1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (10)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (10)

31 Ağustos 2010 Salı 19:00A+A-

[email protected]

Çıkmazların girdabında, sıkıntıların muhasarasında canımız yanarken, çıkış kapıları aralanmış, iş bulmuş, para kazanmış, beni sınırdan geçirebilecek bir kaçakçı grubuyla buluşmuş ve gecenin karanlığında çevremde uyuyanlar beni dağın başında yalnız başıma bırakıp gittikleri ana kadar her şey yolunda gitmişti. Ondan sonrasında tahminlerime dayanarak şehrin çevresindeki bahçelere kadar ulaşabilmiş ve oradan da bir bahçenin içerisinde derin bir uykuya dalmıştım…

Gecenin yorgunluğuyla terden ıslanmış halde derin uykudayken, bir ara üzerimde hareket eden canlıların olduğunu fark ederek uyandım. Onlarca köpek çevremde toplanmıştı, bana dokunmalarıyla birlikte uyanıverdim. Çevremde bulduğum taşlarla onları kovaladım. Sessiz bir şekilde dağıldıklarında, bir üzüm bahçesinde olduğumu fark ettim. Güneş artık etrafı ısıtmaya başlamıştı bile. Toparlanıp, yola koyuldum. Mahalle aralarındaki selamlamalardan, konuşmalardan doğru yerde olduğumu anladım. Kısa bir zamanda hizbin yerini buldum. Başımdan geçenleri onlara kısaca anlattıktan sonra, geçip duş aldım kahvaltı yapıp uyumaya başladım.

Dağda beni unutup giden arkadaşlar bulunduğum yere varıp beni uyandırıncaya kadar uyudum. Uzun zamandan beri ilk defa böyle rahat bir uyku uyuyabilmiştim. Arkadaşlarım beni görünce sevince boğuldular. Arkadaşlarım bana karşı farkında olmadan işledikleri bu hatanın utancı ve pişmanlığı içindeydiler. Hele Nurrahman, beni gördüğü zaman gözleri doldu ve ağlamaklı bir ses tonuyla “İbrahim can!” deyip boynuma öylesine sarıldı ki, çocuklar gibi ağlamamak için kendimi zor tuttum. Defalarca özür dilediler ve uykulu haldeyken başka bir bölgeye uyumak için hareket ettiklerini, oradan da şehrin yakınlarına kadar gittiklerini, durumun farkına vardıklarında bu kez de beni aramak için geri döndüklerini anlatıyorlardı. En çok da, nasıl geldiğim konusunda hayret içerisindeydiler. Çünkü onlar yolu bildikleri halde oldukça sıkıntı ve zorluk çekmişlerdi. Hele hele yolu bilenlerin bu zorluklar ve kat ettikleri zaman açısından, benim yol bilmez halimle ve onlardan önce gelmiş olmam, durumu onların kavrayışlarının ötesine taşıyordu. Onlar açısında anlaşılır gibi değildi. Gerçekten de, normal koşullarda düşünüldüğünde anlaşılır bir durum değildi bu durum. Ben de bu soru ve merakları karşısında; “Allah yardım etti, geldim işte!” deyip, tebessüm etmekle yetindim. Ne anlatabilirdim ki? Rüya gibi bir gecenin mutlu sabahındaydım. Onlar da kazasız belasız gelmişlerdi, daha ne isteyebilirdim?

Zahedan’daki birkaç günlük istirahattan sonra Tahran’a gitmek için hizbe müracaat ettim. Bir grupla birlikte göndereceklerini söylediler. İki gün sonra İran makamlarının da imzaladığı “İbrahim Muhaciri” ismiyle hazırlanan belgeyi bana verdiler. Ertesi gün hareket edecektik…

