Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Askercilik

01 Nisan 2010 Perşembe 00:23A+A-

Neden bu kadar çok “asker” konuşuyoruz?.. Neden yıllar boyu askerlik hatıralarımızı anlatıp duruyoruz?..

Sanırım hepimizin içine bir miktar “militarizm” (askercilik) kaçtı…
O kadar ki, sünnet (ya da bayram) çocuklarına subay elbisesi giydirmekten tutun, “en itibarlı kurumlar” sıralamasında orduyu sürekli ilk sıraya yerleştirmemize kadar, her alanda militarist yaklaşımlar sergiliyoruz. Orduya reel açıdan değil, tam bir “tenzih” mantığıyla bakıyoruz!
Baksanıza: “Ben laikim”, hatta “laikçiyim” diye bas bas bağıran bir orduya, “Peygamber ocağı” demekte fena halde ısrarcıyız…
Her darbe sürecinde sus-pus oturup, oylarımızla belirlediğimiz iktidarların hırpalanmasını, başbakanların sürülmesini-süründürülmesini, siyasetçilerin itilip kakılmasını, hattâ bir başbakanla (Adnan Menderes) iki bakanın (Zorlu ve Polatkan) asılmasını bu yüzden seyrediyoruz…
Siyasetle ordu arasında tercihimizi daima ordudan yana koyuyor, ayyuka çıkan darbe planlarını çocuksu izahlarla geçiştirmeye çalışıyoruz… Üniformaya tutkunuz…
Sivil bürokrasiye hiçbir şekilde saygı duymazken, asker bürokratlara hayran hayran bakıyoruz.
Ordunun demokrasiye aykırı yaklaşımlarını, tepe noktalardaki subayların “millî iradeye müdahale” anlamına gelen konuşmalarını “mazur” görüyor, siyasete açıkça meydan okuyuşlarında bile “hikmet” arıyoruz!
Yeri geldiğinde, “Biz asker milletiz” diye kabarıyor, böylece irademizi emir-komutaya bağlıyor, yetmez gibi bir de “Bize eli sopalı adam lâzım” diyerek, diktatörlük çağrıları yapıyoruz.
Açık söyleyeyim: Orduya gösterdiğimiz toleransın yüzde birini, özgür irademizle seçtiğimiz siyasetçilere gösterebilseydik, Türkiye bambaşka bir yerde olabilirdi.
Biz otoriteye tutkunuz…
Çünkü biz “itaat kültürü”nün çocuklarıyız; “itiraz” etmeyi bilmiyoruz. İşte bu sebeple demokrasiyi hakketmiyoruz!.. Hak etmediğimiz için de Allah ikram etmiyor…
Malum: “Neye lâyıksanız öyle yönetilirsiniz.”
Biz de öyle yönetiliyoruz işte: Militer yapıda olduğumuz için, askeri müdahalelerden kurtulamıyoruz.
Aslında yetişme tarzımız böyle…
Kendimizi anlamaya başladığımız andan itibaren itaate zorlanıyoruz.
Bu süreç anne-babaya itaatten başlayıp hayatın tüm evrelerine yayılıyor. En masum itirazlarımız bile cezalandırılıyor. Bir bakıma şartlanıyoruz. “Birey” olmamıza izin verilmiyor. Duygu ve düşüncelerimiz bastırılıyor.
Yasaklar git gide hayatımızın ayrılmaz parçası haline geliyor. Bu yüzden başımıza ne gelse “kader” deyip sineye çekiyoruz.
Bana garip gelen şu: Her vesile ile “itaat” etmesini öğrettiğimiz çocuklarımızdan, özgür düşüncede olmasını nasıl bekleyebiliyoruz?
Özgürlüğün yolu, öncelikle terbiye sistemini özgürleştirmekten geçer. Yalnız bizim değil, İslâm dünyasının bir türlü demokratikleşememesi yetişme tarzından kaynaklanıyor.
Bastırılmayı seviyoruz! Sonuçta yürekler bile tepedeki bir zümrenin hükmü altına girip tükeniyor...
O kadar ki, kimi sevip kimi sevmeyeceğimizden tutunuz, nasıl bir kıyafetle dolaşacağımıza kadar, bireysel ve toplumsal yaşantımızın her karesini başkaları belirliyor.
Böyle bir ortamda kişisel yetenekler bile güdük kalır. İnsan düşünme gereği dahi duymaz: Nasılsa onun yerine düşünenler var! Zaten farklı düşünceler yasaklanmıştır. Farklı ve bağımsız düşünceler üretmesi yasaklanan insan okumaz. Okumayan bilgiye ulaşamaz. Bilgiye ulaşamayanı bilgiye ulaşanlar bombalar, işgal eder, perişan eder! Bilgiye ulaşamayan toplumlar, gücü esas alır. O zaman da hayatın belirleyici öğesi “hak-hukuk” olmalı iken “kuvvet” olur. Aklın yerini kurnazlık alır. Tabii bol miktarda diktatör heveslisi yetişir!
Dedik ya, yaklaşımımızın temeli yetişme tarzımız… Avrupalı anne babalar, çocuklarına itiraz etmeyi ve sorgulamayı öğretirken, biz sorgu-sual yapmadan itaat etmeyi öğretiyoruz...
Çocuk önce anne babaya (hemen hemen tüm çocuk kitapları, küçüklerin büyüklere kayıtsız şartsız itaati öngörüyor), sonra yaşça büyüklere, sonra mevkice büyüklere itaati öğreniyor. Çevre bunu destekliyor, toplum hayatı pekiştiriyor, okul ve askerlik dayatıyor, atasözleri bile pekiştiriyor:
Atasözü diyor ki: “İtle dalaşmaktan, çalıyı dolaşmak evladır!” (Yani istediğini yapma, istenileni yap, korkularına tabi ol).
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” (Yani bencil ol, çevrende ve ülkende olup bitenlere boş ver. İyi de, bu kadar uzun yaşayan yılanların dokunma ihtimali çok yüksektir).
Ya da şöyle diyor: “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler!” (Yani gücün önünde eğil, korkularına tabi ol, mücadele etme, ikiyüzlü davran).
Böyle bir yapıdan özgür vicdanlar çıkmaz. Çıksa çıksa, “Salla başını, al maaşını” tipler çıkar... Böyle tipler ise direnme nedir bilmez, sorgulama nedir bilmez, itiraz nedir bilmez, merak nedir bilmez; bu yüzden de hiçbir işe yaramazlar. Gelen vurur, giden vurur!
Bu arada şunu belirtmeliyim ki, “itaat” başka “saygı” başkadır. İnsan saydığı birine itiraz edebilir. Hatta bu da bir nevi saygının gereğidir. İtiraz etmek, ya da gerektiğinde hesap sormak sadece bizde “saygısızlık” anlamına çekiliyor.
Birkaç sene önce idi. Hitler’in SS subayı üniformasını sırtlarına geçiren birkaç tiyatro oyuncusu, Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ne çıkıp önlerine gelene kimlik sordular. Bazı vatandaşları sert emirlerle duvara döndürüp üzerlerini aradılar. Sonra sordular: “Neden kimliğinizi gösterdiniz?
“Çünkü üzerinizde üniforma vardı.”
“İyi ama bu üniforma Türkiye’de geçerli değil ki!..”
“Olsun. Başımız derde girer diye korktuk!”
Haklıdırlar: Çünkü biz anne babamızdan, öğretmenlerimizden, polisten, jandarmadan, memurdan, devletten; kısacası hayattan korkmayı öğrendik.
Hayattan korkan, hayatla uzlaşamaz!
NOT: Son kitabım olan “Osmanlı Demokrasisinden Türkiye Cumhuriyetine” isimli kitabımda bu arızamızın tarihsel kökeni üzerinde duruluyor. İlgilenenlere tavsiye ediyorum (0212 444 24 14).

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT