1. YAZARLAR

  2. YILMAZ ÇAKIR

  3. Apartmana Değil, İstanbul’a Yönetici Seçilirken
YILMAZ ÇAKIR

YILMAZ ÇAKIR

Yazarın Tüm Yazıları >

Apartmana Değil, İstanbul’a Yönetici Seçilirken

03 Haziran 2019 Pazartesi 05:09A+A-

31 Mart Yerel Seçimleri’nde, İstanbul gibi ülkenin en büyük, en önemli şehrinde ortaya çıkan “kıl payı” sandık neticesi, hemen beraberinde tartışmaları ve itirazları da getirdi. Atışmalar, sataşmalar ve iddiaların havada uçuştuğu bir ortamda; taktik, propaganda ve sinir savaşlarının da devreye sokulduğunu gördük. Cedelle ısınan, gerilen her ortamın karakolda biteceği bilinir. Bu kez de öyle oldu ve ortaya çıkan sorun, seçimlerle ilgili hukuki kararları tatbik mevkiinde bulunan YSK’ya intikal etti. YSK’nın söz konusu ihtilafları çözmek üzere aldığı seçimleri yenileme kararıyla İstanbul yeni bir seçim atmosferini solumaya başladı.

İşin hukuki cihetini, ortaya çıkan tabloları genelde herkes kendi zaviyesinden ele alıp, muhatabına / muhalifine galebe çalma yolunu tutuyor. O sebeple bu konuda söylenenleri tekrar etmeyi anlamlı bulmuyorum. Bununla birlikte, seçim iptali için gerekli “kanuni” gerekçelerin oluştuğu da görülebiliyor. Söz konusu bu delillerden başka, seçimin çok az bir farkla neticelenmesi ve yine çok sayıda itirazın olması ve hususen itiraz sonucunda aradaki farkın yarıdan daha fazla bir şekilde azalması, yeni bir seçim kararının alınmasında etkili olmuşa benzer.

İLK İNEN AYETLER

Cari sistemin Kemalist yapısını, kendisine esas ittihaz ettiği dayanaklarını, laik anlayışını, seküler pozisyon alışını, bir müslüman olarak hiçbir surette benimsememiz bizden beklenemez. Buna rağmen içinde yaşadığımız dünyanın sorunlarına; yaşadığımız ortamın, ülkenin meselelerine karşı duyarsız, ilgisiz kalmamız da makul olamaz. Tıpkı Allah Resulü’nün örnekliğinde ve yüce Kitabın sayfalarında önümüze konan tablolardaki gibi, genel hâkim düzen gayri İslami olsa bile, bizim o sistem içinde yaşamaya mecbur ve mahkum olan insanlardan uzakta, onların sorunlarından bihaber hayat sürmemiz mümkün değildir. Bu meyanda ilk inen ayetlerin; yetimlerle, yoksullarla, öldürülen kız çocuklarıyla, haksız kazançla, mağdur ve mazlumlarla doğrudan ilgili olması, bizi bugün de içtimai, iktisadi, siyasi vb. her tür sahada duyarlılığa çağırmaktadır.

DEĞİŞİM VE SÜREÇ

Değişimi arzulayıp, onun ansızın bir anda oluşacağını düşünmek naif bir tutum olmalıdır. “Ol” deyince oldurma kuvveti ve kudreti sadece Allah’tadır. O’nun tabiata ve insan fıtratına koyduğu yasa, tedricilik, aşamacılık esaslıdır. Dolayısıyla etrafımızdaki olaylardan, gelişmelerden haberli olmak, onlarla ilgilenmek ve tavır geliştirmek sorumluluk dairesinde görülmelidir. Kaldı ki, her tür ilgisizlik ve sessizlik de son kertede, ülkedeki egemen siyasi yapıya karşı dolaylı destek anlamına gelecektir. Binanaleyh, ideal olanın olmadığı bir vasatta, kötü olanın engellenmesi de bir vazifedir. Kaldı ki, birçok insan için ideal olan da, büyük oranda, salt nazari, fikri planda tahakkuk eden, “melekler mahallesi” hayaline yakındır. Pratikten kopuk, sahaya inmeyen, “insan vakıası”yla buluşmamış, maksimalist söylemlerin cezbediciliği olsa da, yaşamda karşılığı pek yoktur. Bununla iddialarımızı ve ideallerimizi, kör bir pragmatizme ya da manasız bir oportünizme teslimiyeti kastetmiyoruz. Lakin ifsad ve fenalık karşısında mevcut imkânları olabildiğince zorlamayı ve kullanmayı, alan genişletmeyi önemsiyoruz. Mevcudun içinde tercihte bulunmak, seçim yapmak, kötülüğün yaygınlaşması karşısında tavır geliştirmek bu cümledendir.

MENFAAT DEĞİL, SALİHAT/MASLAHAT

İyilik/Salah kökünden türeyen maslahatı dillendirmek, menfaat peşinde, makam-mevki peşinde koşanlarla aramızdaki en belirgin çizgiyi oluşturmaktadır. Birileri “dava” derken, diğerlerinin “daha var mı?” demelerine de şahit olmak mukadderdir elbet. Ne ki, iktidarın olduğu her yerde “nimet avcıları”nın olması ola(ğa)ndır. Herkes kendi imtihanını verir, verecektir. Papaza kızıp oruç bozmak, ağaca bakıp ormanı göz ardı etmek iyi bir hal olmasa gerektir. Resmin bütününü görmek, makul ve mantıklı davranmak, ferasetli ve basiretli olmak her daim mümin tavrıdır.

Mümeyyiz akıl, temyiz gücüne sahip akıldır. Temyiz; yani ayırdetme, seçme, farklılıkları tespit ve teslim etmektir. Genellemeciliğin, toptancılığın, indirgemeciliğin ayartıcılığına sapmadan, belki biraz zahmet çekmek yoludur bu. Bir benzerlikten hareketle, diğer bütün benzemezlikleri aynı ve bir bilmek, farkları farketmemek, günümüz kolaycılığının pek teşne olduğu yönelimlerden olsa da, adalet ve basiretle yan yana gelmesi düşünülemez.

Adaleti tekil bir olaya ya da birkaç uygunsuz olaya hasredip, bizzat onun zemin bulacağı, onun yeşerip büyüyeceği vasatı ihmal etmek, görmezden gelmek hatalıdır. Onun için sıkça dile getirilen, dile getirmemiz gereken adalet; basiret ve siyasetle ve de ferasetle birlikte, aynı anda ve aynı yerde olmalıdır. Nasıl ki bir hırsızlık olayında, sadece çalana odaklanıp, o menfur eyleme zemin hazırlayan ya da hazırlayacak olan zihinsel ve eylemsel iklimi görmezden gelmek doğru değilse adalet de, salt bir kısım olaylar sebebiyle hatırlanamaz.

Adalet, onu yaşatacak ya da yok edecek dünya görüşüyle, sahip olunan ideoloji ile yakından alakalıdır. Keza ahlak da böyledir. Ahlak itikaddan bağımsız safi bir tutuma irca edilemez. Aksi bir kısım güzel davranışları olan; içki içmeyen, kumar oynamayan, zina etmeyen bir adamın sadece bu pratiklerine bakarak ama onun fikirlerine, ideolojisine, siyasetine dikkat etmeden, parça doğrulardan ve güzelliklerden kalkarak hareket etmek olur ki bu, ahlakı ait olduğu yerden, vasattan koparmaya işaret eder. Oysa zemini, toprağı olmayan ahlak, dalından kopartılıp, vazoya konan çiçek gibi olur. Vazoda güzel duran, hatta bir kısım fonksiyonlarını da yerine getiren bitki, bir müddet sonra solmaya, kuruyup dökülmeye mahkumdur. Ahlakın salt eyleme, edime değil, aynı zamanda onu vareden, yaşatan, yaşatacak olan ortama ihtiyacı, çiçekten az değildir.

Söyleyeceklerimizi istiareden gerçeğe taşıyacak olduğumuzda bugün adaleti, erdemi, ahlakı dillerine dolayıp, siyasi arenada arz-ı endam edenleri görüyoruz. Bilinmelidir ki, Kemalist ideolojinin bir asırlık uygulamalarından alenen teberri ve tevbe edilmeden dile getirilecek her müspet kavram konjonktüreldir, taktikseldir, takiyyedir.

Çiçek örneğimize yine dönecek olursak; karşılaşılan durum, “seçim mevsimi”nde açıp, sonra solan gül misaline benzer. Öyle bir gül ki; dikeninden gayrı, kokusu da çekilmez olup, sadece yaprakları cilalı ve parlaktır. Gerçi cilalı taş devrinden bu yana, “cila” insanevladının pek çok hoşuna gitmiştir ama nihayetinde ciladır işte...

SİS BULUTLARI ARASINDA SİSTEM

Sistem-sistem deyip durulan şey, aslında diğer İslam ülkelerinde de ülkemizde de karşımıza çıkan, Batıcı, laik ve din karşıtlığı temelinde örgütlenmiş otoriter yapıdır. Daha ziyade kurtarıcı ve kurucu mitosu etrafında kurgulanmış, dokunulmaz zırh giydirilmiş, tahakküm ve taarruz eksenli militarist oluşumlardan büyük sermaye gruplarına, yargı-emniyet-eğitim gibi alanlarda temayüz eden bürokratik çembere kadar, pek çok sahada kümelenen, az ama etkili kişilerin teşekkül ettirdiği bu organizasyonun adı “sistem”dir

Bizdeki sistemin politik alandaki baş temsilcisi de, ta ilk günden beri CHP’dir. Çok partili döneme adım atıldığı günden bu yana, seçmenin bu partiye pek rağbet göstermemesi, onların halka karşı uyguladığı şiddetten, kibirden, aşağılamalardan başka, yönetimde gösterdikleri beceriksizliklerdendir de. En son 25 yıl önce İstanbul Belediye Başkanlığı koltuğuna oturan CHP’nin öncülü, selefi SHP’nin, devasa İSKİ yolsuzluğunun, “uçkur davası” sebebiyle ortaya çıkması hafızalardadır. Bilahare CHP genel başkanı olan Deniz Baykal’ın da hikâyesi benzer bir süreç izleyecektir. Şu sıralar ahlakı dillerine pelesenk edenlerin siyasete yansıyan hallerinden birkaç kare işte böyledir.

Şehrin sorunları karşısında başarısızlıkları da tescillidir bu zümrenin. Görece yakın bir geçmişte İstanbul’da, SHP döneminde, ilginç belediyecilik olayları da gerçekleşmiştir. Susuzluğa çareyi, su getirmek yerine “bulutları tokuşturmak”da arayan ama bunda da bir türlü başarılı olamayan mezkur zihniyetin en iyi bildiği şey, heykel tazimi ve takdisidir. En son Ankara’da seçilen CHP’li Mansur Yavaş’ın ilk icraatı heykelperestlik tahtında gerçekleşmiştir.

Söz konusu çevrelerin neredeyse ciddi hiçbir proje ile hatırlanmamaları, yapılan her işe de bir kulp takmaları en bariz vasıfları olmuştur. Toplanmayan çöplerden gayrı patlayan çöpler, skeçlere konu olan susuzluk, hava kirliliği, ıslah edilmeyen dereler, kokan Haliç ve daha pek çok kare İstanbul fotoğrafı olarak hafızalardan silinmiş olamaz.

FANTAZİLER FANUSU

Türkiye’de Sol, en genel ve geniş manada, muhalefet merkezli kurgulamıştır kendisini. Ülkede “gerici” diye nitelendirdikleri kim varsa, onlar iş yapmış, bunlar da işin edebiyatını yapmışlardır. Yapılan her icraatı önce eleştirmek, sonra da olmadık fantazik kurgulara meze kılmak adetlerindendir. Mesela; duble yol yapımı petrol tüketimini artırmakta, yabancı araba satışlarını teşvik etmektedir(?). Köprü, pahallı bir yatırımdır(?). Barajlar, tüneller, doğaya ve endemik bitki örtüsüne zarar vermektedir(?). Havaalanı ise fuzuli bir girişimdir(?). Her işte olayların negatif taraflarını bulup öne çıkartmayı adeta meslek edinenlerin, artan ve dahi kendisini dayatan ihtiyaçlar karşısında çözümleri, alternatifleri neredeyse bir hiç noktasındadır.

Büyük oranda “gelişmiş” kapitalist ülkelerin kullanıp tükettiği ve açık ara öne geçtikten sonra, dünyanın geri kalanının kendilerine yetişmelerini de engellemeye matuf bir kısım paket programları, eylem ve söylemleri sorgusuz-sualsiz benimseyenler de bu çevrelerdir. Yarım yüzyıl önce, Batı öykünmeciliğinin ve kompleksinin tezahürlerinden; “su akar Türkiyeli bakar” vecizesi, derin komplekslerle, iş bilmezlik örneği olarak dile getirilirken, bugün aynı zihinsel kodların egemen olduğu çevrelerde bu söylem, tam aksi bir istikamete sokularak, Türkiye’de tuzu kuru sınıfların, ömürlerini Ege’nin, Akdeniz’in sahillerinde keyif çatarak geçirenlerin sözde çevrecilik duyarlılığı olarak ortaya konmaktadır.

Ulaşım kolaylığına, enerji ihtiyacını karşılamaya, nüfus yoğunluğunun yol açtığı sorunların çözümüne katkı sunmayan, ciddi bir alternatif de önermeyen bu zihniyetin temel derdi, kaygısı ve kavgası ekseriyetle Atatürkçülük ve “laik yaşam tarzı” üzerinedir. En somut karşılığı; -ki CHP belediyeciliği olarak ilk akla gelen de budur- serbestçe içki içmek ve eğlence adı altında her tür fahşayı icra kolaylığına sahip olmaktır. İzmir gibi yerlerde görülen adım başı (belki de adam başı) içki satan yerler, en laubali şekilde yaşama arzusuna dönük teşvik ve kolaylıklar, tipik CHP belediyeciliğinin alametlerindendir. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan hala hafızalardaki yerini koruyan bir örnek de eski CHP Antalya Belediyesi’nin ön ayak olduğu bira festivalleridir. Bu minvaldeki yaklaşımlar, özgürlük adına, hedonist yaşam tarzını teşvik eden, hatta dayatan hususiyetleriyle bilinirler. Münkere karşı olmak, kötülüğü yasaklamak, onunla mücadele etmek, iman edenler için bir yükümlülüktür.

YA HEP YA HİÇ!

Bir şeyin, bir yanlışın tümüne karşı koyamıyorsak bile, onun bir kısmıyla mücadeleden geri kalmamamız gerekir. “Ya hep, ya hiç”in kulağa hoş gelen bir yanı olsa bile realitede karşılığı yoktur. Bu ülkede yanlışın, hatanın bizzat kendisi, gayri meşru temeller üzerine oturan sistemdir. Sistemin politik alandaki en birinci temsilcisi de CHP’dir. CHP’nin olduğu, bulunduğu yerin zıttı, karşısı elbetteki en doğru, en hayırlı yer değildir. Ama bu yer mezkûr partiye nispetle iyi bir yerdir. Ehvendir.

Ehven kelimesi ve “ehven-i şer” terkibi, bizim ülkemizde özellikle 70’li yıllardaki kullanımı dolayısıyla epeyce hırpalanmış, oldukça yıpratılmış bir kavramdır. Tıpkı bugün zaafa uğratılan “cemaat” ve “ihlas” kavramları gibi. Bugünse ümmet coğrafyasının bütün mazlumları ile birlikte olmak, ülkedeki pek çok olumluluğu gerçekleştirmek gibi büyük değişimlere imza atan bir harekete, Kemalistler, emperyalistler ve Siyonistler karşısında destek olmak, dünkü kavramlaştırmanın ve yanlış yorumlamanın çok fevkinde olarak görülmelidir.

AK Parti’yi “ehven-i şer” olarak bile değerlendirmeyip, bizzat şer gören kimseler içinse şahsen benim söyleyebileceğim bir şey yoktur. Bilinmeli ve görülmelidir ki; gelinen noktada, CHP gibi İslam karşıtlığı ile malul bir partiyi bile halkın değerleriyle, dinle, diyanetle ilişki kurmaya zorlayan hâlihazırdaki iktidardır. AK Parti, CHP’nin öteden beri sıkı partnerleri olan asker ve sivil bürokratik yapıya geri adım attırınca, CHP ve Kemalist oligarklar için halka yaklaşmak ve sandık sonucuna bel bağlamak dışında pek fazla seçenek kalmadı. Eski itiyatlardan olan sivil alanın ve siyasetin darbe sopasıyla hizaya sokulması gerçekleşemeyince seçim sonuçları önem kazandı. Bu olumlu gelişmelerde CHP’nin hiçbir katkısı olmadı.

Yine iktidar olmak veya seçim kazanmanın yeni sistem dahilinde icbar ettiği, ittifak kültürü de Kemalist marjinalliğin kendisini, taktiksel bile olsa törpülemesine sebep olmuştur. Henüz eski adet ve alışkanlıklardan, ilkel faşizan görüşlerden rücu edildiğine dair en ufak bir işaret bile yokken, bizim de safça, iyi niyetli beklentilere girmemize bir sebep yoktur. En son Bolu Belediye Başkanı seçilen CHP’li şahsın tutumuyla ortaya çıkan “gerçek kimlik”i partinin yetkili ve etkili isimleri sadece sessiz bir seyredişle onaylamışlardır. Şimdi ise klasik yüzde yirmibeşlik oy oranı dışında İyi Parti, HDP ve diğer bazı partilerle kurulan ittifakın yanı sıra, dindar kesimin de oyuna ihtiyaç duyulmuş ve mevcut İstanbul aday profili böyle oluşturulmuştur.

Esasen Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan ve Abdullah Gül söylentilerinden bu yana devam eden bir “açılım”ın son halkasıdır Ekrem İmamoğlu. Ve anlaşıldığı üzere bunu mecburiyet hâsıl etmiştir. Bu gelişmelerde dikkat çekici olan parti lideri olmasına rağmen, Kemal Kılıçdaroğlu’nun geri planda kalması ve klasik CHP fikir ve figürlerinin saklanmasıdır. Bunun sandığa olumlu yansıdığını keşfeden CHP, tarihinde olmadığı kadar “dindar” fotoğraf vermiştir. Erdoğan ve AK Parti’den rol çalma olarak okunan bu tavırların, köprüyü geçtikten sonra nereye evrileceği görülecektir. Şahsen bu konuda hiç iyimser olmadığımı da belirtmek isterim. Ayrıca, CHP’de gerçekleştiği var sayılan olumlulukların büyük oranda, AK Parti tarafından geliştirilen ve yaygınlaştırılan dindarlıkla alakasını görmek için de göze bile ihtiyaç olmamak icap eder.

Toplumsal planda dinin geniş, yaygın bir alan bulması kadar, rahat ve korkusuz bir meşruiyet zemini kazanmasında da AK Parti’nin emeği yadsınamaz. Yine kabul etmek gerekir ki; bildik-tanıdık, sessiz, edilgen mütedeyyin/dindar kimliğe genişçe bir özgürlük sağlayan ve büyük bir özgüven aşılayan da Erdoğan iktidarı olmuştur. Sadece bu dahi, yıllardır sistem tarafından hor görülen, itilip kakılan geniş halk kesimleri için büyük bir kazanımdır. Elbette söz konusu bu gerçeğin, tablonun içinde, istikrar ve itidal üzere yürümeyi beceremeyip, türlü-türlü hallere girip haltlar karıştıranların olduğu da vakidir. Bunlar üzerinde de durmak ve dikkat çekmek önemlidir. Zaten burada yapılan, yapılmak istenen de, yanlışları önemsizleştirmek, onları icra edenlere sürekli krediler açmak teklifi değildir. Lakin esas yanlışı, büyük hatayı, sistem ve onun gerçek sahiplerini göz ardı etmeden bir mücadele verilmelidir. Muradımız da budur. Önceliklerimizi kaybetmemek, bunu yaparken sıralamayı kaçırmamak ve karıştırmamak da mühim olsa gerektir.

SON OLARAK…

Bu yazı bağlamında dikkat çekmekte beis görmediğimiz birkaç husus daha var:

İlki; önümüzdeki İstanbul seçimini, adeta sıradan ve basit bir apartman seçimine indirgeyip, duyarsız, ilgisiz “takılma”yı öne çıkartmak…

İkincisi ve belki de ilkiyle irtibatlı olan, seçimin sanki “eşitler arasında” gerçekleştiği gibi bir algı ile hareket etmek…

Özellikle siyasi ve İslami duyarlılığı yüksek insanlarda, belki de kimi yanlışları bilmekten ve görmekten ileri gelen bu mesafeli yaklaşımların, ümmet duyarlılığı eksenindeki hassasiyetle buluşup, daha makul ve “soğukkanlı” bir anlayışa evrilmesi, tevarüs ettiğimiz gelenekle de uyumlu olsa gerektir. Bu, “Ağır-aksak giden kervana ilişmeyelim” mesajı değil; tersine, tepenin ardında hepimizi bekleyen düşmana karşı, ortak kaderimizin dayattığı basiret ve siyasetle hareket etme çağrısıdır. Sonra, yola revan olan kervanı yolda düzmeye ve düzeltmeye devam elbet. Kaldı ki bizim bu kervanda ne hint kumaşımız, ne altın ve gümüşümüz var. Ama garip-gureba var. Yolumuzu gözleyen Gazze var, Suriye var, Mısır’daki zindanlar var, Arakan var. Muhacirler var, mazlumlar var. Dost var, düşman var. Var da var... Derdimiz var, tasamız var, davamız var. Ve sonra, her şeyi gören ve niyetleri bilen var.

O’dur en güzel yardımcı ve yar.

YAZIYA YORUM KAT

68 Yorum