Yol boyunca sık sık kontroller var, güvenlik güçlerinden bir kaçı içeri giriyor, insanların yüzlerine bakarak karar veriyorlar. Arka koltukta oturan Azeriler var, onların uyuşturucu taşıdıklarını, bizi Afganlı zannedip kendi dillerinde rahat konuşmaları esnasında anlıyorum. Panik içerisindeler, ama ne hikmetse kontrol noktalarını geçiyorlar. Yine bir kontrol noktasında pastar, bir gençle yanındaki bayanı aşağı indiriyor. Çantalarına bakıyor ve daha sonra bizim de görebileceğimiz bir yerde her birinin eline birer karton vererek boş bir araziye götürüyor. Uzun bir süre sonra, kartonlar üzerinde uyuşturucu balonlarıyla gelen devrim muhafızı, sevinç içerisinde, beklememize sebep olan uyuşturucuyu bize gösterdikten sonra geri gönderiyor. Ardından, onları yakalayan görevli içeri girip izah ediyor, koltuk arkasındaki filelere sıkıştırılmış kremden kuşkulandığını ve kuşkusunda da haklı çıktığını izah ediyor. O ininceye kadar Azerilerin defalarca ölüp-dirildiğine şahit oluyorum. Kişilik özelliğiyle, sorumluluk arasında çelişkiler ‘med-cezir’inde gidip geliyorum. Birlikte yolculuk yaptığımız gruptan birilerinin alınıp, bana dokunulmaması, yaptıklarını onaylamadığım halde beni rahatsız ediyor, Azeriler yakalanırsa, onları ihbar eden benmişim gibi kötü bir duyguya kapılıyorum. Bu onuruma dokunduğu için de yutkunup susuyorum. Özellikle de Beluçlar’ın “ispiyoncu”lara bakış tarzını öğrendikten sonra, arkamda oturan Azerilerin yakalanmaması için davranışımla onlara yardımcı olmaya çalışıyorum.

Tahran’a varıp hizbin misafirhanesine yerleşiyoruz. Devam eden savaştan en çok etkilenen şehirlerden biri de Tahran. Hergün onlarca hava saldırısı düzenleniyor. Orada bıraktığımız elbiselerimizi giyiyoruz, zira toplumda Afganlılar hoş karşılanmıyor ve her fırsatta hakarete maruz kalmak istemiyoruz. Ertesi gün Selahattin ağabeyi arıyorum ve verdiğim kararı ona açıklamak üzere görüşmek istiyorum. Tophane meydanında buluşuyoruz. Ona “Türkiye’ye cezaevine girme pahasına da olsa geri dönmek istediğimi ve buralarda kalmamı gerektirecek hiçbir şeyin kalmadığı”nı söylüyorum. Bana “dönüşün zorluğunu, Türkiye şartlarının darbeyle birlikte militarist bir baskı ve zorbalık rejimi haline dönüştüğünü ve belirli bir süre sabretmemi” söylüyor.

Ben yurt dışına çıkarken, babam serbest bırakılmış iki kardeşim ise Diyarbakır cezaevine gönderilmişlerdi. Kardeşim Hacı, yaşının küçük olmasından dolayı sübyan koğuşuna gönderilmiş, Sadrettin de normal koğuşa yerleştirilmişti. Ceza evi öncesi ve sonrasında işkenceler en üst seviyede devam ediyordu. Saçları düzenli bir şekilde sıfıra vurdurulan tutuklulara askeri kıyafetler giydiriliyor, sağcı-solcu olarak tasnif ettikleri siyasileri hep birlikte askeri eğitime tabi tutuyorlardı. Şiddetin, baskının dozajı o kadar yüksekti ki, ağır işkence gören siyasiler seanstan çıkarılırken “teşekkür ederim komutanım!” demek zorunda bırakılıyorlardı. Bütün siyasiler karma bir şekilde baskı ve şiddete maruz kalıyorlar, baskıyla askeri eğitime çıkarılıyorlar, marşlar, sloganlar ve laiklik metinleri ezberletiliyordu. Yanlış bir bakış bile ölesiye dayakla karşılık buluyordu. Soğuk ve bakımsızlık, gençlerden birçoğunun zatürreye, vereme ve değişik hastalıklara yakalanmasına sebep oluyordu. Siyasilerin sindirilmesi için en aşağılık uygulamalara başvuruluyordu. İnsan onurunun kabul edemeyeceği baskı, şiddet ve zorbalıklarla gençlerin direnci kırılmaya çalışılarak tek tip insan biçimlendirilmeye-yontulmaya çalışılıyordu. İşkencede ölenlere ilave olarak, cezaevi şartlarına dayanamayıp ölenlerin sayısı da giderek artıyordu. Militarist sopalar, “Diyarbakır cezaevine giriş var, çıkış yok!” ilkesini beyinlere kazıyordu.

Orada yaşananları, bu zaman içerisinde yurt dışında yayınlanan yayınlardan az da olsa öğreniyordum. Yurt dışına çıkarılan işkence ve zor politikalarını yansıtan haberlerin, gizli bir şekilde kaçırıldığını da biliyordum. Dünyam yıkılıyor ve kardeşlerimin tutsak olduğu bir zamanda yurt dışında özgür olarak dolaşmamın doğru olmayacağı düşüncesiyle, kendimi ateşe atmak istiyordum. “Kesin kararım var, döneceğim.” Polislerin elinden en son, akrabalarımın yığınlar halinde çevremi sararak, kargaşa çıkarmak suretiyle kaçırılmamı sağladıkları zaman da, kardeşlerimin tutsak düştüğünü görüp, kaçmak istememiştim. Türkiye’ye dönmeme noktasında Selahattin Ağabey, beni ikna etmeye çalışıyordu. İstemeyerek de olsa kabul ettim.

Şah döneminde Savak’ın misafirlerini ağırladığı Kuzey Tahran’ın büyük bahçe içerisindeki misafirhanelere, yerleştim. Birkaç arkadaş daha var orda, bir kısmıyla MSP’ye olan muhalefetimden dolayı soğuk duruyoruz. En azından, bizimle birlikte başladıkları Milli Görüş karşıtlığından vazgeçmiş olmalarını hazmedemiyoruz. Onlar kendi aralarında, MSP yöneticileriyle görüşüyorlar ve İran’da oluşabilecek pastadan bir pay almaya çalışıyorlardı. Elimizden geldiğince, MSP’nin rejim partisi olduğunu, ulusal bir çizgide hareket ettiğini ve eline geçen hiçbir fırsatı değerlendirmediğini anlatıyoruz. Dostlarımıza yaptığımız bu serzenişle, “kadayıfın altı kızardı!”, “file dolmadı!” veya benzeri medyatik çıkışlarıyla Müslümanların toplumdaki vakarını, onurunu, ciddiyetini alay konusu yapan, yoksulluk edebiyatı yaparken zenginliğine zenginlik katan MSP üst kadrosundan intikam almayı da hedefliyorduk kendimizce.

Aslındaysa, bizim tepkilerimiz sadece serzeniş olarak kalmıştı. Zira İran’daki imkânlardan istifade etmek için öne sürülen şartlar hiçbir zaman gerçekleşmeyecek boyuttaydı. Görüşüyorduk, ancak hiç tanışmamış gibi davranıyorduk. Hâlbuki Türkiye’den birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Sanayi mahallesinde kardeşlerimiz komünistler tarafından vurulduğu zaman, onların kontrolündeki yurtlarda doğulu öğrencilere yönelik ayrımcılıklarını, toparlanan imkânları kendi tekellerinde nasıl tuttuklarını iyi biliyorduk. Belki onların belirlediği kurallara uymuyorduk, ancak siyasi alanda yapılan bütün çalışmaların hizmetkârlığı bizim omuzlarımızda kalıyordu. Biz çalışıyorduk, biz ayaktaydık, yürüyorduk, onlar hükümette yönetimdeyken bile içeri düşüyorduk, bize destek vereceklerine “gazaları mübarek olsun!”demekle kalıyorlardı; onlar bizi seyretmekle yetiniyorlardı. Bundan dolayı tepkiliydik, küskündük. Onların bunu anlamalarını beklemiyorduk. Darbe öncesi bizi anlamayan Mehmet Güney’in, darbe sonrasında anlamasını da bekleyemezdik. Doğrusu, ayrı dünyalarda yaşayan insanlardık.

Bağ-i Şiyan’da bir süre kaldıktan sonra, birkaç arkadaşla birlikte, Mehdi Haşimi’nin direktifleriyle Niyeveran’da bahçesi olan lüks bir eve yerleştiriliyoruz. Burada kendimize biraz daha çeki düzen vermeye çalışıyoruz. Elimize geçen kitapları okuyor, Cuma namazlarını Tahran Üniversitesinin bahçesinde kılıyor ve namaz sonrası yan bahçede Türkiyeli Müslümanlar olarak ayaküstü sohbetler yapıyoruz. Zaman zaman gelen misafirlerin otellerine gidip birlikte çay içiyoruz. Bize, Türkiye’den getirdikleri haberleri can kulağıyla dinliyoruz. Torçal, hemen hemen haftada bir gün gittiğimiz dağ haline gelmişti. Sabah erkenden veya Perşembe gecesinden yola çıkıyor, Cuma namazından önce şehre iniyoruz. Kahvaltılarımızın çoğu, Selahattin Ağabeyin evinde çakıl taşları üzerinde pişirilen sıcak “sengek” ekmeği ve gazlı aladdin üzerinde hazırlanan peynirli yumurta ve zeytinle yapıyoruz. İran gündeminin giderek ısındığı zamanlarda bile, kendi dünyamızı kurmakta gecikmiyoruz.

Recevi’nin cumhurbaşkanlığının onaylanmaması üzerine İnkılâba savaş açan Halkın Mücahitleri, Tahran’da terör estirmeye devam ediyordu. Sakallı, elinde tespih ve inkılâp taraftarlarının tercihi olan haki pantolon, kurşunlara hedef olmak için yeterli sebepti. Hiçbir yer güvenilir değildi, her tarafta terör vardı. Biz Pakistan’da iken arkadaşımız Nejdet Yaylalı, durakta sakallı olduğu için kurşunlara hedef olmuştu. Bombalar, suikastlar halkı bezdirecek boyutlara ulaşmıştı. Suikastların artması üzerine İmam Humeyni, inkılâpçıların sokağa çıkmaması ve kendilerini ele verecek simgelerden kaçınmaları, sakallarını kesmesi tavsiyesinde bulunmuştu. Öte yandan, çatışmaların yoğunlaşması üzerine, sol kesim Kürdistan bölgesinde toplanmaya başlamıştı. Cephelerde, Irak ilerleme sağlamış Abadan, Hurremşehir, Huveyze gibi önemli körfez şehirlerine kadar ilerlemişti.

Amerika konsolosluğunun, İmam’ın çizgisindeki öğrenciler tarafından basılması sonucunda, imha edilen belgelerden bir araya getirilen parçalardan birçok siyasinin ilişki boyutu ve ABD’nin bölge üzerindeki gizli projeleri ortaya çıkmıştı. Tamamen toz haline getirilme merhalesinden önce ele geçirilen parçalardan oluşan belgeler, birer birer kitap haline getiriliyordu. Beni Sadr’ın muhalefetlerinin giderek belirginleştiği bir zamanda, savaş ve iç çatışmalar ülkeyi çıkmaz sokağın eşiğine getirmişti. İmam Humeyni’nin mütevazı varlığı ve vakarlı duruşu, yoksul kitleleri bütün zorluklara karşı önemli bir direniş gücü olarak tutmaya devam ediyordu. Uzun bir tarihe ve ülke içindeki Şah karşıtı onurlu duruş birikimine sahip olan Halkın Mücahitleri, sıradan insanlara karşı düzenlediği suikastlar neticesinde kan kaybediyor ve Devrim Muhafızları arasındaki sempatizanlarını da tüketiyordu.

Kaldığımız evin yakınlarında, Iraklıların kaldığı büyük bir villa vardı, ancak herhangi bir diyalogumuz yoktu. Bir gün Selahattin Ağabey beni onlarla tanıştırdı. Leşker-i Müslüman-ı Kurd ismindeki bu oluşumun başında Suriye kökenli, ilk görüşte Baas partisi soğukluğunu hissettiğim bir Abbasi isminde bir adam vardı. Onun dışında kalanlar, sempatik, birikimli ve okumuş insanlardı. Tahran’da merkezleri olduğu gibi, İran’ın Irak sınırında da büroları ve askeri kampları vardı. Barzani hareketinin kırılmasından sonra, buraya göç etmiş, İslam inkılâbının gerçekleşmesiyle birlikte bürolar açmışlardı.

Deşifre olmadıkları için kaçmayan sosyetenin yaşamış olduğu bu kapitalist semtte, onlarla komşu olmak bir nebze yalnızlığımı gideriyor. Konuşmalarımızda onlardan, Irak mücadelesinin süreçlerini, siyasi alanda kırılma gösterdikleri evreleri, Baas partisinin ülkede işlediği cinayetleri, şiddet, zor ve baskı politikalarını ayrıntılarıyla öğreniyorum. Hizb-i Dava’dan övgüyle bahsediyorlar. Onların daha köklü siyasi referanslarının olduğunu, birikimli insanların hareketin öncülüğünü yaptığını anlatıyorlar. Muhammed Bakır Sadr’ın liderliğinde başlatılan İslami hareketin ülkenin tamamında büyük taraftar bulduğunu hatırlattıklarında, bizim de Türkiye’de onun ‘Ekonomi Doktrini’ kitabıyla, sol kesimin ekonomik tezlerini çürütebildiğimizi hatırlatıyorum.

Onların vasıtasıyla Mela Halil ile de tanışıyorum. Daha sonrasında biri Iraklı ve biri de Türkiyeli olmak üzere iki Mela Halil’in varlığından haberdar oluyorum. Tahran’da olanı kısa bir zamanda buluyor ve arada bir ziyaretine gidiyorum. Kısa bir süre sonra onun teklifiyle haftada iki ders almaya gidiyorum onlara. Ders bahane aslında. Çok saf bir Kürtçe konuşuyor ve ben onu dinleyerek çocukluktan beri konuşmadığım, kimi zaman konuşmaya korktuğum ve kimi zaman komplekse kapılmamak için kaçındığım bu dilin ne kadar değerli olduğunu, ondan öğreniyorum. Onsekiz ciltlik bir Kürtçe-Kürtçe sözlüğü var ama ne Şah rejimi döneminde ve ne de şimdiki dönemde baskı için izin alamamış. Her gidişimde kelimelerden örnekler veriyor ve kelimeleri toplamak için hiçbir zahmetten kaçınmadığını söylüyordu.

Bizimle ilgilenen devrim muhafızı Davut’la da sık sık görüşüyor ve genellikle onun kırmızı Hyundai motoruyla Tahran’ın sokaklarını geziyoruz. Azeri Erdebil asıllı olduğu için, Türkçesini düzeltmeye gayret ediyor. Zamanla iki kardeş gibi oluyoruz. Elburz dağlarının Torçal zirvesi onunla birlikte, sıkça çıktığımız alanların başında geliyor. O çevrede ne kadar dağ varsa, onun İnkılap öncesi birlikte olduğu grupla birlikte çıkıp geziyoruz..

Devrim yıldönümlerinde farklı bir heyecan yaşıyoruz. Değişik ülkelerden misafirler geliyor, dillerini bildiklerimizle bir şeklide anlaşabileceğimiz sohbetler ediyor, en azından onların ülkesinde var olan siyasi gelişmeler konusunda bilgiler alıyoruz. Bizi en çok sevindiren, daha önce ‘peşmerge’ kıyafetleri dediğimiz bölgesel giyimler içerisinde Müslüman Kürtlerin seminerlerde boy göstermesiydi. Avrupa’dan, Türkiye’den seçkin şahsiyetler İnkılâp yıldönümünde bir araya geldiklerinde, tahmin edemeyeceğimiz seviyede düşüncelerle tanışıyorduk.

Devrim Muhafızı arkadaşımla, Türkçe konuşan misafirleri hesaba katarak şehrin birçok yerinde duvarlara Türkçe sloganlar yazmayı kararlaştırıyoruz. Ayrıca tören alanına, meşhur Azadi Anıtı’nın bulunduğu meydana da birkaç pankart asacağız. Gece geç saatlere kadar, şehrin önemli caddelerinin duvarlarına sloganlar yazıyoruz. Yazdığım her harfte, Metin Yüksel aklıma geliyor ve arkadaşıma olanları anlatıyorum. Fatih duvarlarına boyları birkaç metreyi geçen harflerle yazdığımız sloganları silmek için, tenekelerce kireç kullanmalarına rağmen başarılı olamadıklarını övünerek dile getiriyorum.

Tahran’ın büyük caddelerini Türkçe yazılarla doldurmuştuk. Gündüz vakti de tören alanına, rahatlıkla görülebilecek yere asılmak üzere birkaç  pankart yazmıştım. Objektif ve kamaraların hedefinde olacak pankartların, ilgi çekici olması için büyük gayret göstermiştim. Tören alanına, protokolün hemen arkasına “İslami Hareket Engellenemez!”  afişini asmıştık. Bu çalışmalarımız umduğumuz gibi dikkatlerden kaçmamış, özellikle yabancı basının ilgisini çekmeyi başarmıştık. Yabancı basında konuyla ilgili haberin çıkmasından sonra diplomatik çekişmelere yol açmış ve Refsencani, “Türkiye ile aramızı açmak isteyen insanlar var!” diyerek tepki göstermişti. İki ülkenin arasının açılması, hatta savaşma noktasına gelmiş olmaları; fazlaca önemsediğimiz bir konu değildi. Hatta savaş çıkması durumunda, diğer ülkelerde başlayan silahlı mücadelede güçlü bir ordu kurup devreye girmeye de hazırdık. Tahran’a yük getiren kamyon şoförlerinin geçtiği yollarda yaptığımız, yol kontrollerinde arabalarda arama yaparken, bir yandan da onlara tebliğ ediyorduk. Sürgünde olduğumuzu ve güçlü bir şekilde geri döneceğimizi söylüyor veya en azından bazı sıcakkanlı arkadaşlarımız, benim uyarıma rağmen bunu dillendirmekten çekinmiyorlardı. Abdulhamit’in en sevdiği propaganda şekillerinden biriydi bu. Tağutların uykusu kaçsın diye yaptığı bu çağrılarda, şoförlerin bilinçlenmesi için arama faaliyetlerinden çok, tebliğ çalışmasına önem veriyordu.

Aslındaysa, Tahran’daki Türkiyeli arkadaşlar arasında bile hayal ettiğimiz güce doğru ilerleyebilecek bir birlikteliğe sahip değildik. Türkiye’de en ufak bir oluşumda bir şekilde müdahil olan Milli Görüş düşüncesi, burada da başımızın belasıydı. Türkiye’de aynı fikir çizgisinde olan arkadaşlarımızın büyük bir bölümü, Erbakan’ın yabancılar arasındaki popülerliğine kapılmış ve siyasi duruşunda kırılma göstermişti. Daha önce inanarak muhalefet ettiğimiz bir yapıyı, bize belli bir konum kazandırsın diye kabul etmemiz imkânsızdı. Erbakan Hoca yanlılarıyla aramızda soğuk rüzgârlar esmeye devam ediyordu. İslami mücadelenin, rejimin denetiminde/izninde gerçekleşemeyeceğini, ‘Milli Görüş’ ismi altında ulusalcılığın savunulduğunu, Osmanlının İslami bir devlet olarak görülemeyeceğini, Erbakan Hoca’nın yurt dışından getirilip parti kurdurulmasının şaibeli olduğunu ve sürekli olarak sağ eksende hareket eden bir düşüncenin Amerikancı olduğunu savunuyorduk. Bu minval üzere tepkilerimizi dillendirdiğimizden, Milli Görüş yanlılarıyla asgari seviyede olan diyaloglarımız da tamamen anlamsızlaşmış, kopma noktasına gelmişti. Zamanla, onlarla görüşmemeye daha bir gayret gösterir olmuştuk. Onlar da birbirleri ile görüşmelerini, bir araya gelmelerini bizden saklayarak, fark ettirmemeye çalışarak gizli bir şekilde yapmaya başlamışlardı. Ancak bu çabalarına rağmen hepsinden ve hatta Urumiye’de yerleşik Ali Naci’den de bir şekilde haberimiz oluyordu.

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum