun kutsallarına hiçbir şekilde saldırmadığını ve Sovyetlerin şartlarını İran’a taşıma gibi bir iddialarının olmadığını hatırlattım. O da bana uzun uzun, kongrede yapılan müzakerelerde “örgütün din ile ilişkisi” konusunun tartışıldığını, ciddi manada özeleştiri yapıldığını anlattı. İran İslam İnkılâbıyla birlikte, dünyadaki dini argümanları taşıyan mücadelelerin daha mantıklı bir model olarak gündeme geldiğini vurguladı.

Halkın Mücahitleri sol bir örgüt olmakla birlikte, hiçbir döneminde toplumun dinî ve millî sembollerine saldırmamıştı. Halkın Mücahitleri, 1920 yıllarında Mirza Küçükhan Hareketi, Çahkutahiler Hareketi, Tengistaniler Hareketi gibi genellikle Kafkaslardan gelen düşüncelerin etkisinde kalan mücadeleden etkilenerek Şah’a karşı mücadele veren bir teşkilat olarak, toplumun genelinin takdirini kazanmış bir hareketti. Cengeli olarak bilinen harekette, Sovyetlere yakın Türk, Kürt, Fars ve Ermenilerin beraber yaşadığı, etnik bir çeşitliliğe sahip bu ormanlık bölgede başlatılan gerilla hareketinin başında yer alan Mirza Küçükhan, gençlik yıllarında, özellikle Kafkaslar üzerinden gelen fikir akımlarının etkisinde kalarak, İran Meşrutiyet düşüncesinde yeni anlayışlar gelişmeye başlamıştı. Bunun yanı sıra, İranlı gençlere önderlik etmeleri bakımından hayati önemi haiz olan ancak henüz klasik ulema çizgisinde yer alan Takizade, Devletâbâdî ve Musavat gibi bağımsızlıkçı aydınların da bu fikirlerden etkilenmesi, hürriyet düşüncesinin büyük ivme kazanmasına neden olmuştu. Mirza Küçükhan’ın da, Hacı Hasan ve Cami medreselerinde aldığı eğitimin devamı niteliğinde sürecek olan eğitim hayatını “Terki mal, terki can, terki ser, aşk yolunda ilk merhaledir” diyerek, yarıda kesmeye karar verdiğinde aklında tek bir şey vardı; Ülkede yaşanan siyasi gelişmeler ve yabancıların Müslüman halka karşı uyguladığı onur kırıcı davranışlar yüzünden, artık sarığı ve abayı bir kenara bırakarak, topa tüfeğe sarılmanın vakti gelmiştir. Mazenderan bölgesindeki ormanlarda büyük başarılar sağlayan Küçükhan’ın bu hareketi Halkın Mücahitleri’ için bir model olarak kabul edilmiş ve Şah döneminde silahlı mücadelenin kaçınılmaz olduğuna karar verirken bu argümanlardan yararlanmıştı. Tudeh ve benzeri sol örgütleri uzlaşmacı ve işbirlikçi hareketler olarak suçlayarak uzlaşmasız bir mücadeleden yana olduklarını ortaya koymaya çalışan örgüt, Şah’ın “sadece silahlı bir mücadeleyle devrilebileceği”ni savunuyordu.

Şah döneminde başlattıkları mücadelelerinden dolayı, büyük baskılar gördüklerine dair yaygın kanaat vardı. Örgütün üç önemli isminin Savak işkencehanelerinde yoğun bir şekilde işkence görmeleri ve işkencenin canice şekli halk arasında dilden dile dolaşan bir efsane gibi yayılma gösterince toplumda önemli bir prestij kazanmışlardı. Özellikle üç örgüt elemanından ikisi kardeşti. Biri bayan olan üç kişinin ocakta bedeninin yağları akacak şekilde kızartılarak öldürülmeleri, örgüt ile toplum arasında ciddi bir duygusal bağın oluşmasını da sağlamıştı. Halkın Mücahitleri, Şah döneminde çok güçlü bir propaganda ağına sahipti ve dolayısıyla halka duyurmak istediği en küçük haberi rahat bir şekilde halk katmanlarına ulaştırabiliyordu. Özellikle İmam Humeyni’nin demeçlerini veya ses kasetlerini çoğaltarak halkın neredeyse büyük bir bölümüne rahat bir şekilde ulaştırması da bu geçmiş tecrübeye dayanır. İşte bu örgüt, İnkılabla bağlarını kopardıktan sonra da bu özelliklerini daha diri tutma gayretini göstermişti.

İnkılâp öncesi-sonrası İmam Humeyni ve çevresiyle ciddi diyalog ve işbirliği içerisinde olan Halkın Mücahitleri hareketi, taleplerinin kabul edilmemesi ve yönetimin dışına itilmelerinin ardından yeniden yeraltına çekilme kararı aldıklarından ciddi bir propaganda çalışması yürütmeye başladılar.

Refsencani ve Hamenei aleyhinde propaganda kampanyası başlatmışlardı. Refsencani’nin devam eden savaştan büyük rant sağladığını, insanlar savaş cephelerinde ölürken onun, devlet imkanlarından bolca yararlandığını, yurt dışına fıstık ticareti yaparak büyük paralar kazandığını fısıltı kanalıyla bütün kulaklara ulaştırıyorlardı. Devlet yetkililerinin, ülke içerisindeki devlet kaynaklı zenginliklerinin yanında, dış ticaretten de büyük paralar kazanarak yurt dışı bankalara hesap açtırdıklarını ve bundan da önemlisi derin devletin başındaki insanlar olarak, ülke içinde ve dışında işlenen sayısızca terör eylemine karıştıklarını, halk arasında “fısıltı gazetesi” yoluyla duyurarak, toplumun büyük bir kesiminde kafa karışıklığı oluşturmaya çalışıyorlardı. Devrim Muhafızları arasında da büyük bir sempatizan kesime sahip olan bu örgüt, İmam Humeyni’nin onlar aleyhindeki açık beyanına ve onları “münafık” olarak ilan etmesine kadar bu konumunu iyi kullandı. En azından, savaşa karşı bir muhalefet cephesi oluşturdu. Örgüt, yaptığı propagandayla İnkılâbın kendi evlatlarını, devlet imkanlarını savaş cephelerinde veya iç terörle imha ettirdiğini halkın zihnine kazımakta muvaffak oldu.

PKK’nin saha araştırması için gönderdiği yöneticisiyle yaptığımız görüşmelerde, ben teşkilatın nasıl bir düşünce yapısına yöneldiğini ve geçmişten nasıl dersler çıkardığını öğrenmeye çalışıyordum. Özellikle, Kürdistan’da ağalara ve kimi yerlerde aşiret yapısına karşı başlattıkları savaş, birçok bölgede ulusal taleplerin aşiretlerle aralarına giren kan davasına dönüştüğünü, dolayısıyla bundan sonraki mücadelede nasıl bir tavır takınacaklarını merak ediyordum. Buna karşılık o da, İran’da nasıl bir çalışma yapabilecekleri ve nasıl bir destek sağlanabileceğini öğrenmeye çalışıyordu. Elimden geldiğince bu konuda yönlendirici olma konumuna düşmemek için dikkatli davranmakta haklı olduğumu, daha sonralarında İranlı bir arkadaşın onunla diyalogumu kesmemin kendi güvenliğim açısından gerekli olduğunu bildirmesinden sonra daha gerçekçi bir şekilde ortaya çıkmış oldu.

PKK yöneticisiyle diyalogumuz ve fikir alışverişimiz bu uyarıdan sonra son buldu. Tağut rejimine karşı ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkmış olan PKK’ye yönelik her kesimde ciddi sempati oluştuğunu gelen haberler doğruluyordu. Türkiye’de de ciddi bir taraftar gücüne sahip olduklarına inanıyordum. 80 darbesinden önce Kürdistani bir örgüt olarak, silahlı yöntemi benimsemesi ve davasında samimi bir şekilde ilerleme göstermesi bütün siyasi oluşumlar tarafından gıptayla izlenmiş ve askeri darbenin ülke çapında estirdiği terörden sonra da bu sempatinin haklılığı daha net bir şekilde ortaya çıkmıştı. Toplumun, 80 darbesiyle oluşan baskı ve zorbalık vesayetinin son bulması için ümit verici her duruşa, direnişe gözü kapalı bir şekilde destek vereceği inkar edilemez bir gerçek haline gelmişti.

Savaşta, İran ordularının başarısızlığının müsebbibi olarak gösterilen Beni Sadr, aleyhindeki yoğun gösterilerin ardından ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı. Onun oyalayıcı, vesayet ve egemenlik sağlamaya yönelik politikaları son bulunca, ordu yeniden toparlanmaya ve Devrim Muhafızları ile daha sıcak ilişki içerisine girmeye başlamıştı.  Bunun neticesinde, Pastarların da askeri disiplin içerisinde rütbe alabilmeleri ve savaş cephelerindeki komutanların daha üst rütbelere geçebilmesi sağlandı. Buna rağmen Irak orduları Kasr-i Şirin, Mehran, Susengerd, Hurremşehr ve Huveyze bölgelerini elinde bulunduruyordu. Abadan şehri de tamamen kuşatma altındaydı ve bunun neticesinde şehir boşaltılmış, ölü bir şehir görünümüne bürünmüştü. Irak güçleri bu muhasara neticesinde, İran petrol rafinerilerine ve sevkiyatına da büyük zararlar vermeye başlamıştı. İran da buna misilleme olarak Irak petrol tesislerine büyük zararlar verdiriyordu. Irak ordusuna her taraftan silah ve askeri teçhizat yardımı yapılmasına karşılık, İran Şah döneminden kalma silahlarla savaşıyordu. Silah satımında İsrailli silah tüccarları bütün imkânlarını kullanarak devrede kalabiliyordu. Özellikle Şah döneminden kalan silahların yedek parçaları bu ticaretin neticesinde İran’a ulaşıyordu.

Savaşın neden çıktığı konusunda hiçbir ciddi açıklama yapılmıyordu. Gündemde tutulmaya çalışılan bazı basit ve tutarsız bahanelerin dışında ciddi gerekçelerin ve projelerin olduğundan kuşku yoktu. Bahreyn’de düzenlenen darbe girişiminin sorumlusu olarak İran gösteriliyor ve bu karakterin bütün ülkeler için ciddi bir tehdit oluşturduğu iddia edilerek, Şiaların büyük nüfus sahibi olduğu Irak’ta da böyle bir teşebbüse meydan vermemek için daha işin başından tedbir alınmak istendiği iddia ediliyordu. Zahiren dağılmış olan İran ordusunun rahatlıkla dize getirilebileceğinin hesaplandığı ve bundan dolayı askeri kuşatmanın başlatıldığı, savaşla ilgili sebepler arasında sayılıyordu. İran’ın, İslam İnkılâbını bütün dünyaya yayma düşüncelerinin ülkeleri ele geçirme politikası anlamına geldiğini savunan ülkeler, bu konuda ciddi tedbirler alıyor, bu çerçevedeki düşüncelere düşman gözüyle bakıyorlardı. Bunların arasında ABD tezi daha uygun görünüyordu.

ABD, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesiyle birlikte o zamanlar yıldızı parlak olan Sol hareketinin, zayıflayan Şah rejiminde yönetimini eline geçirebileceğini hesaplayarak, Şah’tan sonra liberal ve muhafazakâr bir yönetimin kurulması hesapları yaptı. Paris görüşmeleri ve Şah’ın son döneminde İmam Humeyni çevresinde odaklanan ulusal, liberal kesimlerin ilk başlarda hükümeti ve yönetimi ellerinde bulundurmaları bu proje neticesinde gerçekleşiyordu. Ancak, daha sonralarından Fedaiyan-i İslam teşkilatından veya Lübnan bağlantılı yapılanmalardan gelen siyasi şahsiyetlerin devreye girmesiyle, mollalar medreselerine çekilip, yönetimden uzak durmayıp yönetimin bütün kademelerinde egemen olmaya çalıştılar. Bütün siyasi dengeleri alt-üst edip ABD elçiliğini ele geçirerek, çalışanlarını rehin almalarıyla birlikte, bölgede ordusu dağıldığı halde güçlü halk desteğine sahip İran İslam İnkılâbını devirmek için, Körfezdeki bazı adaları ve ülke içerisindeki Şia muhalefetini de bahane ederek Irak Baas ordusunun İran’a saldırması sağlandı. Kısa sürede birkaç şehir işgal edildi. Ancak ciddi bir savunma hattıyla karşı karşıya kalan Irak güçleri, oldukları yerde direnmeye çalışarak savunma yapmaya yöneldiler. 700 Km.’lik geniş bir cephede saldırıya geçen Irak güçleri, kuzeyde Penjawin, Kasr-ı Şirin, Mehran, Susengerd, Huveyze, Ahvaz, Hurremşehr ve Abadan bölgelerinin tamamında yoğun bir savaş başlatmış ve ciddi ilerlemeler sağlamasına rağmen İran sivil güçlerinin ciddi direnişiyle karşılaşmıştı. Özellikle Hurremşehir’de gösterilen yoğun dirençten dolayı şehir, Huninşehr (Kanlışehir) olarak anılmaya başlanmıştı. ABD, hem uluslararası alanda ve hem de Mısır, Arabistan ve diğer bağlantılı olduğu ülkeler kanalıyla Irak rejimine gözle görülür destekler vermeye devam ediyordu. İran’ın Suriye ve Lübnan’da önemli bir potansiyele sahip Şia grupları dışında ciddi bir desteği yok gibiydi. Sovyetlerin, Çin ve Kuzey Kore’nin uluslar arası çoğu zaman samimi olmayan desteklerinin hiçbir faydası yoktu. Zira ABD her alanda, bu ülkelerden istediği tavizleri almada başarılı oluyordu.

Birçok barış girişimi yapıldı. Bunlardan bir netice alınamayınca, 25-29 Ocak 1981'de Taif'de toplanan 3'üncü İslam Zirve Konferansından sonra, yeni barış heyetinin gönderilmesine karar verildi. Ancak bu da sonuç vermedi. Taif konferansı savaşın sona erdirilmesinde etkili olmadı, ancak İran İslam İnkılâbının saflarında sol görüşlü Kürtlere karşı mücadele veren Peşmerge-i Muslumani Kurd hareketinin düşman olarak gösterilmesinde bir bahane olarak etkili oldu. Peşmerge-i Muslumani Kurd, genellikle ehlisünnet bölgelerinde şekillenmiş İhvan hareketi kökenli ve bulundukların şartların ışığında selefi mantığı benimseyen Kürdistanî bir hareketti. İnkılâp kadrosunun Şah’ın devrilmesinden önceki görüşmelerde verdiği sözleri tutmaması ve ulusal-mezhebi yönünün dış ilişkilerde, savaş macerasında ve Kürdistan’ı “zıdd-ı inkılâb” güçlerden temizleme bahanesiyle yapılan zulümlerde belirgin hale gelmesiyle birlikte, Peşmerge-i Muslumani Kurd daha önce bedeller ödeyerek sürdürdüğü desteğini pasifleştirdi. Hareketin başındaki Ahmet Müftüzade, itiraz ettiği şiddet ve zorbalığın sona erdirilmemesi üzerine müzakereler yapmak maksadıyla bölgeyi terk etti ve yapılan adaletsizliklerin son bulması için temaslarda bulunmaya çalıştı.

Tahran’da bir ehlisünnet camisinin kurulmasına izin verilmesi, Kürdistan gençlerinin ‘Şialaştırılması’na son verilmesi, anayasadaki ulusal ve mezhebi içerikli ibarelerin değiştirilmesi ve inkılâbın Fars milliyetçiliğine sapmasına izin verilmemesi adına, bir bildiri yayınlattı. “Şems” teşkilatı adıyla, İmam Humeyni’ye hitaben yazılan bu bildiride itirazlarla birlikte, İnkılâp mahkemeleri başyargıcı Ayettullah Halhali’nin iddiasına cevap da veriliyordu. Ayettullah Halhali; Ahmet Müftizade’nin Taif konferansına katıldığını ve Şia mezhebinin bölgede nüfuzunu engellemek için alınan kararların içerisinde olduğunu iddia ediyor ve buna karşın Müftüzade de kesinlikle İran’dan çıkmadığını ve bunun ispat edilmesi durumunda her türlü cezaya razı olduğunu ilan ediyordu. Taif iftirası ve Müftüzade’nin İmam Humeyni’ye yazmış olduğu mektup, tasfiyenin bahanesi oldu. Kısacası, “tarih yeniden tekerrür ediyordu.”

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum