1. YAZARLAR

  2. Bekir Berat Özipek

  3. AK Parti özgür Türkiye'nin yolunu açabilecek mi? (2)
Bekir Berat Özipek

Bekir Berat Özipek

Yazarın Tüm Yazıları >

AK Parti özgür Türkiye'nin yolunu açabilecek mi? (2)

05 Eylül 2007 Çarşamba 02:16A+A-

22 temmuz seçimleri mitinglerle, yürüyüşlerle ve bayraklarla oluşturulan illüzyonu sildi. AK Parti yüzde 47'lik ezici bir oy oranıyla yeniden tek başına iktidar oldu. Cumhurbaşkanını halktan aldığı güçle seçti. Dilediği kabineyi oluşturmasının önündeki Sezer engeli de artık yok.

Eğer bilmediğimiz zorlamalar yoksa, şimdi hükümet "ideal on biriyle" sahada. Ancak bütün bunlar, hükümetin bir gül bahçesinde icraat yapacağı anlamına gelmiyor. "Türkiye'ye özgü gerçekler" berdevam. Ordunun sivil yönetim üzerindeki anti-demokratik etkisi hâlâ devam ediyor. Ortada daha fazla demokrasi için değil, statükodan sapmaması için hükümeti sıkıştıran bir muhalefet var. Üstelik, geçen dört buçuk yıl içinde "Müesses Nizam"ın etkili unsurlarıyla girdiği güç mücadelesindeki başarısızlıkların şekillendirdiği ve onun yasal yetkilerini kullanmasını güçleştiren bir "psikolojik bariyer" ile onu sınırlandıran bir "iktidar pratiği" var. Ve hükümet, ülkenin devasa/kronik sorunlarını çözmeye yöneldiğinde, her seferinde bu sorunlarla yüz yüze gelecek. Acaba yeni hükümet bu sorunların üstesinden gelebilir mi? Yeni kabine ve program bu açıdan ümit veriyor mu? Alternatiflerinin hiç umut vermediği bir ortamda, demokratik reformların başarısı için yeni hükümetin izlemesi gereken yol haritası nasıl çizilmeli?

Program heyecanlandırmıyor

İlk iki soruya cevap ararken, yeni hükümetin programına ve kabinesine bakmak bize ancak sınırlı bazı ipuçları veriyor. Yetmiş iki sayfalık programın ilk bölümünde sivil anayasa hazırlanacağı bilgisi dışında somut vaatlere yer verilmemekte. Bu bölümde daha çok şimdiye kadar yapılanlara yer verilmekte; Kopenhag siyasî kriterlerine tam uyum sağlanacağı, temel hak ve özgürlüklerin fiilen uygulanıp güçlendirileceği, demokratik karar alma sürecine sivil toplumun daha etkin biçimde katılacağı, medyanın şeffaflaştırılacağı, yargı reformunun gerçekleştirileceği, yerel yönetimlerin geliştirileceği, yolsuzluklarla mücadele edileceği gibi genel ifadeler kapsamında hangi adımların atılacağı belirtilmemekte (yerel yönetimlerle ilgili olarak "il özel idareleri ve belediye gelirleri kanunu"nun çıkarılacağı somut bilgisi hariç). İlk on sayfada tüketilen demokratikleşmeye ilişkin "çokça bilgi ve az öneri"nin hemen ardından "güvenlik" konusuna geçilmekte ve ondan sonra bütün program neredeyse sadece ekonomik ve mali konulara ayrılmakta. Dikkat çekici olan, bu konularda siyasî olandan daha somut bir "yapılacaklar listesi"ne yer verilmiş olması.

Son yıllarda darbe örgütlemekten cinayete kadar pek çok suça imza atan derin devlet ve çetelerin teröründen söz edilmemesi dikkat çekici. Öte yandan "bölücü terör" sorununa yer verilen programda, Kürt sorunundan hiç bahsedilmiyor. Din ve vicdan özgürlüğü sorunundan ise hiç bahsedilmeseydi daha iyi olacaktı. Diyanet'e her türlü desteğin verildiğinin ifade edildiği programda, bu kurumun özerkliğinin ve saygınlığının korunduğundan ve "toplumun bütün kesimlerinin ortak kabul ve teveccühünü" kazandığından söz edilmekte. Programın, bu alandaki yakıcı sorunlarla (örneğin başörtüsüyle) ilgili yapılması gerekenleri bırakıp, kendisi sorunun bir parçası olan Diyanet'ten söz etmesi, önümüzdeki dönemde de din ve vicdan özgürlüğü konusunda kayda değer bir adım atmaya çekindiği şeklinde okunabilir.

Ancak bütün bunlara rağmen, iyimser bakacak olursak, programın demokratikleşmeye ilişkin sayfalarından fazlasıyla "tasarruf edilmiş" olmasının bilinçli bir tercihi yansıttığını düşünebiliriz. Muğlak ifadeler, peşin bir tepkiden kaçınmayı sağlamayı amaçlıyor olabilir. Öte yandan, en önemli vaadin sivil anayasa olduğu ve demokratikleşmeye ilişkin en önemli maddelerin onda mevcut olduğu da ileri sürülebilir. Ama acaba umutlanmadan önce, söz konusu programı hayata geçirecek kabineye de bir göz atmak aydınlatıcı olabilir mi?

Yeni dönemde demokratikleşme açısından değinmemiz gereken kilit bakanlıklar, yine Adalet ve İçişleri bakanlıkları olacak. Burada da, tıpkı programda olduğu gibi peşinen sevinmek kolay değil. Şimdi en azından, bakanlığı döneminde zekasını ve birikimini reformların özgürlükçü yönlerini ustaca tırpanlamak için kullanan, reformların amaçladığı değişimin tahakkuk etmemesi için -iradî veya gayri iradî- gizli bir direnç odağı olan bir "Adalet" Bakanı yok. Onun yerine bakan olan Mehmet Ali Şahin'in başörtüsü için "yüzde iki buçuğun sorunu" diyen kişi olması, adalet ve özgürlük adına heyecan verici olmasa da, ilki kadar umut kırıcı olmayabilir. Öte yandan Cemil Çiçek'in "insan haklarından sorumlu bakan" olması adeta soğuk bir şaka gibi ve hükümetin bu konuda samimiyetini tartışmaya açıyor. İçişleri Bakanı Prof. Beşir Atalay ise bugüne kadar ismi derin devletle anılmamış, bu bakımdan mazisi temiz ve güvenilir bir isim. Ancak onun da karar almadaki aşırı temkinliliğine ilişkin izlenim, derin çetelerle mücadelede başarı için peşin olarak sevinmemizi önlüyor.

Kısacası programa ve kabineye bakarak kesin bir fikir edinmek kolay değil. Muhalefet partilerinin programa yönelik eleştirileri ise tahtaya vurup "dağlara taşlara" dedirtecek türden. CHP ve DSP'den zaten özgürlükçü bir tutum beklenemez; ama DTP ve BBP de demokratikleşme adına hükümete ve programına kayda değer bir eleştiri getirebilmiş değil. Böyle bir ortamda, demokratikleşme adına yine yüzümüzü çevireceğimiz yer, -ironik ama- muhalefet değil, iktidar.

Bugün iktidarın önünde iki yol var

Birinci yol, önceki dönemde edindiği "sınırlı iktidar pratiği"ni izlemesi, "Müesses Nizam"ın ona çizmeye çalıştığı "kırmızı çizgiler"i aşmayacak biçimde siyaset icra etmeye çalışması, siyasî ve idarî reformlara değil, ekonomiye ağırlık vermesi ve "sorun çıkarmamaya" çalışarak günü idare etmesi. Ancak bunu yapması, hem ülke hem de kendi iktidarı açısından çıkmaz sokağa girmesi anlamına gelecek. Çünkü ekonomik gelişme bazılarının sandığı gibi demokratikleşmeyi otomatik olarak getirmez. Zenginleşme, hukuk devletinin tesisiyle birlikte yürümezse, demokrasiyi de kırılgan bir hale getirir. Bunun Türkçesi şudur: Adaleti gereği gibi tesis etmeden kasayı doldurursanız, hırsızın iştahını kabartırsınız. Öyle bir ortamda "millî hislerle" vatanı kurtarmak isteyen de çok olur.

Hükümetin bu yolu izlememesini gerektiren husus, sadece "kalkınma tamam, sıra adalette" sloganına kulak verip, köklü yapısal sorunları çözsün diye ona oy veren vatandaşlara karşı ahlakî sorumluluğu da değil. Türkiye toplumu, sözünü tutmayan hükümetleri sokakta protesto etmez; ama seçim günü faturayı çıkarır. CHP iktidar olmak için başka bazı güçlere dayanabilir; ama "çevre"den gelen partilerin tek dayanakları olan halkı küstürmeleri durumunda hiçbir şansları yoktur.

İkinci yol, demokratikleşme konusunda kapsamlı ve tutarlı bir perspektifle hazırlanmış bir yol haritası oluşturup, bunun ana merhalelerini belirleyip ve toplumla paylaşıp, her kesimden sivil ve demokrat duyarlılığı olan birey ve grupların da desteğini alarak, cesaret ve kararlılıkla uygulamaktan geçiyor. Bunun bir yöntemi, "programda doğrudan veya dolaylı ifadelerle öngörülen reformların somutlaştırılması" olabilir. Tabii zamanlama da önemli. Demokratikleşmenin gerektirdiği temel düzenlemeleri geciktirmeden, mümkünse "ilk altı ay kuralı"na uyarak (Besim Tibuk, "iktidara gelirsek, ilk altı ayda ne yaparsak odur, sonra yaptırmazlar" demişti), parti içindeki bürokrat zihniyetli unsurlar tarafından engellenmeden gerçekleştirmeye çalışmak gerek.

"Kolay mı bu? Ya bunları yapmaya kalktığında darbe falan olursa?" diyebilirsiniz. Ama ilk bakışta mantıklı gelmese de, tam da bu tür muhtemel badireleri atlatmak için bu ikinci yolda ısrarla yürümek gerek. Yani reformları devam ettirmek sadece ülke için değil, AK Parti iktidarı için de hayatî bir önem taşıyor. Hükümet, varlığını sürdürmek ve iktidarda kalabilmek için sürekli reform yapmak, bu yolda durmaksızın yürümek zorunda. Çünkü attığı her adımla ardında kalan yol siliniyor; duraksamak kötürümleştiriyor. Yüzünü geriye doğru çevirmek ise önceki örneklerin de gösterdiği gibi, ölüm demek.

Bugüne kadar demokratikleşmenin zirvesindeyken yıkılan bir sivil hükümet yok. Tersine, korkularına yenilip içlerindeki statükocu seslere kulak veren, "gerginlik çıkarmama" adına güç odaklarını razı etmeye çalışırken adaleti ve hukuku feda eden iktidarların zevali ortada (Düşünelim; DP, 6-7 Eylül felaketinin tezgahlayıcılarını bulacak cesareti gösterseydi, acaba tarih aynı şekilde mi akardı?) Demokratikleşme yolunda kararlılıkla yürüyen bir hükümetin başarısı garanti olmayabilir; ama bunu yapmaması durumunda başarısızlığı garantidir.

Hükümeti bekleyen en acil sorunların başında Kürt sorunu geliyor. Hükümet, tanıdığı ve çözüm vaat ettiği bu sorunu çözmek için çekingen davranmamalı; Türkler, Kürtler ve diğerleri tarafından kendisine bağlanan umutları heba etmemelidir. AK Parti'ye verilen oylar, yaşanan bütün acılara rağmen birlikte barış içinde yaşama iradesinin kanıtıdır. Kürt'ü ve Türk'ü ile halk üzerine düşeni yapmıştır. "Etnik milliyetçilik"le mücadele, bu alandaki haklı talepleri görmezden gelmeyi gerektirmez. Tersine, hakları tanımak, milliyetçi önyargıları gidermenin başlıca yoludur. Derin çetelerle mücadele de acil bir sorun olarak hükümeti bekliyor. Ama mücadele derken, onları "bütün müştemilatıyla birlikte" ortaya çıkarıp cezalandırmaktan söz ediyoruz. Başbakan'ın daha önce söylediği; ama gerçekleştiremediği "ucu nereye giderse"den yani. Hükümetin sorumluluğu, sadece tetikçinin değil, ona tetiği çektirenin ortaya çıkarılmasından ve cezalandırılmasından geçmiyor. Suçun önlenmesinden, soruşturmaların gerçekten selametle yürütülmesine, yargının adalete uygun işletilmesinin sağlanmasından (mesela görevini yapan savcıları ilahlara kurban vermemekten), gerekirse bu suçla mücadelede özel bir mahkeme veya özel yetkilerle donatılmış hakimlere kadar uzanıyor. (Bu makaleyi yazarken, Trabzon Emniyeti'nin Hrant Dink soruşturmasında "kusursuz" bulunduğu haberi geldi. Kurbandan başka neredeyse herkesin haberinin olduğunu öğrendiğimiz cinayetten dolayı İstanbul Emniyeti kusurlu bulundu; ama ortada henüz kusurun faturasını ödeyen yok. Sonuçta da olmazsa, bu durumda kusurlu olan sadece hükümet olacak). Hükümetin derin çetelerle mücadelede ipin ucuna ulaştığında görmeyi umduğu güçlerden korkması onu caydırmamalı. Çünkü onlarla mücadele edebileceği belki de en elverişli alan orasıdır.

Din ve vicdan özgürlüğü sorunu, yeni hükümetin yine kendisini en kırılgan hissettiği konu olacak. Şimdiye kadar Müslüman çoğunluğun sorunlarının çözümü konusunda hiçbir adım atmayan hükümet, bu dönemde din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin "genel bir paket"le, bütün inanç gruplarını rahatlatıcı adımlar atmalı. Unutmamalıdır ki, Müslüman çoğunluğa yönelik ihlallerle, gayrimüslim azınlığa yönelik ihlallerin kaynağı aynıdır. Cemevlerinin hukukî statüsünü güvence altına alan, başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılığı gideren, Heybeliada Ruhban Okulu'nu tekrar ibadete açan düzenleme ile bütün inanç grupları için dinî eğitim hakkını tanıyan düzenleme birbirinden ayrılmamalı. Hükümet, Ermeniler, Rumlar ve diğer gayrimüslim vatandaşların adalet ve hak taleplerine daha fazla kulak vermeli, atacağı adımları bazı odakların engellemesine izin vermemeli, milliyetçi kışkırtmalara aldırmadan doğru olanı yapmalıdır. Bu hem ahlakî hem de pratik bakımdan kendisine zarar değil, fayda getirir.

Demokratikleşmenin başarılı olması için mevzuatı iyileştirmek tek başına çözüm değil. Bunu mutlaka yargı reformuyla birlikte yapmak gerek. Eğer bu ikisini birlikte yapmazsanız, bireyi devlet otoritesi karşısında yeterli güvenceye kavuşturamazsınız; örneğin 301'i kaldırsanız bile başka bir maddeye geçip, fikir suçlularını oradan cezalandırma, her eyleme uygun bir ceza maddesi bulma geleneğini değiştiremezsiniz. Yargının bağımsızlığının yanında yargının tarafsızlığı da sağlanmadıkça, ifade özgürlüğüne ilişkin davaların sona ermesi beklenmemeli. Hükümet, halktan aldığı bu taze güçle, yeni bir enerjiyle üzerindeki ataletten sıyrılıp demokratik bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için, öncelikle 2005'ten itibaren içine girdiği "öğrenilmiş acizlik" halinden, "benim iktidarımın sınırı burasıdır" duygusundan sıyrılmak zorunda. Bunu başarabilirse, hem ülke hem de kendisi için yarın çok daha güzel olacak.

Zaman Gazetesi

YAZIYA YORUM KAT