1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (11)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (11)

15 Eylül 2010 Çarşamba 00:00A+A-

[email protected]

Türkiye’de darbe sonucunda gelişen olayların yurt dışına yansıyan kısmından belli haberlerle durumun ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Ümit ettiklerimiz, gerçeklerimizle uyuşmuyordu. İran’da belirsizlik içerisinde beklemekten başka çaremiz kalmamıştı. MSP (Hizb-i Selama) görüşünü benimseyen arkadaşlarımızın daveti üzerine, Mehmet Güney Tahran’a gelmişti. Bizim görüşlerimize muhalif olanlar, gelir gelmez yabancı bir ülkede olmanın psikolojik etkisiyle onu da yönlendirmişlerdi. Kaçınılmaz görüşme ortamlarında, bize karşı önyargılı baktığını ifadelerinden ve konuşmalarında rahatlıkla okuyorduk. Çok az görüşüyorduk. İran’a gelirken, Tahran’daki arkadaşlarla ilgili bilgilenme seansından geçtiğine inanıyorduk. İran’a yolculuktan önce, bize karşı önyargılarla dolmuş bir şekilde geldiğinden, darbe öncesi MSP karşıtı düşünceler sergilediğini ve neden şimdi böyle bir değişim gösterdiğini soramıyorduk bile. Bizimle birlikte olan arkadaşları da yanlarına çekmek istiyorlardı. Beş on kişi arasında, Milli Görüş veya karşı görüş rekabeti başlamıştı. Aslında dışarıdan bakıldığı zaman fazlasıyla komik bir rekabetti, ancak meselenin ileriye dönük uzantıları düşünüldüğünde, hayali bile bir seri sorunlarla birbirine düğümlenmiş bir projeyle karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yetiyordu.  Gizli ve açık görüşmelerle daha önce diyalogda oldukları insanları çağırıyorlar, geçmiş hukuklarını öne sürerek onların MSP karşıtı kanattan kopmaları için her yola başvuruyorlardı. Statükonun başarılı olduğu tek alan da bu oluyordu. İnsanları birbirleri aleyhinde kışkırtmayı iyi beceriyorlardı.

Biz kendi halimizdeydik, onların görüşmeleriyle, talepleriyle veya kırılmış bir çizgide duruşlarıyla ilgilenmiyorduk artık. Zira Türkiye’de yaşadıklarımız burada da tekrarlanıyordu. Tarih tekerrür ediyordu. Türkiye’de biz meydanlarda sabahlara kadar bir davanın ayakta durması, korunması için bedenimizden, uykumuzdan, maddi imkânlarımızdan fedakârlık yaptığımız bir zamanda, bürokratik işlerden bize zaman bulamayan ağabeylerimiz ihalelerle, şirketlerle meşgul oluyorlardı veya bizim sabahlara kadar meydanlarında faal olduğumuz şehirlerin en lüks otellerinden derin uykulara dalıyorlardı. Fazla da önemsemiyorduk. Yeni bir çizgi oluşturmamız lazımdı. Önümüzde hazır bir modelimiz vardı. İran, baştaki olumsuzluklara rağmen bizim tek modelimizdi. İmam’a olan sevgimizin, bağlılığımızın yeni bir model oluşturmamıza yardımcı olacağına inanıyorduk. Ancak önemli bir sorunumuz vardı; yeni modelimizde, hareketin başında kesinlikle siyasi ve pratik tecrübelerle donanımlı bir âlim olması gerekiyordu. Dünyadaki İslami hareketlerin kısırlığını, sapmalarını böyle bir eksikliğe bağlıyor ve dolayısıyla Erbakan Hoca’nın başında olduğu Milli Görüş hareketinin verimsizliğini ve basiretsizliğini, âlimler öncülük yapmadığı için kusurlu buluyorduk. Devamlı olarak ilişki içerisinde olduğumuz Selahattin ağabeyin de bize ideolojik ve siyasi düşünce açısından fazlasıyla yeterli olduğuna inanıyorduk, ancak onun medrese kökenli olmayışı ve onun önerileriyle bizim de benimsediğimiz “hareketin başında bir alim olmalı” görüşü arayış içerisinde olmamıza yol açıyordu. Her yönüyle onun sohbetlerinden istifade ediyorduk, ancak o da İslami mücadelelerin kesinlikle âlim/fakih kişiliklerin önderliğinde olabileceğini savunuyordu. Ama nereden bulacaktık. Geleneksel medrese bilgisinin içerisinde boğulmamış, siyasi ve modern düşüncelere hâkim bir kişilik olması gerekirdi aradığımız âlimin.  İnkılâptan etkilenerek geliştirdiğimiz, hareketin başında kesinlikle din adamı olması şeklindeki tezimiz, aynı düşüncede olduğumuz insanların arasından bir âlim çıkmasını beklemeye yönlendiriyordu bizi doğal olarak. Geçmiş İslami hareketler konusunda yapmış olduğumuz tahlillerde; sapmaların, kırılmaların veya başka yörüngelere akmanın temel sebebini, hareketin önünde âlimlerin olmayışına bağlıyorduk ve bir istikamet tutturulacaksa, ancak bu eksiğin giderilmesi ile çözüleceğine dair inancımız, bizi başka konulara yoğunlaşmaktan neredeyse alıkoyacak denliydi. MSP konusundaki tepkimiz de, büyük oranda böyle bir anlayıştan kaynaklanıyordu.

İnkılâp bütün dünyada coşkuyla karşılandığından, düzenli olarak siyasi düşünce sahibi misafirlerimiz geliyordu. 80 darbesi dehşetinin etkilerinden henüz kurtulmadığımız için, misafirler konusunda temkinli davranıyor ve gelenler arasında başka niyetli insanların olabileceği ihtimalini akıldan uzak tutmuyorduk. Misafirlerle yapılan sohbetlerin büyük kısmına, Milli Görüş ve geçmişin eleştirisi hâkim oluyordu tabiî ki.

Tahran’da rahat değildik. En önemlisi, toplumu belirsizlikte boğan savaş devam ediyordu. Savaşın oluşturduğu şartlardan, bütün boyutlarıyla etkileniyorduk biz de. Hava saldırıları düzenli bir şekilde devam ediyor, insanlarda psikolojik bozukluklar giderek büyüyor, sosyal alanda da adaletsizlikler yaygınlaşıyordu, temel yiyecekler ancak kupon ile normal fiyata alınabiliniyordu. Yabancılar, bu haktan mahrum ve karaborsa almak zorunda kalıyorlardı. Terör, sokaklara hâkim hale gelmiş durumdaydı. Mesut Recevi’nin cumhurbaşkanlığı adaylığının veto edilmesiyle birlikte yeraltına çekildiğini ilan eden Halkın Mücahitleri, terör estiriyordu. Sokaklar güvenli değildi hiçbir kimse için. Bir ülkeden başka bir ülkeye gelmiş insanlar olarak, dış istihbaratlardan endişelerimiz vardı veya en azından böyle bir psikolojiden kendimizi kurtaramıyorduk. Dolayısıyla gelen misafirlerle sürekli bu çekinceler, kaygılar gölgesinde ilgileniyor ve tanımadığımız insanların konuşmalarını, tavırlarını ve sorularını bu değerlerle ölçüp biçiyorduk. Sorulan her sorunun neden sorulduğunu değerlendirdikten sonra, çekinerek ve temkinli cevap veriyorduk.

Kuşkularımızda haksız da değildik. Birçok örneği vardı bunun. En azından Tahran Türk Konsolosluğuna gidenlerin, konuyla ilgili sorgulandığını ve istedikleri bilgileri almadıklarında bürokratik zorluklar çıkardıklarını, Tahran’daki Türklerle ilgili düzenli bilgi için insanlardan ciddi taleplerinin olduğunu biliyorduk. İran’a gelmek isteyenlerin de pasaport alırken yaşadıkları veya karayoluyla geliyorsa, sınır şehirlerinde bir-iki gün misafir edilmeleri ve çeşitli tehditlerle geri dönüşte, bilgi toplamaları isteniyordu. Kiminin ailesine yönelik, kiminin de kendisine yönelik tehditler neticesinde, bir kısım insanlar onların isteklerine teslim olmak zorunda kalıyorlardı.

Kum’da medreselerde okuyanlarla, Tahran’da çalışan veya bizim gibi çalışmadan oturanların toplamı bizim bir ailemiz kadar bile değildi. Ama onlar ne olur, ne olmaz hesabıyla düzenli bilgi almak istiyorlardı. Savaş cephelerinde çalışmak üzere gelmiş olan bir Erzurumlu diş doktorumuz vardı. Kendisinden önce gelen ziraat mühendisi kardeşinin yardımıyla resmi bir kurumda çalışmaya başlamıştı. Pasaportunun müddeti bittiğinden, bir süreliğine akrabalarını ziyaret etmek üzere memleketine gitti ve dönüşte misafir alındı. Ne kadar baskı yapıldı veya nasıl tehditler savruldu bilmiyorduk. Ancak geldikten sonra tavırlarında ve çoğunlukla soru soran ifadelerinde, büyük bir değişim yaşadığı da gözümüzden kaçmıyordu.

Durumu fark eden ziraat mühendisi kardeşi onu sıkıştırıyor ve bunun neticesinde Ağrı emniyetinde belli bir süre sorgulanıp tehdit edildiğinden, teslim bayrağını çektiğini ve basit bilgiler karşılığında kariyer ve koruma sağlanacağının vaat edildiğini öğreniyordu. Zaman geçirmeden bize bildirdi. Ne yapabiliriz ki? Müslümanların arasında yaşamış, onların düşüncelerine sahip bir insan çocuklarına yönelik tehditten dolayı teslim bayrağı çekmiş. En azından bizim bulunduğumuz yerlere gelmemesi yönündeki talebimizi iletmekten öteye gitmedik. Kısa bir süre sonra evini toplayıp, vaat edilen kariyerine kavuşmak üzere geri dönüyordu.

Bazı menfaatler karşılığında kendi kardeşini satan bir insandan hiç kimseye hayır gelmeyeceğini düşünüyorduk biz de. Durum böyle olunca da yakından tanımadığımız insanlardan kaçınma, bizde kalıtımsal bir refleks haline geliyor. Bir şey olacağından değil, ancak böyle bir davranışın her yönden ahlaksızlık olması bizi ciddi anlamda rahatsız ediyordu. Genellikle gelen misafirleri Selahattin Ağabey tanıyor ve biz de onun tanıdıklarına yanaşmakta sakınca görmüyorduk. Çoğunlukla, misafirlerin getirdiği bilgileri dinlemek veya Türkiye’deki düşünce seyrinden haberdar olmak üzere onun geniş salonunda oturuyorduk. Eğer kışsa, alaattin sobasına daha yakın durmaya çalışıyorduk, çünkü ev soğuk oluyordu. Ticaret için gelenler, gezme maksatlı gelenler Türkiye’nin son gelişmeleriyle ilgili olarak -merakla dinlediğimiz- bilgiler veriyorlardı bize.

Darbenin etkilerini ve zindanlardaki işkenceleri, başkaldırışları dinliyorduk. Türkiye ile tek bağımız gelen misafirler veya belli kurumlara gelen muhafazakâr görünümlü –birçok yeri kalın keçe kalemle sansürlenmiş- birkaç gün öncenin gazeteleriydi. Gelen misafirlerden bazıları o zaman çıkan bazı dergi ve kitapları da hediye olarak getiriyorlardı. MSP’nin yığınlarla iktidara/devlete yürüme projesinin darbeyle dağıtılmasından/havası indirildikten sonra statükodan kopan gençler, geçmişe ait tahlillerinin ardından kültürel alanlara yönelmişler ve yeniden İslami bir uyanışın inşa edilmesi için Kur’an ağırlıklı çalışmalara hız vermişlerdi. Kültür alanındaki eksikliğimiz bütün kesimlerce kabul edilen bir gerçek olduğundan, her cemaat, grup kendi alanında dergi ve kitaplarla tabanını bilinçlendirme yoluna gidiyordu.

Çıkarılan dergiler veya bunların çevresinde kümelenen cemaatler arasında farklılıklar vardı, ama hepsinin ileriye yönelik idealleri, ümitleri ve hayalleri vardı. Coşku içerisindeydiler, hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlardı. Hepsinin ana hedefi, dünya üzerinde İslam ümmetinden oluşan ideal bir toplumun yeniden doğmasına öncülük etmekti. M. Esat Coşan’ın başyazarlığını yaptığı “İslam Dergisi”, Gülen cemaatinin çıkardığı “Sızıntı”, “Zafer”, Erenköy Nakşi cemaatinin çıkardığı "Altınoluk", Ercüment Özkan çevresinin çıkardığı “İktibas” dergisi, “Şehadet”, “Tevhid”, “Mektup”, “Kitap Dergisi”, “Mavera” gibi dergilerle, düşüncenin seyrini izlemeye çalışıyorduk.

Dergilerin genelinde yurt dışındaki İslami gelişmelere yönelik haberler, yorumlar ağırlıklıydı. İslamcı kesimin yurt dışındaki gelişmelerle ilgilenmesinin hiçbir riski yoktu, dolayısıyla bu daha kolaylarına geliyordu. Özellikle Afganistan’ı işgal eden Sovyetlere yönelik sert eleştiriler vardı, mücahitler ve cihat hareketine övgülere bolca yer veriliyordu. Yine bu dergilerin çoğunluğunda İran İslam İnkılâbı, İmam Humeyni’nin demeçleri ve hayatı fazlasıyla işleniyordu.

Darbeden önce selefi çizgiye doğru gelişen düşünce yapısı, inkılâpla birlikte farklı bir alana yönelmişti ve birçok insan eski birikiminin aksine Şialığı konuşmaya ve hatta bu inancı benimsemeye başlamıştı bile. Tasavvuf kökenli dergilerin veya cemaatlerin dışında kalanların büyük bir bölümünün ana gündemi İran’dı. İran’a karşı başlatılan savaşın emperyalist kökenli olduğunu savunan Müslümanlar, İran’ı desteklediklerini ilan etmekten kaçınmıyorlardı. Rejimin de Müslümanlara yönelik “İrancılar” etiketi, birçok gencin işkence tezgâhlarından geçmesine vesile oluyordu.

Yayınlanan yayınlardan en sağlıklı ve altyapısı sağlam olarak gördüğümüz dergilerden biri İktibas’tı. Dolayısıyla o dergi geldiği zaman büyük bir dikkatle okuyor ve kendimize göre analizler yapıyorduk. Genellikle Milli Mücadeleden kopmuş Yöneliş yayınları da, o dönemde en üst çıtadan düşüncelerin gündeme geldiği birikim alanlarından biriydi. Türkiye’de düşünceye, düşünce ağırlıklı fikirlere yeni yeni yöneldiğimizden, eserlerin büyük bir bölümü tercüme olarak çıkıyordu. Boş bir alanı doldurdukları için de hiçbir şekilde analiz edilmeyen, eleştirilemeyen ve toptancı kabul gören kutsal alanlara sahip oluyorlardı. İstisnalar olmakla birlikte, tercüme bürosu anlayışına sahip aydın geleneği yeniden ihya ediliyordu. Özgün bir düşünce, özgün bir analiz veya özgün bir fikir ekolü gelişmiyordu. Çevirilerle, duydukları haberlerle veya geçmiş klasik kitaplardan alıntılarla başlayan bir düşünce devresine girdiğimiz bir zamanda, İktibas dergisi ve özellikle Ercüment Özkan, yeni tartışma alanları ve yeni eleştiri kültürünü tabana yaymaya çalışıyordu. “Şehadet” ve daha sonrasında “Tevhid” dergisi çevresinde toparlanan arkadaşlar, tamamen İran kültürünün köprüsü haline gelmişlerdi. İslam İnkılâbının öncülerinden yaptıkları alıntılar, tercümeler Türkiye Müslümanları arasında ilgi görüyordu.

Onların bu alanda yaptıkları yayınlar ve tabana yönelik çalışmaları, bu kesimde Şia mezhebine yönelik ciddi kaymaların olmasına da yol açıyordu. İnsanların mezhep değiştirmesi bizi fazla ilgilendirmiyordu, ancak İslam inkılabı tecrübesinin bu şekildeki basit ve tamamen çıkar ilişkisine dayanan ayrıntıda boğulması bize ilkesizlik, erdemsizlik ve basiretsizlik örnekleri olarak yansıyordu.  Özellikle bu grubun başındaki insanların Şia mezhebini benimsediklerini açık bir şekilde dillendirmeleri veya çevrelerine duyurmaları belli bir dönem gündem olmuştu. Perşembe geceleri Kumeyl duaları merasimlerini düzenledikleri veya Halkalıdaki Aşure merasimlerine katıldıkları bilgisi, kısa zamanda bize kadar gelmişti bile. Önceleri geleneksel ve çoğu zaman tasavvuf kaynaklı inanca ve hatta tağuti rejimin şekillendirmeye çalıştığı diyanete karşı mücadele verip, ihvan yazarlarının etkisiyle selefi bir çizgiye kaymışken; İmam Humeyni’ye olan sempati ve Hz. Hüseyin (a) kıyamı çevresinde gelişen yoğun propagandayla yeniden geleneksel bir inanç etrafında şekillenmeye çalışmak sahici bir görünüm vermiyordu.  Biz, bu gündemlerle uğraşırken, İran gündemi daha sıcak geçiyordu. 1981 yılında Seyyit Ali Hamanei’ye düzenlenen bombalı saldırıdan bir gün sonra da Hizb-i Cumhuri-i İslami merkez binasına büyük bir saldırı düzenlenmiş ve Ayetullah Behişti ile birlikte kabinenin birçok bakanı, meydana gelen patlama sonucunda ölmüşlerdi. Böyle bir gelişmenin ardından, Halkın Mücahitlerine yönelik sert önlemler alınmasının yanında, halk arasında da ciddi tepkiler oluşmuş ve hatta onlardan bazıları eylem esnasında halk tarafından yakalanıp linç edilmişti.

Her iki taraf da sertleşmişti. Böyle olunca da sokaklar güvensiz hale gelmişti. Kaos ortamı bizi de etkiliyordu. Kıyafetimiz, görüntümüz bizi hemen ele veriyordu. Görünüşümüzden taviz vermemiz mümkün değildi, zira dış görünüşümüzle iç görünüşümüzün bir bütün olduğunu savunuyorduk ve dolayısıyla inanç kaynaklı sakal gibi simgelerimizden vazgeçmemiz düşünülemezdi. Sokaklar güvenilir olmayınca, zamanımızın büyük bir bölümünü ya Afgan bürolarında veya Fatımi meydanında kalan arkadaşları ziyarette geçiriyorduk. İrşat bakanlığında çalışan Hüseyin ve Muzaffer, bizden önce gelmişlerdi ve yayın işlerinde çalışıyorlardı. Sosyal alana daha rahat adapte olmuşlar ve dolayısıyla her kesimden tanıdıkları vardı.

Cuma namazlarını Tahran Üniversitesinde kılıyor ve ardından yan kapıdaki buluşma yerimizde bir araya geliyorduk. Genellikle yeni gelen misafirleri de orada görme imkânımız oluyordu. Sadece bir farkla, ideolojik yapılanma içerisinde olanlar o toplanma yerinin fazlaca aleni olduğu düşüncesiyle gelmiyorlardı ve çoğunlukla otel odalarında görüşmeyi tercih ediyorlardı. Eğer tanıdığımız kimselerse, bir şekilde bize haber ulaştırıyorlar ve biz de otel odalarında veya lobilerinde görüşmelerimizi yapıyorduk. Böylesine bir yapı sahibi olanlar genellikle, şehrin biraz daha dışında ve ara sokaklarda gözden ırak yerleri tercih ediyorlardı. Kısa süreliğine kalıyorlardı. Yani gelmeleriyle gitmeleri bir oluyordu.

Leşker-i Muslumani Kurd’dan da bazı arkadaşlarla fırsat buldukça görüşmelerimiz oluyordu. Çoğunlukla ya Devrim Muhafızları binasında veya Nehzet-i Azadıgan binasında karşılaşıyorduk veya bize çay içmeye geliyorlardı. Birkaç cümle Türkçe öğrenmişlerdi. Ben ise pratikte Kürtçe konuşamıyordum. Onlarla tanıştıktan sonra bu dilin zaruretine inanıyor ve bir yerlerden Kürtçe kitaplar bulup kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Zamanla Arap alfabesiyle, Latin alfabesi ve daha sonrasında Kril alfabesi ile Kürtçe okumaya başlamıştım. Kürtçe konuşan belli bir çevrem oluştuktan sonra, pratikte de gelişme göstermiştim.

Hiç kuşkusuz bunda, Türkiye’de iken “vahabi molla” olarak bilinen, İran’a geldikten sonra Şia olan ve belli bir zaman sonra elindeki şecereyle seyit olduğunu ispatlayarak, beyaz sarıktan daha yükseğe terfi ederek seyitlik unvanı olan siyah sarığı takan Mela Halil’in çocuklarının büyük katkısı olmuştu. İki oğlu Sazıman-ı Tebliğat (Propaganda Teşkilatı) yayın bölümünde çalışıyorlardı ve Kürtçe bir derginin yazılarını hazırlıyorlardı. Çoğunlukla dini/mezhebi konuların işlendiği dergi, İran Kürdistan bölgesine gönderilmek üzere hazırlanmakla birlikte yurt dışına da gönderiliyordu. Onların teklifiyle kendimi zorlayarak son sayfayla birlikte iki sayfalık yazı yazmaya başladım. Latin alfabesiyle hazırladığım makale daha çok Türkiye siyasetiyle ilgili oluyordu.

Her fırsatta Mela Halil’i ziyaret için Kum’a gidiyordum ve o da şakayla karışık olsa bile benim ne zaman “Şia olacağımı” soruyordu. Bana teklifi de hazırdı. “Şia ol, hemen seni evlendirelim ve buraya yerleştirip bir iş bulalım.” Cevap olarak sert tepki göstermesem de, “ikna edici deliller varsa neden olmayayım!” türünden cevap veriyordum ve o da bana genellikle bütünü hurafe ve demagoji olan “Nasıl Hidayete Erdim” veya “Peşaver Geceleri” gibi son derece itici ve basit kitapları tavsiye ediyordu. İslam’ı örtülü hurafelere boğan sapkınlık derecesindeki bağımlılık, Şia mezhebi bağlılarının diyaloglarda kendisinden başkasını Müslüman görmeme seviyesinde gelişiyor ve belirlenen sınırların dışında kalanları hidayete çağırma ve bunun için uğraşma/çabalama bir ibadet olarak algılanıyordu. Dinin bu versiyonuna itaat etmek, geçmişten günümüze yansıyan yeni bir hal almıştı. Eleştirilemeyen, kutsallaştırılan bu alan akıl, adalet, özgürlük ve eşit haklara sahip olmayı da devre dışı bırakıyordu. Zira molla sınıfı veya ondan daha üstün imtiyazlara sahip olan seyit elit tabakasının saygınlığına ulaşabilmek imkânsız gibiydi. Eğer bu imtiyaz olmasa, Mela Halil’in seyitlik sarığını takmaya yönelmesinin de imkansız olduğunu düşünüyordum. Molla sınıfının iktidarda egemen güç olmaları, onlara daha fazla imtiyaz sağlıyordu.

Bütün bunları kabullenemiyordum. Dalga geçer gibi tebessüm edince, çaresiz olarak konuyu değiştiriyordu. Çocuklarından biri hariç, diğerleri hiçbir zaman böyle basitliklere düşmediler. Sürekli olarak bir dost gibi davrandılar. Zaman ilerledikçe, ben de kendimi savunma yöntemini değiştirmiştim. Mela Halil’e, “Hocam sen de işini biliyorsun nerede evde kalmış, kör veya bir böbreği olmayan çirkin biri varsa, bizim çocukları Şialaştırıp onları veriyorsun…” diyordum ve o da işin farkında olduğumu anlamışçasına konuyu değiştiriyordu.

Bu arada savaş cephelerinde de savaş kızışmaya başlamıştı. Tahran’da Behişt’u Zehra mezarlığı savaş cephelerinin şiddetli çatışmalarıyla dolup-taşmıştı. İran’ın ana gündemi savaştı ve dolayısıyla iç ve dış siyaset, ekonomi, sosyal yapılanma bu gündemin ışığında şekilleniyordu. Önemli düşüncelerin ana kaynağında yine savaş vardı.

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum